22 Aralık 2017 Cuma

DİRENİŞİN RUHU: FİLİSTİN ŞİİRİ*

Filistin... Kenanlılara vaat edilen topraklar... Üç dinin kutsal kenti. Kanın çığlık attığı coğrafya... Her dince yasaklanmış olduğu halde öldürmenin “rutin” ve “doğal” olduğu kanlı topraklar. Emperyalist hegamonyanın en dolaysız ve perdelenmeye bile hacet duyulmayan kanlı yüzünün sureti...

Şiirin gelişimi çoğunlukla insanın ve toplumların tarihi ve evrimiyle beraber ele alınmıştır. Zira şiir de yaşamdan fışkırır ve hayatın en has seslerinden, eylemlerinden, devinişlerinden beslenir. Şiir, kimi zaman söz ve büyü arasında bir yerde kimi zaman da doğrudan hayatın söze yansıması olagelmiştir. Nasıl ki “büyü”, gerçek tekniğin eksikliklerini tamamlayan aldatıcı bir teknik olarak ele alınır, şiir de gerçek hayatın eksik parçalarını ağırlıklı olarak duygulara seslenerek ifade eder. Bunu yaparken realiteye ters düştüğü de olur. Tıpkı kaçınılmaz bir ölümle pençeleşen şairin, denizin ortasında, gözlerini göğe dikip; “Parlak yıldız, ben de senin gibi değişmez olsam” (Keats) diyerek şiirin büyüsüne sığınması gibi.
Şiir için toplumsal gelişimin aynası demek abartılı bir ifade olmaz. Çünkü şiirin içeriğinden, yapısal özelliklerine kadar toplumsal gelişim ile şiirin gelişimi arasında bir koşutluk vardır. Her ülke edebiyatında bu ilişki farklı biçim ve içerikte, çeşitli yoğunluklarda, doğrudan ya da dolaylı olarak şiirde yansısını bulmuştur. Ülkelerde yaşanan olaylar, insana ilişkin tüm duygular, büyük ve sarsıcı değişimler, ihtilaller, felaketler... hepsi şiirin konusu olmuştur. 

BİR "AN" RUHU ELE GEÇİRDİĞİNDE



Öteden beri insanoğlu bir dizi prangayla bağlanmak istenmiş “medeniyete”. Din, ahlak, değer yargıları, yasalar hepsi insanın neler yapmaması gerektiği ya da yasak olanı yaptığında başına gelecek felaketleri anlatmak, onun ruhunda korku fırtınaları koparmak üzerine kurulmuştur.

İnsanı idealize eden tüm inanç biçimlerine sormak gerek: Siz, hiç dize gelmiş bir duygu gördünüz mü ya da paketlenmiş bir öfke, standart bir sevgi olabilir mi ya da kabına sığan bir aşk gördünüz mü? Hiçbir pazarda rüzgâr satıldığını, dalgaların çuvallara sığdırıldığını gören olmamıştır... Hele zaman… Tüm varlığınızı adasanız da onu geri getiremezsiniz!

Bugünün değerler sisteminin yaratıcısı kapitalizm, tüm çirkinlikleri maskelemekte. Bir taraftan kutsadığı tüm değerleri (aile, ahlak vs.) öte yandan alınıp satılan bir “mal” haline getirmekte.Onun için aslolarak tek kutsal yasa vardır: Kâr yasası. Bu değer erozyonunu öyle doğal ve kılıfına uygun gerçekleştirir ki geçmişin tüm saygın değerleri alaşağı olurken insan kitleleri nostaljik bir yıkımın seyircisi olmaktan öteye geçemezler. Hatta bazen bu yıkımın gönüllü köleleri olduklarının ayırdına bile varamazlar. Ne kadar kudretli görünürlerse görünsünler iradeleri hüküm altında olan askerlerden başka bir şey değillerdir.

21 Aralık 2017 Perşembe

BEKLEMEK

İnsan en çok neyi bekler? 

Bir sevgiliyi ya da zenginliği mi? 

Huzuru mu bekler, sağlığı, bir haberi veyahut sonsuz bir yaşamı… 

Belki de en çok zamanı bekler insan. 

Peki, bu bekleyiş öylesine bir kerteye varır mı ki artık beklemek olmasın? 

Bertolt Brecht “İyilik Neye Yarar?” adlı şiirinde beklemenin aksine “beklemeyişin” asaletini anlatır.

“İyi insan olacağınıza
Öyle bir yere götürün ki dünyayıİyilik beklenmesin.”

Beklemek, ilerleyememektir çünkü. Hayallere sığınmak, boş umutlara kapılmaktır ona göre. Her günün birbirini tekrar eden silsilesinde yıpranan, eskiyen yüzümüzün coğrafyasıdır beklemek. Beklemek durağanlıktır, yavaş yavaş çürümesidir fani olanın baki zaman karşısında.

18 Aralık 2017 Pazartesi

ACINASI BİR YETENEK



SATRANÇ USTASI DON SANDALİO'NUN ROMANI

Sevgili Felipe, sahilde sakin bir köşedeyim, denize bakan dağların eteğinde; hiç kimse tanımıyor beni burada ve şükür ki ben de kimseyi tanımıyorum. Buraya insanlardan kaçmak için geldim, doğayla arkadaşlık etmek için… Bir antropofobi (insanlardan korkma hastalığı) attı beni buralara; hayır ben insanlardan nefret etmiyorum, onlardan korkuyorum. Bazen Robenson Cruseu'ya ne kadar da benzetiyorum kendimi. O da ıssız adanın boş sahilinde dolaşırken çıplak bir ayak izi görmüştü. Donakalmıştı bu manzara karşısında, bir hayalet görmüşe döner Robinson şaşkın ve sıkıntılı bir halde barınağına yol alır, giderken iki üç adımda bir arkasına bakar; çevresindeki her harekette ürperir. Kuşkusuz benimki biraz farklı bir hissiyat, çıplak insan ayağı izleri görmekten değil, çılgın ruhların aptalca sözlerini duymaktan korkuyorum.

13 Aralık 2017 Çarşamba

GELECEĞİN ŞİİRİNİ YAZANLAR -1: NAZIM HİKMET'TE YENİ BİR DÜNYA DÜŞÜ


Nazım Hikmet’in haklı ününü elde etmesinde de etkili olan özellikle birkaç şiirden biridir “Salkım Söğüt”. Hikmet’in yazdığı şiirler özellikle özsel (anlam) boyutlarıyla öne çıksalar da bu şiirden de anlaşılabileceği gibi Nazım, hem ses (ritm) hem de biçimsel yapı üzerinde önemle durur. Estetik olanı yakalamaya çalışırken sanatsal yaratıların bu özelliklerinden de faydalanmaya çalışır.

Şiirin daha başında başlayan müzikalite, dizelerin birbirleriyle uyumu gözetilerek daha ilk baştan sunulur bize. Serbest şiir biçiminde ölçüsüz yazılmıştır şiir. Ama belirgin bir ses özelliği yakalamak için de uyağın ahenk gücüne başvurur. Bu şiir müzikle şiirin nasıl iç içe işlenebileceğinin, şiirin kendi içindeki ezgiselliğinin göstergesidir.

Ortaçağ'da Din Dışı Oyunların Dinsel Oyunlara Dönüşümü

Yaklaşık bin yıllık bir süreci kapsayan Ortaçağ, Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle başlayan ve Rönesans’a kadar olan süreci ifade eder. Bu zaman dilimi özellikle Doğu ve Batı’da siyasal, sosyal ve ekonomik anlamda büsbütün farklı bir seyirde ilerlemiştir. Hıristiyanlığın egemen olduğu Avrupa’da yeni bir değerler sistemi ve bununla paralel olarak yeni bir ekonomik siyasal sistem olan feodalite (derebeylik) sistemi öngören bu dönemin değerler sistemini de yepyeni normlar ve kurumlar şekillendirmiştir. Toplumun tepeden tırnağa yeniden biçimlendirildiği bu sürecin çok yönlü mimarı ve mutlak belirleyicisi Hıristiyanlık ve kilisedir.

