Kahire Notları: Sefaletin Yanında Işık, Tarihin Göğsünde Bugün
Kahire… Hem tarih hem kültür açısından dünyanın en zengin şehirlerinden biri. Binlerce yılın yükünü sırtlanmış bu kent, geçmişin görkemiyle bugünün çelişkilerini yan yana taşıyor. Bir yanda yoksulluğun kemiklere işleyen görüntüsü, diğer yanda hemen yanı başında yükselen devasa rezidanslar, ihtişamlı oteller… Bu çelişki sanki gündelik hayatın sıradan bir parçası olmuş; kimse şaşırmıyor. Ama benim için bu kadar derin yoksullukla ilk karşılaşmamdı. Şimdiye dek gördüğüm en yoksul kentlerden biriyle yüz yüze geldim.
Altyapı neredeyse çökmüş; yollar bakımsız, ulaşım karmaşık, şehir planlaması neredeyse yok gibi. Caddelerinde yürürken, şehrin üzerine çökmüş bir otoriterliğin, askeri rejimin o boğucu havası hissediliyor. Her ne kadar kişisel olarak bir adli vakayla karşılaşmasam da insanların yüz ifadelerinde, ses tonlarında belli belirsiz bir tedirginlik vardı. Yine de tüm bu gerginliğin içinde, Türkiye'de son zamanlarda hissetmediğim bir iç huzuru, bir dinginlik sezdim. Belki bu, kadim bir tarihle iç içe yaşamanın getirdiği kabullenmeden kaynaklanıyordu. Geceleri şehir bambaşka bir renge bürünüyor. Akşam serinliği çöktükçe, tüm gün araç sesleriyle yankılanan caddeler; kahkahalarla, şarkılarla, neşeli kalabalıklarla doluyor. Kalabalık ama ürkütücü değil. Gürültülü ama tehditkâr değil. Bir yaşam sevinci var burada; hayatta kalmaya değil, gerçekten yaşamaya dair bir neşe…
Başlangıç: Varış ve İlk Karşılaşmalar
9 Temmuz 2025, Çarşamba gecesi vardım Kahire’ye. Bildiğim klasik Arapçaya güvenmiştim ama pasaport kontrolünden itibaren bu güvenin pek de işe yaramayacağını anladım. Mısır Arapçası, Ortadoğu ülkelerinden hayli farklı. Telaffuz değişmiş, sözcüklerin çoğu ya kısaltılmış ya da Afrika dillerinin etkisiyle evrilmiş. Anlamakta, anlatmakta zorlandım. Havalimanında beni karşılaması gereken Salim’le buluşmam neredeyse iki saati buldu; hem dil bariyeri hem de sürekli kesilen internet bağlantısı yüzünden…
Nihayet, şehrin yaklaşık yarım saat dışındaki Mühendisyen bölgesine vardık. Arkadaşlarımla oradaki küçük bir kafede buluştuk. Havanın sıcaklığı neredeyse boğucuydu ama tanıdık yüzleri görmek içimi serinletti. Serinletici bir içecek istedim, önüme mango suyu geldi. Yüzde yüz doğal, şeker katkısız. İnanılmaz lezzetliydi. Sonraki günlerde avokado-bal karışımı bir içecek daha denedim; biraz ağır ama alışınca çok keyifli. Burada adım başı vitamin barlar mevcut. Her bölgede fiyatlar değişse de tat aynı.Gece geç saatlerde kentin merkezine, El-Ezher Camii’nin bulunduğu bölgeye geçtik. Camiye girmedim; çevresindeki sefalet, evsiz çocuklar ve yaşlılarla dolu sokaklar doğrusu beni sarstı. Bu yoksulluğun, medeniyetin merkezlerinden birinin göbeğinde olması içimi burktu.
Sağda El Ezher Cami Solda Han El Halil |
Caminin hemen karşısında yer alan Han El-Halili Çarşısı, gecenin ilerlemiş saatlerine rağmen oldukça canlıydı. Esnafın çoğu dükkanını kapatmıştı ama açık olan birkaç tanesinde alışveriş devam ediyordu. El işi ürünler, baharatlar, geleneksel takılar, papirüs desenli heykeller, Firavun motifli hediyelikler… Pazarlık yapmadan alışveriş etmek neredeyse ayıp sayılıyor. Arkadaşımın deyimiyle “öldürücü pazarlıklarla” fiyatları %40’a kadar indirdik.
