20 Ekim 2017 Cuma

MARTİN EDEN'İ NASIL BİLİRSİNİZ?

Üretim araçlarının gelişkinliği nasıl ki toplumsal gelişim-değişim dinamiklerini belirliyorsa, bireyin kurtuluş düşleri de o bağlamda şekillenecektir. Zaten Jack London’un yaşadığı dönem içindeki “arayışıyları” bunu bir başka açıdan değerlendirme imakanı da sunar bizlere.

Bir gemi işçisinin yaşamını, hayallerini ve bu hayallere ulaşma gayretini anlatan Jack London‘un kimilerine göre hayatıyla da özdeşleşen romanıdır “Martin Eden”. Hikaye ABD‘de, 19. yüzyılın ikinci yarısında, kapitalizmin yeni yeni palazlanmaya başladığı ve yoksul halkı baskı ve sömürü çarkları arasında azgınca ezmeye başladığı yıllarda gelişir

Romana adını da veren Martin Eden, zamanın çoğunu limanda ve meyhanelerde geçiren bir işçidir. Sık sık karıştığı kavgalardan birinde Arthur adlı bir aristokrat gencin hayatını kurtarır. Arthur da bu dostane davranışın altında kalmak istemez ve Martin’i evlerine davet eder. Böylelikle aristokrat bir eve girme ve o yaşamı dışardan da olsa gözlemleme şansına kavuşur. Martin, bu davet sırasında Arthur’un Ruth adındaki kız kardeşi ile tanışır. Aslında bu tanışmanın kendisi söz konusu sınıfla tanışmanın farklı bir boyutunu oluşturur ki Martin’in bu sınıfa duyduğu hayranlık Ruth’a duyduğu aşka da karşılık gelir.

Ruth’un yaşantısı, dış görünüşü, “bilgisi” ve “kültürü” Martin’i büyüler; öyle ki ruth’u “eşsiz, benzersiz bir düş perisi” gibi algılayacaktır. Sevdiği kızın dünyasının gizemi, çekiciliği karşısında büyülenen Martin, kültürlü ve güzel bir kadını etkileyebilme yolunun bilgi, kültür ve sanattan geçtiğine, dolayısıyla bu sınıfın bir bireyi olmanın da bu şekilde mümkün olabileceğine kanaat getirir. İşte o zaman hayatına dair farklı bir eğilim geliştirerek büyük bir sabır ve azimle çalışıp yazar olmaya karar verir.

Artık halk kütüphanesinin müdavimi olan Martin büyük bir açlıkla okumaya başlar. Yaşamını sürdürebilmek için çalışmak zorunda kaldığı zamanın dışındaki tüm zamanını okuyarak geçirir; sadece edebiyata duyduğu ilgi değil, zengin olma düşüdür aslında onu bu denli okumaya sevkeden. Kısacası sınıf atlama hayali ile toplumsal çözülmenin tematik olarak atbaşı gittiği bir hikayedir karşımızdaki.

Romanda, aşkın temel devindirici olduğunu algılamaya vesile olan kurgu, ilerleyen bölümlerde sınıf atlama düşü ve aşkın düşsel-ulaşılmaz-platonik yapısı bağlamında kırılır. Çünkü buradaki aşkın temelleri tıpkı yazar olmaktan beklenenler kadar nahif ve kırılgandır. Azmiyle okuru hayrete düşüren kahramanımız ekmeğinden, uykusundan vb. temel ihtiyaçlarından feragat ederek, sevdiği kadına ulaşmaya ve yazar olmaya, dolayısıyla sınıf atlamaya çalışır inatla. Azmiyle takdir edip göklere çıkardığımız Martin, azminin beklentilerini göz önüne aldığımızda zavallı bir mahluka dönüşür!
İlerleyen bölümlerde Martin’in, Ruth’un ailesi ile onların dostlarına, duyduğu hayranlık farklılaşacak ve tam karşıt bir duyguya dönüşecektir. Bu insanların sınıfsal konumları ve bilgilerinden başı dönen Martin, kendini geliştirdikçe durumun hiç de öyle olmadığını ve bu sınıfın birikim anlamında zafiyetli, ama aynı zamanda boşboğaz bir sınıf olduğunu anlamaya başlayacaktır. Özellikle bunların yaşamları ile söylemleri arasında tezatlık giderek bir öfke ve tiksintiye dönüşecektir Martin’de. Çünkü bunlar adeta ikiyüzlü bir oyun oynamakta ve tüm cahilliklerini gizlemek istercesine hiç bilmedikleri konular hakkında ukalaca davranıp gevezelik etmektedirler. Burjuvaların, konumlarını korumak ve zenginliklerini büyütmek dışında da bir kaygıları olmadığını algılar yavaş yavaş. İşte bu noktada bir zamanlar “kültür abidesi” olarak gördüğü, onca olanağa, kaynağa rağmen nasıl bu kadar cahil kaldıklarına şaşırdığı burjuvalar, Martin’in gözünde birer asalağa dönüşür.

