Rus gerçekçiliğinin öncü yazarlarından olan
Çehov’u kendinden önceki yazarlardan ayıran en önemli etkenlerden biri, hayata
geniş bir pencere açmasıdır. Özellikle oyunlarında sıradan ya da gülünç
görünen; ancak tipik ve göz ardı edilemeyecek “önemsiz şey” ve durumları
kapsama alanına alır. Kendisine gelinceye kadar edebiyatın dışında görülen,
hayatın “ilk göze çarpan” önemsiz şeylerini edebiyata sokmuştur. Öyle ki bu
yaklaşımı kendi döneminde oldukça yadırganmıştır. Bu durum, birçok eleştirmene
göre toplumsal ilgisizliğin ve kayıtsızlığın ifadesi olarak görülmüştür.
Şengunov bunu şöyle ifade etmiştir: “Artık
Rusya o kadar boşaldı ki düşünen kişinin, bütün Rusya’da anlatmak ve açıklamak
istediği hiçbir şey yoktu.”[1]
(şiir, müzik, edebiyat, sanat, sinema ve kültür yazıları... Pek şahsi yazılar güncesi...)
29 Nisan 2017 Cumartesi
TİYATRONUN KAYNAKLARI 1
Tiyatronun kökenleri incelendiğinde ilkel toplumlara dayandırılan birtakım değerlendirmeler yapılır. Buna göre tiyatronun kökeni ilkel toplumların büyü törenlerine dayanmaktadır. İnsanların doğa ve doğa olayları karşısındaki aczi onları çeşitli eylemlere yöneltmiş, insanlar çeşitli etkinlikler ve büyü yoluyla bu doğa olaylarını etkileme ya da değiştirme çabası içine girmişlerdir. Yağmur duaları, bolluk ve bereket törenleri, ölme-dirilme törenleri bunlara örnek olarak verilebilir. Özellikle çeşitli av törenlerinde tiyatronun da temel öğeleri olan, taklit, devinim ve kolektif iş yapma unsurları ortaya çıkmaktaydı.
Başka bir deyişle tiyatronun esas kaynağı, ilkel insanların veya toplulukların doğayla, tanımlayamadıkları varlık veya durumlarla ilişki kurmak, onları değiştirmek, kendine uygun hale getirmek için giriştikleri mücadeleler vardır.
OYUN KURAMI: HOMO LUDENS VE OYUN ÜZERİNE
İnsanın, kendini toplumsal ilişkiler içerinde var etmeye başlamasıyla birlikte diğer canlılardan kendisini kalın bir çizgiyle ayırmaya başlamıştır. Bu evrimsel süreçteki sıçrama hem fizyolojik hem de doğa ile mücadele noktasında insanı diğer canlılar karşısında egemen bir konuma taşımıştır denilebilir. Bu kopuş insanın doğanın bir parçası olan varoluş sürecinden büsbütün bir kopuş anlamına gelmemektedir.
İnsan, ilksel dönemlerden bu yana, değiştirerek de olsa, taşıdığı birçok özü bağrında taşıyarak evrimleşegelmiştir. İlksel insana dair birçok bilinmezi bugünkü insanı anlama çabasında ortaya çıkarmaktayız. Bu anlamda insan, keşfedilmemiş sınırlarıyla kendisi için bir gizem olmayı sürdürmektedir.
Johan Huizinga’nın “Homo Ludens” adlı yapıtta, insana ilişkin temel varlık unsurlarının başına oyun kavramını yerleştirmiştir. Öncelikle oyunun sadece “insana özgü” olmadığını, çeşitli hayvanlardan örnekler vererek açıklamaya çalışmıştır. Ancak “kültürel oyunlar” diye tarif ettiği kategoriyi de oyunların bir üst aşaması olarak sınıflandırmıştır.
