13 Aralık 2017 Çarşamba

ÇEHOV'UN SESSİZLİĞİ

ANTON ÇEHOV’UN SESSİZLİĞİ

Çehov’un kendi döneminin bir yansıması olmakla birlikte aynı zamanda öncülerinden olduğu realist akımın önemli bir temsilcisidir. Ancak dönemin realist anlayışını savunan yazarlar ile çehov’un realist yaklaşımı arasında önemli bir farklılık vardır. Bu farklılığı yansıtan en belirgin yan ise karakterlerin iç dünyalarını yansıtan yeni yollar arayışına girmiş olmasıdır. Özellikle oyunlarında buna dair çok sayıda veriye rastlamak mümkündür. Bu yaklaşımda çok sayıda dikkat çekici özellik olmakla birlikte “Çehov’un ‘es’leri” ya da “sessizliği” olarak tarif edilebilecek dikkat çekici bir yönü vardır oyunlarının. Söylenmek istenenin tam olarak söze dökülemediği ya da bazı noktaların okuyucuya bırakıldığı bu sessizlikler, kesik cümleler ya da üç nokta (…) ile yansıtılmıştır. Bu yazıda anlatılan sessizlik tezi “Martı” oyunu ekseninde anlatılmıştır. Yer yer diğer oyunlara da göndermeler yapılmıştır.


Bilindiği üzere Çehov, oyunlarında, realizmin tüm özelliklerini kullanmış, bunun yanı sıra empresyonizm ve sembolizmin özelliklerinden de zaman zaman yararlanmıştır. Realizm, elbette Çehov’un incelikle işleyip kullandığı ve bir yönetmen olarak Stanislavski’nin sahneye başarıyla aktardığı, onun tarzında önemli bir yere sahip olan akımlardan biridir.[1]

Kuşkusuz Çehov, eserlerindeki sessizliği bilinçli bir yönelim olarak oyunlarında kullanmış ve bu yolla da oyunlarının dramatik yapısına güçlü anlam düğümleri atmayı sağlamıştır. Belki bundan da önemlisi sessizlik diye ifade ettiğimiz noktaların oyuncular açısından derin bir duyuş, anlam ve ifade olanağı sunmasıdır. Bu sayede realist anlayışa uygun olarak oyun kişileri, yaşan kanlı canlı kişilere dönüşür, daha da görünür olurlar. Oyun boyunca sözlerde ifadesini bulan canlılık bu susmalar yoluyla gerçek yaşama bir adım daha yaklaştırılmış olur.

Oyunlarda karakterler oluşturulurken onları gerçeğe yaklaştıran en önemli boyutların başında ruh derinlikleri gelmektedir. Bu anlamda Çehov’un metinlerdeki sessizlikleri, karakterlere güçlü bir ruh boyutu kazandırmaya yardımcı olmaktadır. Böylece oyuncular bu eslerden yararlanarak sergiledikleri karakterlere derinlik kazandırabilirler.

Nabakov, Çehov’un dili kullanışı konusunda şöyle der: “Çehov, dil konusunda Gogol gibi bir mucit değildi. Onun edebiyat tarzı, günlük kıyafetlerle partiye giden birinin tarzındaydı.” (1981, s.29)  Çehov, ağırlıklı olarak orta ve üst sınıfın dramlarını içerden bir gözle anlatır. Oyunlarının çoğunun yurtluklarda ya da çiftliklerde geçmesi bunu göstermektedir. İvanov, Martı, Vişne Bahçesi, Vanya Dayı gibi oyunlarının ortak mekânsal özelliklere sahip olması bunun açık göstergesidir. Her ne kadar merkezde zaman zaman çiftlik sahipleri olmasa da bunlarla dolayımlı ilişki içerisinde olan oyun kişileri merkezde durmaktadır.

Kuşkusuz bunları merkeze alması, onları onayladığını göstermez. Bu yüzden de oyunlarda belli belirsiz bir alaycılık görülür. Bu durumu da değişen ve dönüşen Rusya’nın ekonomik kırılmalarına Çehov penceresinden bir bakış olarak yorumlayabiliriz. Reel olarak yaşanan derin dönüşüm doğrudan doğruya karakterleri de dönüştürmekte, onların iç dünyalarında kırılmalara neden olmaktadır. Yazar da bu kırılmaları yansıtma konusunda sessizliği ile kendine geniş bir alan açmaktadır. Karakterler yoluyla toplumsal çöküşün, değişimin sancılı bir müjdecisi olarak da değerlendirilebilir bu bakış açısı.