Her türlü olanaksızlık ve yoksulluğa rağmen (buna bir de manevi zorlukları da eklemek gerek) Martin, inandığı yolda yürümeye devam eder. Ve bu azim sonunda meyvelerini vermeye başlayacak, o hep içinde yer almak istediği edebi camiaya katacaktır. Önce belli dergilerde yayımladığı eserleriyle dikkat çekecek, ardından da yayımladığı ilk kitabı büyük satış rekorları kıracaktır. Öyle ki artık yayınevlerinin taleplerini bile karşılamaz hale gelecektir. Bir makine gibi yazıp çizecek ancak bu da yeterli olmayacaktır. O da daha önce yayınevlerinden geri dönen , dalga geçilen, yayıncıların bakmaya bile tenezzül etmediği ürünlerini yayınlatacaktır; ama ne olduysa ünlendikten sonra o “atıl” eserleri bile yayıncılar ve okurlar tarafından kapış kapış alınacak, büyük telif ücretleri karşılığında yayımlanacaktır.

Önceleri Ruth’un ailesi tarafından “hakir” görülüp aşağılanan bu genç, ünlendikten sonra sevgilisiyle de rahat rahat görüşebilecektir. Kısacası para Martin’e hayalini kurduğu her şeyin kapılarını aralayacaktır. Bu bakımdan roman, burjuva sanat anlayışının riyakarlığına da büyük darbeler indirmektedir. Yaratılan ürünlerin değer ölçütünün ne denli belirsiz ve aslolarak da meta (pazar) dolayımlı olduğunu, o yayınevleriyle dalga geçercesine yazıp gönderdiği ürünleriyle okuyucusuna aktarmaya çalışacaktır.

Ancak Romandaki asıl kopuş da bundan sonra başlayacaktır. Çünkü Martin’in onca sıkıntıya, eziyete katlanıp geldiği yer bir “düş bahçesi” değil; kapitalist değerler dünyasının soğuk gerçekliği olacaktır. Düşlerinde daima göksel bir doruk olarak kurguladığı konumun getirdiği bütün olanaklar ona tiksinti vermeye, onu mutsuz etmeye (daha doğrusu aradığı mutluluğun “yalan” olduğunu göstermeye) başlayacaktır! Bundan sonrası Martin için sonun başlangıcı anlamına geliyor. Emeğiyle geçindiği günlerdeki güçlü ve coşkun kişiliğini özleyecek, ama bu dünyadan öteye de kendine bir çıkış bulamayacaktır. Bu çıkışsızlığın kendisi, aslında yazarın dünyaya bakışındaki bireysel kurtuluş imajının iflasının ifadesi başka bir şey olmasa gerek.

Martin’in temel motivasyonlarından biri olan “aşk” bağlamında çizdiği “göğün tanrıçası” profili zaten dudaklardaki bir vişne lekesiyle yeryüzüne inmiştir. “Başarı” arzusunun finalde yarattığı hayal kırıklığı ise son kalesini düşürür ve yazar kahramanının ipini çeker! Bir gemi yolculuğu sırasında uzun düşünsel, psikolojik gerilimler sonrasında Martin belki de bir arınma ögesi olarak kurgulanan okyanusun masmavi sularına dalarak hayatını noktalar.

Üretim araçlarının gelişkinliği nasıl ki toplumsal gelişim-değişim dinamiklerini belirliyorsa, bireyin kurtuluş düşleri de o bağlamda şekillenecektir. Zaten Jack London’un yaşadığı dönem içindeki “arayışıyları” bunu bir başka açıdan değerlendirme imakanı da sunar bizlere. Jack London’un çelişkili, bireysel yaklaşımları ve maceraperet tutkuları onun bir çok romanında yansır. (Ademden Önce, Demir Ökçe, Açlar Ordusu) Yazarın büyük içsel fırtınalarını romanlarında çizdiği karakterler üzerinden yansıttığını söylemek yanlış olmaz. Ancak roman kahramanlarında cisimleşen bu kurgu, dram öğesiyle okuyucuyu kendine çeker. Kahramanlarını işlerken güçlü bir şekilde yaptığı ruhsal, düşünsel çözümlemeler romanlarındaki tadın asıl kaynakları olur. Bu anlamda eserleri de “edebiyatta zaman” noktasında özel bir yer edinip ve klasikler arasında addedilmeyi de hak eder.

Son olarak sözü yazara bırakalım:
“Martin Eden için neden biraz üzülmeyeyim? Martin Eden bendim. Martin Eden bir bireyci idi, bense bir Sosyalist. İşte bu nedenden ben yaşamaya devam ediyorum ve işte bu nedenden Martin Eden öldü. …Bu kitap bireyciliğe bir saldırıdır. Martin Eden, başkalarının ihtiyaçlarının farkına varmayan aşırı bir bireycidir. Hayalleri kaybolduğunda, uğrunda yaşayacağı hiçbir şey kalmaz.”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 2: "UNUTULAN"

Nazım Hikmet'in kayıp ikinci şiiridir "Unutulan" ... Aslında eski baskı kitaplarında bulunan; ancak son yıllarda yapılan bası...