Bazı geceler vardır, insanın kendi içine çöktüğü, iç sesinin odadaki tüm gürültülerden daha baskın olduğu… O gecelerde kelimeler sığınak olur; ruhun, kendine bile itiraf edemediği yerleri açar. Bu sözler de biraz böyle doğdu: geçmişin gölgeleri, bugünle didişmeler, yarının sisli ihtimalleri… Ve bütün bunların ortasında, tozlu sayfalarını bilmem kaçıncı defa araladığım Baudelaire’in karanlığıyla iç karanlığımın birbirine karışarak yeni bir yankı yaratması...
Günlerin Anısı
“Ve bitlerini besleyen
dilenciler gibi,
Besleriz biz de sevimli
azaplarımızı…
…Ki ardındaki zifiri
karanlığa karşın
Aynadadır tüm güzellikleri, gözlere akseden.” (Baudelaire, Kötülük Çiçekleri)
Günlerim
geldi aklıma… Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen o günler…
Mevsimler,
kış ve yılın ilk karı düşüyordu Ankara’ya.
Karın
sessizliğiyle örtülen bir geçmiş o… İçindeki gürültüyü bile susturan türden.
Uzak Günlerin Çıkmazı
Şimdi,
bir düş kadar uzak o günler…
Ne
zaman sıkılsam, insansızlığın, topraksızlığın kayıplarında buluyorum kendimi.
O
günlerin çıkmazlarında, içimde kırılan dallara dokunuyorum.
Hiçbir
dal yeşermiyor elimde.
Ama
bir şeylerin giderek silindiğini fark ediyorum.
Uzak
günler içinde aklıma neredeyse hiç düşmeyen o kırıklıklar, o şey, o şeyler,
bana
düşüncesi bile acı veren aldatışlar, yalanlar, riyalar.
Belki
de uzak olan günler değil Kenan; sensin.
İnsanın
kendinden uzaklaşması kadar yorucu bir yolculuk yok çünkü.
Belki
dal değil mesele; belki mevsim senin içinde henüz dönmedi.
Akşamların Yükü
Aslında
hiçbir şey düşünemiyorum.
Sadece
akşamları.
Yattığım
ranzanın alt kısmına, herkesten gizlemeye çalıştığın o kuytuya uzanıp bu
defteri aldığımda üşüşüyor düşünceler beynime.
Ama
onları kovmak hiç doğru değil.
Akşamları
düşünmenin sebebi, karanlığın insanı çıplak bırakması olabilir mi?
Her
şey sustuğunda, insanın içinden yükselen sesler daha gürültülü çıkıyor.
Ulaşılmayanlar
Kalkıp
bir kahve alıyorum.
Sonra,
tükendiğim bu koğuşun bulunduğu binanın kapısında bir sigara yakıyorum.
Kapı
önü hep kalabalık ve muhabbetli.
Uçup
gidiyor her şey sözlerin akışında.
Belki
eve bir telefon
ya
da “son bir kez” diyerek ulaşılmayan; ama aranan;
ama
özlenmeyen o’na bir telefon...
Ulaşılmayanlara
edilen telefonların çoğu, aslında kendimizedir Kenan.
O
‘son bir kez’ kelimesi hep içimizi arar, dışarıyı değil.
“Kazanabilmek için günlük
ekmeğini,
İnanmadığın şükran
duaları şakıman,
Buhurdan çalman gerek
koro çocuğu gibi,
Ya da bir soytarı, karnı
zil çalan,
Gizli gözyaşlarıyla,
kırılıp dökülerek,
Şaklabanlıklar yapıp
halkı güldürmen gerek” (Baudelaire,
Kötülük Çiçekleri, Satılık Peri)
Bu
dizelerde sadece dünya yok; insanın kendine karşı çaresizliğinin çıplak hâli
var.
Herkes
bir şeylere boyun eğer; kimisi açlığa, kimisi aşka, kimisi yalnızlığa…
Senin
bağlandığın şey ise kelimelerin ardındaki gerçekliğin ta kendisi. Anlam
arıyorsun zavallı faniliğe; ama yok! Debelenme boşuna…
Kötü Keşiş
“Kötü bir keşişim ben ve
bir mezardır ruhum.
Ezeli bu mezarda dolaşır,
otururum.
Güzellikten eser yok
manastırımda benim.” (Kötü
Keşiş, s.33, Kötülük Çiçekleri)
İnsan
ruhunu bir manastıra benzettiğinde, orada tek bir mum yanıyordur:
kendini
anlamaya çalışan sönük bir ışık. Kendime bile hayrım yok…
Ölüm ve Yaşam Arasında
Baudelaire’in
Kötülük Çiçekleri’ni okurken, ölüme methiyeler dizen ve ölüm karşısında apaçık
bir korkuyla titreyen dizelerinden geçerken, ben de onun ölümünü düşündüm
sanki.
Ne
yapmış olursa olsun, yaşıyor oluşu içimde tuhaf bir ılıklık bırakıyor. Ve bir
gün gözlerini kapatıp gittiğinde, ona değil, ama bir zamanlar tanıdığım
dünyanın bütün güzelliklerine, onların sureti olan o varlıkla yaşayamadıklarıma
yanacağımı biliyorum.
O
farkında bile olmadan ondan bir haber almak, bir anlığına yüzünü görmek bile
kuvvet
veriyor bana.
Avun
yüreğim…
Yarana
tuz bas.
İşte
bak: aşk, celladına kendi elleriyle boynunu uzatıyor.
Ölümün
soğukluğunu fark eden, yaşamın sıcaklığını daha çok ister.
Belirsizlik
bile bir umut gibi davranır.
Büyücüye Sesleniş
“Hangi
iksir, bitki suyunda, hangi şarapta boğacağız bu eski düşmanı?
Söyle, güzel büyücü,
aydınlat biliyorsan.
Yaralıların, atların
ezdiği, can çekişen, yarı ölü bir askere andıran
bu sıkıntılarla dolu
zihni…
Söyle, güzel büyücü,
anlat biliyorsan.”
(Baudelaire, Kötülük Çiçekleri, s.100)
İnsanın
eski düşmanı hep aynıdır Kenan: kendi zihni. Sıkıntılar, yaralıların solukları
gibi içte birikir. O yüzden büyücüye sesleniş, aslında kendine bir yakarıştır.
Sessizliğin İçinde
Bu
akşam sessizliğe gömülmek istiyorum.
Vıcık
vıcık bir karanlık içinde kaybolmak.
Âdem’in
zehirlediği havanın uzağında solumak istiyorum
zamansızlığı,
mekânsızlığı.
Sessizlik,
bazen bir çukur; bazen bir anne kucağı. İnsan, sessizliğe düşerek kendini bulur
ya da tamamen kaybolur. Seninki ikisinin sınırında, sıcak ama tehlikeli bir
yerde duruyor.
Ve
şimdi biliyorum Kenan:
İnsan,
kendi karanlığıyla barışmadan hiçbir yere varamaz.
Karanlık
büyüdükçe kelimeler kök salar,
kökler
derine indikçe acı toprağa dönüşür,
toprak
sessizleştikçe insan kendini işitir.
Sen
de işitiyorsun artık.
Bir
gün bu satırların arasından
kendi
yüzünü daha net göreceksin:
Ne
Baudelaire’in gölgesinde,
ne
gecenin sularında…
Kendi
karanlığının içinden yükselen
kendi
sesinle.