ÇEHOV'UN SESSİZLİĞİ

ANTON ÇEHOV’UN SESSİZLİĞİ

Çehov’un kendi döneminin bir yansıması olmakla birlikte aynı zamanda öncülerinden olduğu realist akımın önemli bir temsilcisidir. Ancak dönemin realist anlayışını savunan yazarlar ile çehov’un realist yaklaşımı arasında önemli bir farklılık vardır. Bu farklılığı yansıtan en belirgin yan ise karakterlerin iç dünyalarını yansıtan yeni yollar arayışına girmiş olmasıdır. Özellikle oyunlarında buna dair çok sayıda veriye rastlamak mümkündür. Bu yaklaşımda çok sayıda dikkat çekici özellik olmakla birlikte “Çehov’un ‘es’leri” ya da “sessizliği” olarak tarif edilebilecek dikkat çekici bir yönü vardır oyunlarının. Söylenmek istenenin tam olarak söze dökülemediği ya da bazı noktaların okuyucuya bırakıldığı bu sessizlikler, kesik cümleler ya da üç nokta (…) ile yansıtılmıştır. Bu yazıda anlatılan sessizlik tezi “Martı” oyunu ekseninde anlatılmıştır. Yer yer diğer oyunlara da göndermeler yapılmıştır.

20 Ekim 2017 Cuma

MARTİN EDEN'İ NASIL BİLİRSİNİZ?

Üretim araçlarının gelişkinliği nasıl ki toplumsal gelişim-değişim dinamiklerini belirliyorsa, bireyin kurtuluş düşleri de o bağlamda şekillenecektir. Zaten Jack London’un yaşadığı dönem içindeki “arayışıyları” bunu bir başka açıdan değerlendirme imakanı da sunar bizlere.

Bir gemi işçisinin yaşamını, hayallerini ve bu hayallere ulaşma gayretini anlatan Jack London‘un kimilerine göre hayatıyla da özdeşleşen romanıdır “Martin Eden”. Hikaye ABD‘de, 19. yüzyılın ikinci yarısında, kapitalizmin yeni yeni palazlanmaya başladığı ve yoksul halkı baskı ve sömürü çarkları arasında azgınca ezmeye başladığı yıllarda gelişir

AİSKHYLOS: ZİNCİRE VURULMUŞ PROMETHEUS ÜZRİNE

Bilinç ver özgürlüğün simgesi olan Premetheus’u güçlü kılan bilinci ve bilgeliğidir. Bir taraftan Zeus’un öfkesinden sakınmamaktadır.

Zeus'a türlü biçimlerde meydan okumakta, bilicilik gücüyle de onu kaçınılmaz sonu karşısında telaşa düşürmektedir.

Bu güçlü mit, edebiyattan felsefeye kadar pek çok alanda derin etkiler yaratmış, sanatsal metaforların geliştirilmesinde dikkat çeken bir figür olmuştur.

ORTAÇAĞ TİYATROSU


Kostümler

Ortaçağ tiyatrosunda çoğu karakterin kostümleri gündelik hayatta kullanılan kostümlerdi. Örneğin Romalı askerleri oynayanların ortaçağ zırhlarıyla donatılması ya da Yahudileri oynayanların psikopos cüppeleri giymesi gibi işlevsel bir kostüm anlayışları var. Tanrı’nın canlandırılması var mesela… Tanrı, imparator ya da papa gibi giyiniyor. Bunlar arasında bağ kurulmasını daha önce görmüştük. Melekler, kilise giysilerine kanat takılarak canlandırılıyor. Kutsal ya da dünyevi her önemli karakter, kendini belirleyen bir simge taşıyor. Şeytanlar, yırtıcı kuşlara benzetiliyor. Başka yaratıklar var; hayvan kafalı canavarlar ya da pullu, kuyruklu, boynuzlu ya da pençeli yaratıklar.

29 Nisan 2017 Cumartesi

ANTON ÇEHOV VE MARTI OYUNU ANALİZİ

Rus gerçekçiliğinin öncü yazarlarından olan Çehov’u kendinden önceki yazarlardan ayıran en önemli etkenlerden biri, hayata geniş bir pencere açmasıdır. Özellikle oyunlarında sıradan ya da gülünç görünen; ancak tipik ve göz ardı edilemeyecek “önemsiz şey” ve durumları kapsama alanına alır. Kendisine gelinceye kadar edebiyatın dışında görülen, hayatın “ilk göze çarpan” önemsiz şeylerini edebiyata sokmuştur. Öyle ki bu yaklaşımı kendi döneminde oldukça yadırganmıştır. Bu durum, birçok eleştirmene göre toplumsal ilgisizliğin ve kayıtsızlığın ifadesi olarak görülmüştür. Şengunov bunu şöyle ifade etmiştir: “Artık Rusya o kadar boşaldı ki düşünen kişinin, bütün Rusya’da anlatmak ve açıklamak istediği hiçbir şey yoktu.”[1]

