6 Mayıs 2020 Çarşamba

BERTOLT BRECHT'İN CESARET ANA VE ÇOCUKLARI OYUNUNDA EPİK ÖĞELER [1]


2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde 1939 yılında kaleme alınıp savaşın başlamasıyla ilk gösterimini kendi toprakları dışında (Zürih’te) yapmış bir oyundur Cesaret Ana ve Çocukları. Brecht, 21. yüzyılın en yenilikçi yazarlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Kuşkusuz bu yenilikler içinde adeta adıyla özdeşleşmiş “epik tiyatro”, klasik dramın ötesine geçebilmiş en önemli yeniliklerin başında gelmektedir.

Açıkçası epik tiyatroyu siyaset ve ideoloji bağlamından koparmak mümkün değildir. Dolayısıyla hem bu anlayışın yaratıcıları hem de izleyicilerini belirleyen en önemli unsurun esasen bir ideolojik kimlik, toplumsal eleştiri gibi noktalar olduğunu belirtmek gerekir. Bu ideolojik şekillenişin de vazgeçilmez ögesi de kuşkusuz Marksizmdir. Başka bir deyişle Marksist olmayan bir epik tiyatrodan bahsedilemez.

Brecht, Cesaret Ana adlı oyununda, evrensel bir konu olan savaşı ele alır. Oyun, aslında milli unsurlar ifade eden “Otuz Yıl Savaşları” dönemine ışık tutarak esasen evrensel bir konu olan savaş ve onun yarattığı yıkıma odaklanır. Tüm anlatısını da merkezdeki “Cesaret Ana” kişisi üzerinden kurar. Oyundaki eylem için Otuz Yıl Savaşları’nı (1618-1648) seçen yazarın çıkış noktasının, bu savaşın İskandinav tarihi için de Alman tarihi için de aynı değeri taşıması olduğu belirtilmiştir.[2]

Bana kalırsa oyunun anlattığı Otuz Yıl Savaşları dönemi bilinçli bir tercihle ile yaklaşan İkinci Dünya Savaşı’nın yakıcılığı metne yansıtmak ve oyuna temel çıkış noktaları yaratmak açısından işlevli olarak görülmüş olsa gerek. Dolayısıyla Brecht, Avrupa’yı tahakkümü altına alan Hitler’in faşist diktatörlüğüne karşı doğrudan bir cephe açmış oluyor bu eseriyle. Bir taraftan savaş, yıkım, ölüm, din bezirganlığı anlatılırken, diğer yandan savaştan beslenen iktidarların insanı / toplumları nasıl felakete ve yoksulluğa sürüklediğini de doğrudan anlatmış olmaktadır.

Cesaret Ana oyunu genel olarak, anne karakteri Anna Fierling’in Otuz Yıl Savaşları (1624-1636) döneminde hayatta kalma çabasını ve savaşın onun gözünden ne anlam ifade ettiğini konu alır. Kuşkusuz Cesaret Ana’nın gözünden çizilen bu tabloda zaman zaman diğer oyun kişileri açısından da savaşın anlamı ve çelişkileri üzerine de geniş bir yorum yapılır. Bu geniş çerçevenin bir sebebi de yazarın konuya objektif yaklaşma çabası ve seyirciyi bunun üzerine düşünmeye sevk etme isteği olduğu düşünülebilir.

Ana karakter Anna Fierling, savaşta yiyecek, içki ve öteberi satarak kazanmaktadır. Brecht’in oyun için Otuz Yıl Savaşlarını seçmesi de yine epik tiyatro yaklaşımına uygundur. Yaklaşmakta olan bir savaşı konu almaktansa (ki yazar yaklaşan savaşın kapitalizmin Avrupa üzerine getirdiği en büyük felaketlerden biri olduğuna inanmaktadır) üç yüzyıl öncesindeki savaşı neden seçmiştir? Burada kuşkusuz izleyici ve okuyucunun savaşa ve onun yarattığı yıkıma dair, savaşın esasen bir sınıf sorunu olduğuna dair seyircisini düşündürme isteği olsa gerek.