Bu oyun kişilerinin bazıları krizli bir yeni arayışını sürdürmekteyken bazıları ise “yeni” olanı reddetmektedir. Yerine neyi koyacağını bilmeyen ancak eskiyi de sürdüremeyeceğini bilen bir insanlar topluluğudur karşımızdaki. Ancak bu insanlara topluluk demek de mümkün değildir. Öyle ki her biri öbüründen bağımsız olarak bir varoluş krizi içinde debelenmekte ve kimse kimseyi dinlememektedir. Kimsenin kimseyi dinlemediği bir ortamdaysa insanın iç dünyası daha da önem kazanır.

“Onun oyunlarında, adeta suyun altındaki akıntı gibi bir akım sezilir. Günlük ve sıkıcı görünen olayların tümünün altında bu gizli duygular anlatılır. En basit sözlerde bile önemli düşünceler gizlidir. Heyecan verici, özel olaylar değil rastgele ele aldığı bir zaman diliminde tüm hayat bir süreç olarak görülür. Çünkü ona göre gerçek hayatta insanlar sürekli bir hareket yaşamazlar. Örneğin kendilerini asmazlar, ateş etmezler, ilanı aşk etmezler. Yemek yerler, gezerler, havadan sudan konuşurlar. Bu yüzden onun oyunlarında önemli bir konu, yemek yerken konuşulur ya da alttan geçer.”[2]

Çehov’un sessizliğinin oyunlardaki en önemli taşıyıcısı tereddütlerdir. Martı’da: “Bense bir martıyım… Yok, değil”[3], Vanya Dayı’da: “…böyle konuşmam doğru değil ama sen de anlamalısın bizi baba.”[4] ifadeleri oyunlarında sıklıkla karşılaştığımız tereddüt örnekleridir. Lakin burada da görüldüğü gibi oyun kişileri ne demek istediklerini tam olarak yansıtmazlar. İşte bu noktada imdada sessizlik yetişir. Bu sessizliği işaretleyen en önemli öğeler ise tekrarlar ve iç noktayla (…) gösterilen boşluklardır.

Karakterler, sıklıkla “Hayır, aslında söylemek istediğim bu değil” gibi ifadeler kullanırlar. Sözcüklerin yetersizliği, kimi zaman bir zil sesi, saatin tik takları gibi efektlerle bastırılır. Bunları da eslere bir yardımcı olarak düşünebiliriz. Yani oyunun bütünü içinde tek başına bir anlam ifade etmeyen basit olaylar, sesler, anlamsız olduğunu düşündüren konuşmalar dahi bu esler kapsamında değerlendirilebilir.

Bir düşünelim. Aslında gerçek hayat da böyle değil midir? Çoğu kez duygu patlamaları yaşadığımızda dahi sessizliğe gömülür, içimize çekiliriz. Belki bir yazar için de en zor olanı bu içsel halleri sahneye yansıtacak bir eser kaleme almaktır. Kederli hallerimizde kimi mimik ya da davranışlarımız, yüz ifadeleriz, jest ve mimiklerimiz, ses tonumuz duygu dünyamızı aralayan işaretler değil midir? İşte Çehov oyunlarındaki gerçekliği besleyen de hayatın bu olağan yansımalarının metne yansıtılma çabasıdır.

Mesela “Üç Kız Kardeş” oyununda Maşa ile Verşinin arasındaki diyaloglardan öte kimi zaman tekrarlanan sözcükler,  anlamsız görülen diyaloglar esasen orada ortaya çıkan duygu durumunun tam bir dışavurumu gibidir. Maşa ile Verşinin birbirlerini anlama diyaloğu, sözcüksüz bir ilanı aşk gibidir.

Çehov’u bu sessizliğe iten sanat yaklaşımı dışında Rus toplumunun içten içe kaynayan yapısı, siyasi ve ekonomik çalkantılar kadar Ekim Devrimi’ne doğru ilerleyen bir toplumun gerilimleri de olabilir. Çünkü çözülen monarşiye de yaklaşan devrimin yaratabileceği aydın tipine de kuşkuyla bakmaktadır Çehov. Bu kaotik ara dönemde, her iki tarafı da soğukkanlılıkla izlediğini söyleyebiliriz bu anlamda. Tabi pençesinin Sovyetleri yaratacak devrimcileri ne kadar görebildiği de ayrı bir tartışma konusudur. Kaldı ki oyunlarında karşımıza çıkan köylü ya da aydın tipi daha çok toplumda üretmeyen, tembellikle malulleşmiş birer asalaktan öteye geçmez. Her şey bir yana saydığımız bu insanlar hiç üretmezler. Çalışmazlar. İçer, taşkınlık yapar ve boş bir hayat yaşarlar.

Bu yanıyla toplumun tüm kesimlerini, toplumu dönüştürecek tüm unsurları yeterli olarak gözlemlediğini, yansıttığını söylemek güçtür. Ancak bu sınırlı pencereden seyircisini düşünmeye, hatta gülmeye davet eder gibidir. Bu durumda Çehov, bir hastalığı teşhis edip tedavi uygulamayan bir doktoru andırır. Çeşitli toplumsal çevrelerden kişiler durmadan bir araya gelip hiçbir şey yapmadan oturup konuşurlar. Projeler üretirler, hayaller kurarlar ama asla adım atmazlar. Atsalar dahi gerisin geri gelirler. (Martı’da Nina’nın tekrar köye dönüşü gibi) Oyun kişileri, bu çaresizliğin bu ataletin içinden doğan acıya gülmekle can sıkıntısından ölmek arasında bir yerlerde dururlar. Bunlar,  uzak ve belirsiz bir gelecekteki muhtemel bir mutluluğu ya da asla gidemeyecekleri duraklardaki huzuru beklerler. Bu durum kimi zaman Üç Kız Kardeş’te olduğu gibi bir türlü gerçekleşmeyen bir “Moskova hayali” olurken kimi zaman da Martı’da Treplev’in hiç bulamadığı o “yeni biçimler” olur. Ruhlarının ve zihinlerinin fakirliği ve ataleti oyun kişilerinin söylemlerine yansır. Herkesin kendince bir söylemi vardır ve oyun kişileri bu söylemi bıktırıcı biçimde yinelerler. Bu yolla aslında söylemden ibaret olduklarını, o söylemin ardına gizlendiklerini de yorumlayabiliriz. “Mutluluk” diye anlattıkları şey de aslında korkunç bir sıkıntı ve mutsuzluğun ifadesinden başka bir şey değildir. Bireysel var oluşlarındaki sıkıntı, yaşamın her noktasına sirayet eder. Aşk ilişkilerine de yansır. Tutkularını çabucak yitirir, yenilgiyi kolayca kabullenirler. Yaşadıkları ilişkilerde aradıklarını bulamazlar ya da platonik aşkları bir türlü karşılık bulmaz. Hatta bunu bile ifade etmekten imtina ederler. Can sıkıntısı ve aylaklığı iliklerimize kadar hissederiz. Ama kişiler bu kısır döngüyü kırmak, kurtuluşa ulaşmak için de çalışmazlar. Aslında çalışmak dışında pek çok şeyi denerler. Denerler denemesine de işin özü başka olduğu için asla bir yere de varmazlar. Bir araya gelir, yer içer, zaman zaman eğlencelere katılır, kumar oynar, konuşurlar ve sıkılırlar. Korkunç bir şimdi’nin içinde debelenip dururlar kısaca.




[1] Anton Çehov’un Tarzı, Sema Canlı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2010
[2] Anton Çehov’un Tarzı, Sema Canlı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2010
[3] Anton Pavloviç Çehov, Büyük Oyunlar, çev. Ataol Behramoğlu, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2016, s. 304
[4] A.g.e., s. 226

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 2: "UNUTULAN"

Nazım Hikmet'in kayıp ikinci şiiridir "Unutulan" ... Aslında eski baskı kitaplarında bulunan; ancak son yıllarda yapılan bası...