TİYATRONUN KAYNAKLARI 1


Tiyatronun kökenleri incelendiğinde ilkel toplumlara dayandırılan birtakım değerlendirmeler yapılır. Buna göre tiyatronun kökeni ilkel toplumların büyü törenlerine dayanmaktadır. İnsanların doğa ve doğa olayları karşısındaki aczi onları çeşitli eylemlere yöneltmiş, insanlar çeşitli etkinlikler ve büyü yoluyla bu doğa olaylarını etkileme ya da değiştirme çabası içine girmişlerdir. Yağmur duaları, bolluk ve bereket törenleri, ölme-dirilme törenleri bunlara örnek olarak verilebilir. Özellikle çeşitli av törenlerinde tiyatronun da temel öğeleri olan, taklit, devinim ve kolektif iş yapma unsurları ortaya çıkmaktaydı.

Başka bir deyişle tiyatronun esas kaynağı, ilkel insanların veya toplulukların doğayla, tanımlayamadıkları varlık veya durumlarla ilişki kurmak, onları değiştirmek, kendine uygun hale getirmek için giriştikleri mücadeleler vardır.

OYUN KURAMI: HOMO LUDENS VE OYUN ÜZERİNE


İnsanın, kendini toplumsal ilişkiler içerinde var etmeye başlamasıyla birlikte diğer canlılardan kendisini kalın bir çizgiyle ayırmaya başlamıştır. Bu evrimsel süreçteki sıçrama hem fizyolojik hem de doğa ile mücadele noktasında insanı diğer canlılar karşısında egemen bir konuma taşımıştır denilebilir. Bu kopuş insanın doğanın bir parçası olan varoluş sürecinden büsbütün bir kopuş anlamına gelmemektedir.

İnsan, ilksel dönemlerden bu yana, değiştirerek de olsa, taşıdığı birçok özü bağrında taşıyarak evrimleşegelmiştir. İlksel insana dair birçok bilinmezi bugünkü insanı anlama çabasında ortaya çıkarmaktayız. Bu anlamda insan, keşfedilmemiş sınırlarıyla kendisi için bir gizem olmayı sürdürmektedir.

Johan Huizinga’nın “Homo Ludens” adlı yapıtta, insana ilişkin temel varlık unsurlarının başına oyun kavramını yerleştirmiştir. Öncelikle oyunun sadece “insana özgü” olmadığını, çeşitli hayvanlardan örnekler vererek açıklamaya çalışmıştır. Ancak “kültürel oyunlar” diye tarif ettiği kategoriyi de oyunların bir üst aşaması olarak sınıflandırmıştır.

AZİZ NESİN TİYATROSU VE "ÇİÇU" OYUNU ANALİZİ

Türk tiyatrosunun Tanzimat’tan sonra belki de en parlak dönemi 1960 yılından sonraki siyasal koşullarda yaşanır. Şehir tiyatroları çoğalmış, Devlet Tiyatrosu başka illerde de yeni tiyatrolar açmıştır. Ancak siyasi-sosyal baskılar her dönemde tiyatronun karşısına çıkmayı sürdürmüştür. Gelişmelerin yaşanmasına rağmen aynı yıllarda tiyatro oyunları çeşitli bahanelerle yasaklanmış, hatta daha da fiili biçimlerde tiyatro salonları basılmış, oyunculara saldırılmıştır.

KÖY SEYİRLİK OYUNLARI VE RİTÜELİSTİK OYUNLAR


Toplumsal ilişkiler içerinde kendini var etmeye başlayan insanın bu gelişim evresi onu diğer canlılardan kalın bir çizgiyle ayırmaya vesile olmuştur. Bu evrimsel süreçteki sıçrama hem fizyolojik hem de doğa ile mücadele noktasında insanı diğer canlılar karşısında egemen bir konuma taşımıştır denilebilir. Bu kopuş insanın doğanın bir parçası olan varoluş sürecinden büsbütün bir kopuş anlamına gelmemektedir.

