Bir gemi işçisinin yaşamını, hayallerini ve bu hayallere ulaşma gayretini anlatan Jack London‘un kimilerine göre hayatıyla da özdeşleşen romanıdır “Martin Eden”. Hikaye ABD‘de, 19. yüzyılın ikinci yarısında, kapitalizmin yeni yeni palazlanmaya başladığı ve yoksul halkı baskı ve sömürü çarkları arasında azgınca ezmeye başladığı yıllarda gelişir
Romana adını da veren Martin Eden, zamanın çoğunu limanda
ve meyhanelerde geçiren bir işçidir. Sık sık karıştığı kavgalardan birinde Arthur adlı bir
aristokrat gencin hayatını kurtarır. Arthur da bu dostane davranışın altında
kalmak istemez ve Martin’i evlerine davet eder. Böylelikle aristokrat bir eve
girme ve o yaşamı dışardan da olsa gözlemleme şansına kavuşur. Martin, bu davet
sırasında Arthur’un Ruth
adındaki kız kardeşi ile tanışır. Aslında bu tanışmanın kendisi söz konusu
sınıfla tanışmanın farklı bir boyutunu oluşturur ki Martin’in bu sınıfa duyduğu
hayranlık Ruth’a duyduğu aşka da karşılık gelir.
Ruth’un yaşantısı, dış görünüşü, “bilgisi” ve “kültürü”
Martin’i büyüler; öyle ki ruth’u “eşsiz, benzersiz bir düş perisi” gibi
algılayacaktır. Sevdiği kızın dünyasının gizemi, çekiciliği karşısında
büyülenen Martin, kültürlü ve güzel bir kadını etkileyebilme yolunun bilgi,
kültür ve sanattan geçtiğine, dolayısıyla bu sınıfın bir bireyi olmanın da bu
şekilde mümkün olabileceğine kanaat getirir. İşte o zaman hayatına dair farklı
bir eğilim geliştirerek büyük bir sabır ve azimle çalışıp yazar olmaya karar
verir.
Artık halk kütüphanesinin müdavimi olan Martin büyük bir
açlıkla okumaya başlar. Yaşamını sürdürebilmek için çalışmak zorunda kaldığı
zamanın dışındaki tüm zamanını okuyarak geçirir; sadece edebiyata duyduğu ilgi
değil, zengin olma düşüdür aslında onu bu denli okumaya sevkeden. Kısacası
sınıf atlama hayali ile toplumsal çözülmenin tematik olarak atbaşı gittiği bir
hikayedir karşımızdaki.
Romanda, aşkın temel devindirici olduğunu algılamaya
vesile olan kurgu, ilerleyen bölümlerde sınıf atlama düşü ve aşkın
düşsel-ulaşılmaz-platonik yapısı bağlamında kırılır. Çünkü buradaki aşkın
temelleri tıpkı yazar olmaktan beklenenler kadar nahif ve kırılgandır. Azmiyle
okuru hayrete düşüren kahramanımız ekmeğinden, uykusundan vb. temel
ihtiyaçlarından feragat ederek, sevdiği kadına ulaşmaya ve yazar olmaya,
dolayısıyla sınıf atlamaya çalışır inatla. Azmiyle takdir edip göklere
çıkardığımız Martin, azminin beklentilerini göz önüne aldığımızda zavallı bir
mahluka dönüşür!
İlerleyen bölümlerde Martin’in, Ruth’un ailesi ile onların
dostlarına, duyduğu hayranlık farklılaşacak ve tam karşıt bir duyguya
dönüşecektir. Bu insanların sınıfsal konumları ve bilgilerinden başı dönen
Martin, kendini geliştirdikçe durumun hiç de öyle olmadığını ve bu sınıfın
birikim anlamında zafiyetli, ama aynı zamanda boşboğaz bir sınıf olduğunu
anlamaya başlayacaktır. Özellikle bunların yaşamları ile söylemleri arasında
tezatlık giderek bir öfke ve tiksintiye dönüşecektir Martin’de. Çünkü bunlar
adeta ikiyüzlü bir oyun oynamakta ve tüm cahilliklerini gizlemek istercesine
hiç bilmedikleri konular hakkında ukalaca davranıp gevezelik etmektedirler.
Burjuvaların, konumlarını korumak ve zenginliklerini büyütmek dışında da bir
kaygıları olmadığını algılar yavaş yavaş. İşte bu noktada bir zamanlar “kültür abidesi” olarak
gördüğü, onca olanağa, kaynağa rağmen nasıl bu kadar cahil kaldıklarına
şaşırdığı burjuvalar, Martin’in gözünde birer asalağa dönüşür.
Her türlü olanaksızlık ve yoksulluğa rağmen (buna bir de
manevi zorlukları da eklemek gerek) Martin, inandığı yolda yürümeye devam eder.