Dar sokaklar, taş evler, küçük dükkanlar bana eski Antakya’yı anımsattı. Bir çay ocağına oturup geleneksel acı kahvelerinden içmek, çarşının karmaşasında kaybolmak insanı yavaşlatan, bugünden uzaklaştıran bir deneyim.
Giza Piramitleri ve Sfenks: Zamanın Taşa İşlenmiş Hali
Kahire’ye gelip de Giza Piramitleri’ni görmemek, Mısır’a hiç gitmemekle eşdeğer. Şehir merkezinden yaklaşık 20 km uzaklıkta, çölün tam ortasında yükseliyor Keops, Kefren ve Mikerinos’un devasa yapıları. Yanlarında Sfenks’in vakur bakışı…Bu yapıların önünde durmak bir tür zaman sıçraması yaşatıyor insana.
Yerel rehberimiz Salim Ebu Hişam, bize atlı araba ayarladı. Sürücümüz güler yüzlü, anlatmaya meraklı biriydi. Kendi deyimiyle “dişlerim az ama kalanlar sağlam” diyerek gülümsedi, bizden bahşiş olarak 1 kg et parası istedi (450 Gini civarı). 500 verdik, helali hoş olsun. Atlı arabasıyla piramitlerin gölgesinde gezerken, sanki zaman durdu.
Selahaddin Kalesi ve Muhammed Ali Paşa Camii
Mokattam Tepesi üzerinde yükselen bu yapı kompleksine öğlen saatlerinde, tüm sıcaklığın en yakıcı anında gittik. Korkunç bir güneş vardı ama yine de her köşesini gezmeye çalıştık. Kahire manzarası buradan bakınca başka bir boyut kazanıyor. Sislerin içinde bir silüet gibi uzanıyor şehir.
Muhammed Ali Camii ise tam bir Osmanlı eseri. Süleymaniye ile Sultanahmet karışımı gibi; ama ikisinin de ölçüsüz bir kuzeni sanki. Gösterişli, ama derin değil. Yine de etkileyici. Gün batımını burada izlemek gerekiyormuş ama o başka bir zamana kaldı.
Ulusal Mısır Medeniyeti Müzesi
Bir zamanlar tanrı-kral oldukları düşünülen bu insanların şimdi sessizce izlenmeleri bana bir varoluş trajedisi gibi geldi. Sonsuzluğu umut ederken, müzelerde sonsuzluğa mahkûm olmak… Ne büyük ironi!
Bu arada mumyaları fotoğraflamak kesinlikle yasaktı. Yasakları çiğneyenlere hızlıca müdahale edilip fotoğraflar sildiriliyordu. Biz ne yapıp edip yine yasağı çiğnedik tabi...Kıpti Kahire: İnançların Sessiz Harmanı
Son günümüzü Eski Kahire’ye, Kıpti bölgesine ayırdık. Burada erken Hristiyanlık dönemine ait kiliseler, bir sinagog, dar sokaklar, küçük kitapçılar, antikacılar bulunuyor.
Özellikle Asma (Hanging) Kilisesi, Azize Barbara Kilisesi ve Ben Ezra Sinagogu dikkat çekiciydi. Her adımda tarih fısıldıyor insana. Yine Antakya’yı anımsattı bana. Yavaş akan bir zaman, sakince yürüyen insanlar, geçmişin izleri…
BEN EZRA SİNAGOGU |
Nil Nehri’nde Gece
Kahire’deki son gecemizde Nil Nehri’nde tekne turu yaptık. 500 Gini karşılığında iki saatlik sakin bir gezi. Kimileri danslı, müzikli “felucca” turlarını tercih eder ama biz dinginliği seçtik. Şehir ışıkları nehre yansıyor, rüzgar yavaşça saçlarını okşuyor, geride kalan günler bir film şeridi gibi akıp gidiyor. Unutulmaz bir anıydı.
Vedaya Doğru: Zamalek’te Son Saatler
Son gün, otelden çıkıp yürüyerek Zamalek Adası’na gittim. Nil’in ortasında konumlanan bu semt; sanat galerileri, kafeleri, parklarıyla daha rafine, daha huzurlu bir yer. Opera Binası karşısındaki Özgürlük Parkı’nda oturup bu satırları yazmaya başladım.
Karşımda yükselen Kahire Kulesi’ne ve henüz gezemediğim Kahire Müzesi’ne gözüm takıldı. Belki bir sonraki gelişe diyerek kalktım yerimden.
Kahire’de Tatlar ve Tencereler: Yoksulluğun İçinde Zengin Sofralar
Kahire’de sokaklar kadar yemekler de karmaşık, sıcak ve bol baharatlı. Tıpkı şehir gibi mutfağı da tarih boyunca farklı kültürlerden beslenmiş: Osmanlı’dan Araplara, Afrika’dan Akdeniz’e kadar uzanan bir tat hafızası var burada. Bu yemekler; kimi zaman yoksulluğun basitliğinden doğmuş, kimi zaman da tarihin saray sofralarından süzülüp halkın sofrasına yerleşmiş.
İlk geceden itibaren tanıştığım tatların başında kepsi vardı. Pilav üstü oğlak ya da kuzu etinden yapılan bu fırın yemeği, yumuşaklığı ve baharatıyla oldukça lezzetliydi. Yanına çoğunlukla bol limonlu bir salata ve yoğurt geliyor. Yoğun, ama rahatsız etmeyen bir doygunluk bırakıyor.
Kahvaltı ettiğimiz ve altta fotoğrafları olan mekan müthiş bir sokak lezzeti tadı sunuyordu. Hijyen takıntınız yoksa elbette ziyaret edebilirsiniz. İsmi de ilginç: "Cahs" yani Eşek :)
Sokakta en sık karşılaştığım yemek ise koshari oldu. Nohut, mercimek, makarna, pirinç ve üzerine dökülen sarımsaklı domates sosundan oluşan bu yemek, hem ucuz hem de doyurucu. Kimi yerde üzerine karamelize soğan da ekleniyor, iştah kabartıcı bir sokak klasiği adeta. Öğrencilerin ve işçilerin vazgeçilmezi.Bir başka dikkat çekici tat ise ful medames. Haşlanmış bakla ezmesi. Sabah kahvaltılarında sokak aralarında plastik tabaklarda servis ediliyor. Zeytinyağı, kimyon ve biraz limonla karıştırıldığında hem hafif hem besleyici.
Tatlı cephesinde ise ilk sırada basbousa yer alıyor. İrmik tatlısı olan bu lezzetli hamur işi, portakal çiçeği ya da gül suyu şerbetiyle tatlandırılıyor. Bazen içine Hindistan cevizi ya da badem de konuyor. Tatlıyla birlikte ikram edilen Mısır kahvesi ise Türk kahvesine benziyor ama daha az yoğun ve daha çok karanfil/kakule aromalı.
Ve elbette meşhur mango suyu… Sadece bir içecek değil, neredeyse bir kült. Sokaklarda, kafelerde, büfelerde her yerde satılıyor. %100 doğal olmasıyla övünüyor satıcılar. Zamanla bağımlılık yapıyor. Yanına bazen avokado-balla karıştırılmış başka içecekler de öneriliyor, özellikle sıcak havalarda oldukça ferahlatıcı.
Son olarak; sokakta, çarşının köşelerinde ya da müze önlerinde karşınıza çıkacak olan shawarma tezgâhlarını atlamamak gerek. Lavaş benzeri ekmeklere sarılan bu et/tavuk dürümler, hem pratik hem lezzetli bir atıştırmalık.
Mısır mutfağı bana göre yoksulluğun içinden çıkmış ama hayal gücüyle yoğrulmuş bir mutfak. Baharatlar, sade ama güçlü malzemeler ve nesiller boyu aktarılan pişirme biçimleriyle, kentin ruhunu olduğu gibi tabağa da taşıyor.
Ve Şimdi?
Kahire bir şehirden çok daha fazlası. Bir çelişkiler manzumesi… Bir yanda geçmişin ağırlığı, diğer yanda bugünün hafifliği. Sefaletle sarmaş dolaş bir görkem. Bazen iç karartıcı, bazen nefes kesici. Ama ne olursa olsun unutulmaz.
Bu yolculuk bana, tarihin sadece kitaplarda değil, sokaklarda, yüzlerde, çarşılarda, ezanlarda, şarkılarda yaşadığını gösterdi. Ve ne kadar okursanız okuyun, ne kadar film, belgesel izlerseniz izleyin, bir kenti, bir tarihi anlamak için onu bir nefes gibi içinize çekmeniz gerek...
Ve şimdi, o tozlu sokakların, o yorgun yüzlerin ve o binlerce yıllık taşların arasında bir parça ben kaldı...