İnsan, ilksel dönemlerden bu yana, değiştirerek de olsa, taşıdığı birçok özü bağrında taşıyarak bugünlere gelmiştir. İnsanlığın ilk dönemlerine dair birçok bilinmezi bugünkü insanı anlama çabasında ortaya çıkarmaktayız. Bu anlamda insan, keşfedilmemiş sınırlarıyla kendisi için bir gizem olmayı sürdürmektedir.

NAZIM HİKMET TİYATROSU VE YUSUF İLE MENOFİS OYUNU ÜZERİNE

Olay MÖ. 1600 yıl önce Mısır’da yaşanan birtakım olaylar dizisine dayanmaktadır. Hikâye hepimizin yakından bildiği dini bir sembol olan Yusuf etrafında şekillenmiştir. Yusuf, peygamberlerden biri kabul edilmektedir. Özellikle güzelliği ve rüyaları tabi etme yeteneği ile bilinir. İsrail topraklarında doğup büyümüş olan Yusuf, kardeşlerinin ihanetine uğrayarak bir kuyuya atılır. Buradan geçen bir kafile onu fark edip kurtarır ve Mısır’da köle olarak satılır. Kuran’a göre Yusuf’un köle olarak satıldığı Mısır’daki efendisinin adı Aziz, Tevrat’a göreyse Potifar’dı. Nazım bu oyunda birçok bölümde doğrudan Tevrat’ı dayanak yapmıştır. Hikâyenin özü, kişileri, örgüsü Tevrat’ı temel alarak şekillendirilmiştir.

HALDUN TANER: KEŞANLI ALİ DESTANI

Keşanlı Ali’nin yaşadığı gecekondu mahallesinde bir cinayet işlenir. Öldürülen kişi, Ali'nin sevdiği Zilha'nın dayısıdır. Nasıl olduysa cinayet Alinin üstüne kalır. İşlemediği suçtan ötürü mahpushaneye düşer, burada da bazı olaylara karışır. Tüm bunlar Ali’yi iyice meşhur eder. Böylece gecekondularda yaşayanlar arasında, Ali'ye karşı, gittikçe büyüyen bir ilgi, sevgi ve korku oluşur. Nihayetinde Ali cezasını çekip gecekondu mahallesine döner. Tam döndüğü sıralarda da muhtar seçimleri gündemdedir. Mahpushane yaşantısı içerisinde kurnazlığı öğrenen Ali birtakım hilelerle başvurarak, rakiplerini bir bir ekarte ederek muhtarlık seçimlerini kazanır. Böylece mahalledeki hâkimiyeti ve etki gücü daha kurumsal bir hal alır.  Artık, gecekondu bölgesine dair her şey, iyisiyle kötüsüyle ondan sorulur. Bu süreçte Zilha’ya da yaklaşmaya çalışır. Ama Dayısının katiliyle birlikte olmayı kendine yediremeyen Zilha ondan iyice uzaklaşır. Ali’nin gerçeği anlatmasına rağmen bunu kabul etmez, gerçeği herkese ilan etmeden ona yaklaşmayacağını bildiri. Daha sonra Zilha, şehirde bir konağa yerleşir.

KLASİK TRAGEDYALAR İLE SENECA TRAGEDYALARININ KARŞILAŞTIRILMASI



Tragedyalar, yaşamın acıklı, ders niteliği taşıyan ve insanı ve onun duygu durumlarını etkilemek üzerine kurulmuş, kendine özgü kuralları olan oyunlardır. Esas olarak ahlaki bir sonuç ve ders çıkarmayı hedefleyen bu oyunlarda yüksek erdem örnekleri ortaya konulur.

Aristoteles’e göre tragedya: “Tragedya belirli bir uzunluğu olan, oyunun çeşitli bölümlerinde belirli biçimde süslü bir dilin kullanıldığı, anlatı yapmayan ancak sahneleyen insanlar tarafından gerçekleştirilen, acıma ve korku yoluyla bu gibi duyguların sağılımı [katharsis] gerçekleştiren, ciddi ve tamamlanmış  olaylar dizisinin [praxis] yeniden sunumudur [mimesis].”  şeklide tanımlanır.
Bu tanımdan hareketle tragedya, izleyicilerde güçlü duygusal reaksiyonlara neden olan olayların, şiirsel bir ifadesi olarak da değerlendirilebilir.