Ve bu azim sonunda meyvelerini vermeye başlayacak, o hep içinde yer almak
istediği edebi camiaya katacaktır. Önce belli dergilerde yayımladığı
eserleriyle dikkat çekecek, ardından da yayımladığı ilk kitabı büyük satış
rekorları kıracaktır. Öyle ki artık yayınevlerinin taleplerini bile karşılamaz
hale gelecektir. Bir makine gibi yazıp çizecek ancak bu da yeterli
olmayacaktır. O da daha önce yayınevlerinden geri dönen , dalga geçilen,
yayıncıların bakmaya bile tenezzül etmediği ürünlerini yayınlatacaktır; ama ne
olduysa ünlendikten sonra o “atıl”
eserleri bile yayıncılar ve okurlar tarafından kapış kapış
alınacak, büyük telif ücretleri karşılığında yayımlanacaktır.
Önceleri Ruth’un ailesi tarafından “hakir” görülüp
aşağılanan bu genç, ünlendikten sonra sevgilisiyle de rahat rahat
görüşebilecektir. Kısacası para Martin’e hayalini kurduğu her şeyin kapılarını
aralayacaktır. Bu bakımdan roman, burjuva sanat anlayışının riyakarlığına da
büyük darbeler indirmektedir. Yaratılan ürünlerin değer ölçütünün ne denli belirsiz
ve aslolarak da meta (pazar) dolayımlı olduğunu, o yayınevleriyle dalga
geçercesine yazıp gönderdiği ürünleriyle okuyucusuna aktarmaya çalışacaktır.
Ancak Romandaki asıl kopuş da bundan sonra başlayacaktır.
Çünkü Martin’in onca sıkıntıya, eziyete katlanıp geldiği yer bir “düş bahçesi” değil;
kapitalist değerler dünyasının soğuk gerçekliği olacaktır. Düşlerinde daima
göksel bir doruk olarak kurguladığı konumun getirdiği bütün olanaklar ona
tiksinti vermeye, onu mutsuz etmeye (daha doğrusu aradığı mutluluğun “yalan”
olduğunu göstermeye) başlayacaktır! Bundan sonrası Martin için sonun başlangıcı
anlamına geliyor. Emeğiyle geçindiği günlerdeki güçlü ve coşkun kişiliğini
özleyecek, ama bu dünyadan öteye de kendine bir çıkış bulamayacaktır. Bu
çıkışsızlığın kendisi, aslında yazarın dünyaya bakışındaki bireysel kurtuluş
imajının iflasının ifadesi başka bir şey olmasa gerek.
Martin’in temel motivasyonlarından biri olan “aşk” bağlamında
çizdiği “göğün
tanrıçası” profili zaten dudaklardaki bir vişne lekesiyle
yeryüzüne inmiştir. “Başarı”
arzusunun finalde yarattığı hayal kırıklığı ise son kalesini düşürür ve yazar
kahramanının ipini çeker! Bir gemi yolculuğu sırasında uzun düşünsel,
psikolojik gerilimler sonrasında Martin belki de bir arınma ögesi olarak
kurgulanan okyanusun masmavi sularına dalarak hayatını noktalar.
Üretim araçlarının gelişkinliği nasıl ki toplumsal
gelişim-değişim dinamiklerini belirliyorsa, bireyin kurtuluş düşleri de o
bağlamda şekillenecektir. Zaten Jack London’un yaşadığı dönem içindeki “arayışıyları” bunu
bir başka açıdan değerlendirme imakanı da sunar bizlere. Jack London’un
çelişkili, bireysel yaklaşımları ve maceraperet tutkuları onun bir çok
romanında yansır. (Ademden Önce, Demir Ökçe, Açlar Ordusu) Yazarın büyük içsel
fırtınalarını romanlarında çizdiği karakterler üzerinden yansıttığını söylemek
yanlış olmaz. Ancak roman kahramanlarında cisimleşen bu kurgu, dram öğesiyle
okuyucuyu kendine çeker. Kahramanlarını işlerken güçlü bir şekilde yaptığı
ruhsal, düşünsel çözümlemeler romanlarındaki tadın asıl kaynakları olur. Bu
anlamda eserleri de “edebiyatta
zaman” noktasında özel bir yer edinip ve klasikler arasında
addedilmeyi de hak eder.
Son olarak sözü yazara bırakalım:
“Martin Eden için neden biraz üzülmeyeyim? Martin Eden bendim. Martin Eden bir bireyci idi, bense bir Sosyalist. İşte bu nedenden ben yaşamaya devam ediyorum ve işte bu nedenden Martin Eden öldü. …Bu kitap bireyciliğe bir saldırıdır. Martin Eden, başkalarının ihtiyaçlarının farkına varmayan aşırı bir bireycidir. Hayalleri kaybolduğunda, uğrunda yaşayacağı hiçbir şey kalmaz.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler