O çocukça, anlamsız reddedişler... Orhan Veli’nin "Anlatamıyorum" şiirindeki o çaresiz yakarışa benzemiyor mu hepsi? Gitme sözlerinin baskın ağırlığı... Sana danışmak bile anlamsız geliyor bazen, çünkü bu evrenin hukuku, bir Dostoyevski romanındaki gibi daima karmaşık ve ağır.
Sen gidince hangi huzursuzluk yakana yapıştı, hangi taş oturdu kalbinin orta yerine? Ne zaman mutsuzluğun dipsiz kuyusuna düştün sen? Bense şimdi hepsiyim; kırgın, huzursuz, bir Sabahattin Ali öyküsündeki gibi "içinde bir şey kırılmış" bir ruh. Tıpkı Kürk Mantolu Madonna’nın Raif’i, tıpkı Anayurt Oteli'nde ölüme kahkahalar atan Zebercet gibi, kendi içimde kaybolmuş, bir sevda uğruna yitip gidiyorum.
Ne zaman olgunlaşır insan, söyle bana? Bir kalbin uyum bulması için kaç kavga, kaç fırtına gerekir? Shakespeare’in Kral Lear’ındaki gibi, kendi dilimle lanet ediyorum bazen, çünkü öğrendiğim her sözcük yeni bir yara açıyor. Yoruldum, biliyor musun? Erich Maria Remarque'ın "Eve Dönüş"'ünde kaybolan çocuk askerler gibiyim. Bir yükselip bir çöken duygularımın altında ezilip duruyorum. Her söz, her sessizlik bir bıçak gibi saplanıyor ve ben, T.S. Eliot’ın Çorak Ülke’sindeki gibi, "korkuyorum gölgemin gölgesinden."
Yarın sen, nasıl olacak da huzur içinde çıkıp gideceksin, başka bir ülkeye, başka bir gökyüzüne? Kendine reva gördüğün o sakinliği, o hafifliği, bana çok görmen neden? Böyle mi olur dost eli, sevgili dizi, anne sevecenliği? Sahiden böyle mi? Jane Austen’ın Aşk ve Gurur’undaki Elizabeth’in Darcy’ye sorduğu gibi, "Bana ne verebilirsin ki, kalbim zaten bu kadar kırılmışken?" Bir aşktan ne bekler insan, sende aşka dair hangi gerçek var? Yahya Kemal’in "Sessiz Gemi"'sindeki gibi bir ayrılık mı bekliyor bizi, yoksa bir umut mu var hâlâ?
Ve sonra dönüp benim bitirmeye hazır hallerimi sorguluyorsun. Anlamsız değil mi? Bana durmadan eksikliği hissettiren, huzursuzluğun taşını kalbime koyan sen değil misin? Franz Kafka’nın Milena’ya yazdığı gibi, "Seninle konuşurken bile kendimi eksik hissediyorum." Benim yorgunluğum, benim kırgınlığım senin ellerinde filizlenmedi mi? Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’unda Mümtaz’ın aradığı o dinginlik, benim de hayalim değil miydi?
Bu bir deneme değil, bir çığlık. Attilâ İlhan şiirindeki gibi, "ben sana mecburum, bilemezsin." Ama bu mecburiyet, bu kırık kalp, bu yorgun ruh, bir umut ışığı arıyor hâlâ. Belki bir gün, bir an, bir nefeste, Sait Faik’in öykülerindeki gibi bir martının kanadında özgürlüğe uçarız. Belki bir gün, bu kırık kalpler, Nazım Hikmet’in bir dizesindeki gibi, “bir bahar dalında” yeniden filizlenir.