Yine aristoya göre tragedyanın başarısı izleyicide “acıma ve korku” duyguları uyandırmasıyla ölçülür. Çünkü ahlaki bir ders çıkarmak için güçlü bir duygusal sarsıntının ortaya çıkması gerekir. Bunu da güçlü oyun kişileri eliyle (Tanrılar, krallar, asiller vb.) gerçekleştirir. Kahramanların eylem ve durumlarının olumludan olumsuza taşınmasıyla yaratılan kırılma yoluyla da eylemsel bir forma dönüşür.

POETİKA IŞIĞINDA KRAL OİDİPUS OYUNUNA BAKMAK

Aristoteles’in 4. Yüzyılda kaleme aldığı Poetika adlı eser, şiir ve tiyatro hakkında kapsamlı ve derli toplu bilgi veren ilk eser olması hasebiyle önemli bir kaynak eser olarak kabul edilmektedir. Eserde “tiyatro” olarak değerlendirilen yegane tür “tragedya”dır.  Tragedya birçok yönden ele alınmış ve ayrıntılı olarak bir tragedyanın nasıl olması gerektiği üzerinde durulmuştur. Aristoteles, Poetika’da birçok defa Kral Oidipus’u ideal bir tragedya olarak nitelemiş ve tragedyayı açıklarken Kral Oidipus’a sık sık göndermeler yapmıştır. Buna göre Poetika’da adı geçen başlıca kavramlar şunlardır:

VANYA DAYI IŞIĞINDA ANTON ÇEHOV TİYATROSUNA BAKMAK

Rus gerçekçiliğinin öncü yazarlarından olan Çehov’u kendinden önceki yazarlardan ayıran en önemli etkenlerden biri, hayata geniş bir pencere açmasıdır. Özellikle oyunlarında sıradan ya da gülünç görünen; ancak tipik ve göz ardı edilemeyecek “önemsiz şey” ve durumları kapsama alanına alır. Kendisine gelinceye kadar edebiyatın dışında görülen, hayatın “ilk göze çarpan” önemsiz unsurlarını edebiyata sokmuştur. Öyle ki bu yaklaşımı kendi döneminde oldukça yadırganmıştır. Bu durum, birçok eleştirmene göre toplumsal ilgisizliğin ve kayıtsızlığın ifadesi olarak görülmüştür. Şengunov bunu şöyle ifade etmiştir: “Artık Rusya o kadar boşaldı ki düşünen kişinin, bütün Rusya’da anlatmak ve açıklamak istediği hiçbir şey yoktu.”[1]

FEODAL SİSTEMDE AVRUPA'NIN SINIFLI TOPLUM YAPISI

Ortaçağ, Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle başlayan ve genellikle İstanbul’un fethine kadar[1] olan süreci tarif etmek için kullanılan, yaklaşık bin yıllık bir süreci kapsayan zaman dilimidir. Ortaçağ’a özelliğini veren, İlk Çağ’dan farklı siyasi, sosyal ve ekonomik düzene ve bu düzenin ifadesi olan değerler sistemine ise feodalite (derebeylik) denmektedir. Bu sistemin değerler sisteminin mutlak belirleyicisi Hıristiyanlık ve bunun kurumsal kimliğinin taşıyıcısı olan kilisedir.

“Klasik feodalitenin -bütün çizgileriyle- ortaya çıkışı, Fransa'da Karolenj İm­paratorluğu'nun batışından (10. yüzyıl), İngiltere'de ise Norman istilasından (11. yüzyıl) sonraya rastlar.”[2]

Tam anlamıyla siyasal, hukuksal, ekonomik ve sosyal bir sistem olan feodal düzenin en ayırt edici yanlarından biri "devlet birliği"nin olmayışıdır. Bu dönemde Avrupa’da egemen siyasal örgütlenme modeli beylikler ya da derebeyliklerdir. Böyle olunca da halk doğrudan doğruya devletin değil, toprak sahibi senyörlerin egemenliği altıda bulunmaktaydı.

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 2: "UNUTULAN"

Nazım Hikmet'in kayıp ikinci şiiridir "Unutulan" ... Aslında eski baskı kitaplarında bulunan; ancak son yıllarda yapılan bası...