Seyircinin yaşanan zaman dilimi içinde yaşadıkları olaylar, yokluklar, çelişkiler aslında her zaman vardı, demek istemektedir yazar. Öte yanda, böyle eski bir zaman kullanmasının da epik tiyatronun bir başka özelliğinden kaynaklanmaktadır ki Brecht, oyunu izleyenlerin gerçek yaşamla özdeşim kurmalarını, onu deneyimlediklerini düşünmelerini istememiş olabilir. Seçilen coğrafyanın savaşın merkezi olacak Almanya dışında bir yer olarak seçilmesi de aynı hissi güçlendirmekle ilgili olduğunu belirtmek gerekir. Kısacası yazar coğrafi sınırların ötesinde başlangıcı ve ne zaman biteceği belirsiz olan bir savaş sahnesi canlandırmayı başarmıştır. 

Epik tiyatro, temel olarak bilimsel ve planlanmış bir tiyatro türü olarak değerlendirilmektedir. Bu oyunda görebildiğim kadarıyla bir iki istisna dışında epik tiyatronun öne çıkan bütün özellikleri kullanılmıştır. Epik tiyatronun temel amacı ise toplumsal eleştiri olarak ifade edilebilir. Bu anlamda epik tiyatro, eleştirirken de seyircisinde olumlu bir farklılık yaratmayı öne çıkarır. Brecht de hedefini bu doğrultuda çizer. Bunlar da tiyatro yoluyla seyircide adalet ve özgürlük duygularını harekete geçirmek, seyirciye ideolojik mesajlar vermek vb. olarak sıralanabilir. Bu amaçlar öne çıktığında tiyatronun didaktik yönünün öne çıkması haliyle kaçınılmaz olmaktadır. Bu da oyun kişilerinin konuşmalarının veya diyaloglarının fazlasıyla uzamasını zorunlu kılmaktadır. Cesaret Ana’da da bu özellikler, özellikle savaşa ilişkin kanı ve yargıların uzun uzun ifade edildiği diyaloglar ve tartışmalarda karşımıza çıkmaktadır.

Cesaret Ana, doğrudan savaş karşıtı bir oyun olarak değerlendirilebilir. Cesaret Ana gibi savaşı bir çıkar aracı gibi gören karakterde bile ne büyük kırılmalar yaratabileceğini, savaşın, çocuk yaşlı demeden insanları kırıp geçtiğini ve temelde sınıfsal çelişkilerin en derin kırılmalarının yaşandığı bir panorama şeklinde yansıtır. “Brecht, küçük insanların savaştan umacakları bir şey yoktur (güçlülerin tersine). Küçük insanlar zaferlerin ve yenilgilerin bedelim öderler." düşüncesini öne çıkarır, bu düşüncenin altım çizer.”[3]

Epik tiyatronun diğer önemli bir özelliği ise yabancılaştırmadır. Bu yolla seyirci oyun boyunca gerçeklik etkisini yitirmez. Başka bir değişle seyirci oyun izlediğinin farkındadır, seyirciye bir oyun izlediği sürekli hatırlatılır. Bu durumun en önemli sonucunun seyircinin sahnedeki kişilerle özdeşim kurmasının engellenmişi olduğu savunulmaktadır. Bu durumun dramatik ortamda daha nesnel bir zemin yarattığı söylenebilir. Zaten epik tiyatro da temelde nesnelliği ve karakterle aktörün duygusal anlamda ayrışmasını hedefler. Bu teknik oyunlarda kullanılan koro, şarkılar, halk türküleri ve danslarla gerçekleştirilmektedir. Cesaret Ana ve Çocukları’nda neredeyse tüm sahnelerde bu tip şarkılara rastlayabiliyoruz. Kimi zaman bir durumu tasvir eden kimi zaman anlatıyı besleyen kimi zaman da sahne geçişlerinde araç haline gelen bu unsurlarla özdeşim kırılmaktadır. “Wulbern, şarkıların kullanımı için şöyle der: ‘Bu tarz şarkılar, izleyicinin dengesini değiştirerek, onları yabancılaştırarak eleştirecek olmalarını sağlayarak dramatik sürekliliğe engel olur.’ ”[4]

Seyirciye yabancılaştırma yoluyla sahnede gerçek bir savaş değil, savaşın bir temsilini izlediği anımsatılmaktadır. Bu şarkılarla anlatılan olay (Cesaret Ana’da anlatılan savaştır) ne denli dehşetli bir olay olursa olsun, bir temsildir diye fısıldar gibidir. Bunun doğal bir sonucu olarak da seyirci ile oyun arasına bir mesafe ortaya çıkmaktadır.

Diğer bir yorumla bu teknikle muradın başta söylediğim temel amaç olan toplumsal eleştirel yaklaşımın geliştirilmesi olduğunu belirtelim. Bu bağlamda düşünüldüğünde adeta seyirciye nesnel bir gözle bakıp olgu ya da olayı sorgulamayı, verileni olduğu gibi kabul etmemeyi öğütlemektedir. Sanki seyirci, gerçek dünyada yaşananların bir karikatürüne (nesnel bir yansımasına) bakmaktadır. Epik tiyatro bize bunu, yani nerede olduğumuzu bir an bile unutturmaz.

Okuduğum çeviride oyunun yazılış süreci ve reji üzerine yazılan notlarda belirtildiği gibi, bir aktörün birden fazla karakter oynadığı görülmektedir. Diğer yandan oyun epizodiktir. Sahneler birbirinden bağımsız bölümler gibidir. Birbirini takip etmez, zaten aralarında mutlak bir bağlantı olmasına da gerek yoktur. Cesaret Ana’da bütün sahnelerde yıllara yayılan zamansal sıçramalar vardır. Örneğin, ikinci sahne birinci sahneden iki yıl sonra gerçekleşirken üçüncü sahnedeki olay üç yıl aradan sonra gerçekleşmiştir. Zamansal atlamalar, aralıklar olayın aksettirilmesi ya da seyircilere aktarılmasında bir engel teşkil etmemiştir.

Sahneler tek tek incelendiğinde her birinin adeta birer bağımsız anlatı olduğu görülmektedir. Bütün bunlar da rastlantısal değil, epik tiyatronun önemli özelliklerinden biridir. Yanı başında bir dünya savaşı iyiden iyiye kendini hissettirirken Brecht’in Nazi Almanya’sı yerine uzak bir tarihsel dönemi anlatmayı tercih etmesi de yine yukarıda bahsettiğimiz yabancılaştırma bağlamında okunmalıdır. Bu durum farklı yorumlanabileceği gibi epik tiyatro bağlamında düşünüldüğünde seyircinin özdeşim kurmasına engel olacak bir zaman bariyeri olarak değerlendirilmelidir. Aksi halde Alman izleyici içinde bulunduğu zamanı anlatan bir eserle, anlatıyla daha kolay özdeşim kurabilirdi. Böylece oyundaki zaman ve mekanı seyirciye yabancılaştırılarak onun nesnelliği yakalaması ve duygulardan arınarak eleştirel bir yaklaşım geliştirmesi desteklenmiş olur.

Oyunun klasik tiyatro anlayışından ayrılan bir diğer yanı da karakterlerin günlük hayattan ya da tarihten kişiler olarak değerlendirilmesinin mümkün olmamasıdır. Oyun kişileri, diyaloglardan anlaşılabileceği kadarıyla gerçekçi bir eğilim taşısalar da bir taraftan bu gerçeklikten adeta kaçış içindedirler. Bunun en tipik örneklerinden biri, ilk sahnede, Cesaret Ana’nın kendini ve mesleğini tanıttığı şarkısıdır. Cesaret Ana’nın şarkısı yabancılaştırma etkisini güçlendirir. Çünkü bu teknikle sahnede şarkıyı söyleyen oyuncunun Cesaret Ana rolünde olan karakterden farklı olduğu seyirciye açıkça ifade edilmiş olur. Brecht’in bu tekniğini birçok oyunda görebilmekteyiz. Özellikle şarkılar yoluyla (aktörlerin sahnede şarkı söylemeleri sırasında) aktörle canlandırılan karakter keskin bir biçimde farklı olduklarını ifade etmiş olurlar.

Epik tiyatronun eleştirel bir yaklaşımı olduğundan hareketle tüm karakterlerin bir biçimde savaşı eleştirmek üzere konumlandırıldığını belirtebiliriz. Bu eleştirilen merkezinde kuşkusuz her şeye azami kar ve egemenlik hırsıyla bakan kapitalizme yönelik eleştiriler söz konusudur. Öyle ki kapitalizmin yarattığı tüm değer yargıları da sorgulanmaktadır oyunda. Ahlak, onur, namus, erdem hepsi bir terazi kefesinde yeniden değer biçilmek üzere sorgulanmakta ve aslında kapitalizmin en çıplak yüzü olan savaşta tüm bu değer yargılarının aslında birer yanılsama olduğunu göstermektedir. Çünkü savaş öncesinde el üstünde tutulan tüm değer yargılarının, ahlaki yasaların yerini tek bir yasa almıştır: Hayatta kalmak ve yaşamını sürdürmek!
***
Oyunun son sahnesinde ciddi bir değişim olmaz. Cesaret Ana büyük kayıplar ve yıkımlar yaşamıştır. Evlatlarını kaybetmiştir ancak ciddi bir değişim gözlenmez. Adeta akan bir hayatın içinde zorunlu bir yolculuktadır ve bu yolun tek anlamı yürümek gibidir. Mesela özellikle zaman zaman kendisine acıdığını da düşündüğüm dilsiz kızı Kattrin’in ölümü karşısında dahi oldukça soğukkanlıdır. Zaten oyun boyunca hiçbir zaman bu soğukkanlılığı kaybetmemiştir. Yaşanan her şey adeta yaşanması gereken gibidir. Bu konuda aslında Bertolt Brecht oldukça gerçekçi ve tutarlı değerlendirilebilir. Kaldı ki  “Tiyatro İçin Küçük Organon” adlı yapıtında:
“İnsanlar bir zamanlar önceden kestirilemeyen doğa afetlerinin karşısında ne durumda idiyseler, bugün de kendi girişimlerinin karşısında öyle duruyorlar”[5]  derken tam da bu durumu anlatır gibidir.

Oyunun sonunda Cesaret Ana’nın yaptıkları ve yaşadıkları sonucu klasik tragedyada gördüğümüz bir anagnorisis, (hatasının farkına varma, aydınlanma) yaşamadığı görülür. Daha önce de başka evlatlarını yitirdiğinde ya da elindeki her şeyden olduğunda bile büyük bir dönüşüm yaşamamıştır. Diğer yandan bir pişmanlık belirtisi de göstermemektedir. Bu durumda epik tiyatronun zaten gerçekçi olma kaygısı taşımadığına gönderme yapabiliriz. Brecht, Cesaret Ana’nın bu durumu için: “Cesaret Ana trajik tecrübesinden, bir kobay faresinin, alet olduğu bir deneyden öğrendiğinden daha fazla bir şey öğrenmez.” der.

Oyunda bana kalırsa en güçlü mesajlar aşçı yoluyla verilmiş gibidir. Aşçı’nın “Büyük Ruhların Şarkısı”nı söylediği sahnede (s.62-64)  bu durum somutlaşır. Bu şarkı ile en erdemli tarihsel karakterlerin bile erdemlerinin mutlu olmaya yetmediği anlatılmış gibidir. Dolayısıyla sıradan insanların bu erdemlere sarılmaları da aptallıktır. Zaten en sonunda da Aşçı bütün erdemleri lanetleyip hatta bu erdemlerin kendilerini yokluğa ifade ettiğini savunarak “[…] Ama hırsız ve katil olsaydık belki de doyardık. Ahlaksızlık karın doyurur, erdem değil. Dünya böyle, ama Öyle olmak zorunda değil?” (Cesaret Ana, s. 64) der. Dünya böyle olabilir; ama bu bir yazgı değil, der gibidir. Belki de bu sözlerde başka bir dünya düşüne çağıran yazarın mesajı gizlidir.


[1] Bu çalışmada “Bertolt Brecht, Bütün Oyunları, Çev. A.Cemal vd., Mitos Boytut Yay. İstanbul, 1997”  çevirisi dikkate alınmıştır.
[2] Bertolt Brecht, Bütün Oyunları, Çev. A.Cemal vd., Mitos Boytut Yay. İstanbul, 1997, s.252
[3] Bertolt Brecht, Bütün Oyunları, Çev. A.Cemal vd., Mitos Boytut Yay. İstanbul, 1997, s.250
[4] Özlem Özmen, Epik Tiyatro’nun Öncüsü: Bertolt Brecht ve Cesaret Ana, (http://www.tiyatrodunyasi.com)
[5] B. Brecht, Tiyatro İçin Küçük Organon, Çev.A. Cemal, Mitos Boyut Yay. s. 44

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 2: "UNUTULAN"

Nazım Hikmet'in kayıp ikinci şiiridir "Unutulan" ... Aslında eski baskı kitaplarında bulunan; ancak son yıllarda yapılan bası...