AZİZ NESİN TİYATROSU VE "ÇİÇU" OYUNU ANALİZİ
Türk
tiyatrosunun Tanzimat’tan sonra belki de en parlak dönemi 1960 yılından sonraki
siyasal koşullarda yaşanır. Şehir tiyatroları çoğalmış, Devlet Tiyatrosu başka
illerde de yeni tiyatrolar açmıştır. Ancak siyasi-sosyal baskılar her dönemde
tiyatronun karşısına çıkmayı sürdürmüştür. Gelişmelerin yaşanmasına rağmen aynı
yıllarda tiyatro oyunları çeşitli bahanelerle yasaklanmış, hatta daha da fiili
biçimlerde tiyatro salonları basılmış, oyunculara saldırılmıştır.
KÖY SEYİRLİK OYUNLARI VE RİTÜELİSTİK OYUNLAR
Toplumsal ilişkiler içerinde kendini var etmeye başlayan insanın bu gelişim evresi onu diğer canlılardan kalın bir çizgiyle ayırmaya vesile olmuştur. Bu evrimsel süreçteki sıçrama hem fizyolojik hem de doğa ile mücadele noktasında insanı diğer canlılar karşısında egemen bir konuma taşımıştır denilebilir. Bu kopuş insanın doğanın bir parçası olan varoluş sürecinden büsbütün bir kopuş anlamına gelmemektedir.
İnsan, ilksel dönemlerden bu yana, değiştirerek de olsa, taşıdığı birçok özü bağrında taşıyarak bugünlere gelmiştir. İnsanlığın ilk dönemlerine dair birçok bilinmezi bugünkü insanı anlama çabasında ortaya çıkarmaktayız. Bu anlamda insan, keşfedilmemiş sınırlarıyla kendisi için bir gizem olmayı sürdürmektedir.
NAZIM HİKMET TİYATROSU VE YUSUF İLE MENOFİS OYUNU ÜZERİNE
Olay MÖ. 1600 yıl önce Mısır’da yaşanan birtakım
olaylar dizisine dayanmaktadır. Hikâye hepimizin yakından bildiği dini bir
sembol olan Yusuf etrafında şekillenmiştir. Yusuf, peygamberlerden biri kabul
edilmektedir. Özellikle güzelliği ve rüyaları tabi etme yeteneği ile bilinir.
İsrail topraklarında doğup büyümüş olan Yusuf, kardeşlerinin ihanetine
uğrayarak bir kuyuya atılır. Buradan geçen bir kafile onu fark edip kurtarır ve
Mısır’da köle olarak satılır. Kuran’a göre Yusuf’un köle olarak satıldığı
Mısır’daki efendisinin adı Aziz, Tevrat’a göreyse Potifar’dı. Nazım bu oyunda
birçok bölümde doğrudan Tevrat’ı dayanak yapmıştır. Hikâyenin özü, kişileri,
örgüsü Tevrat’ı temel alarak şekillendirilmiştir.
HALDUN TANER: KEŞANLI ALİ DESTANI
Keşanlı
Ali’nin yaşadığı gecekondu mahallesinde bir cinayet işlenir. Öldürülen kişi,
Ali'nin sevdiği Zilha'nın dayısıdır. Nasıl olduysa cinayet Alinin üstüne kalır.
İşlemediği suçtan ötürü mahpushaneye düşer, burada da bazı olaylara karışır.
Tüm bunlar Ali’yi iyice meşhur eder. Böylece gecekondularda yaşayanlar
arasında, Ali'ye karşı, gittikçe büyüyen bir ilgi, sevgi ve korku oluşur.
Nihayetinde Ali cezasını çekip gecekondu mahallesine döner. Tam döndüğü
sıralarda da muhtar seçimleri gündemdedir. Mahpushane yaşantısı içerisinde
kurnazlığı öğrenen Ali birtakım hilelerle başvurarak, rakiplerini bir bir
ekarte ederek muhtarlık seçimlerini kazanır. Böylece mahalledeki hâkimiyeti ve
etki gücü daha kurumsal bir hal alır. Artık, gecekondu bölgesine dair her şey,
iyisiyle kötüsüyle ondan sorulur. Bu süreçte Zilha’ya da yaklaşmaya çalışır.
Ama Dayısının katiliyle birlikte olmayı kendine yediremeyen Zilha ondan iyice
uzaklaşır. Ali’nin gerçeği anlatmasına rağmen bunu kabul etmez, gerçeği herkese
ilan etmeden ona yaklaşmayacağını bildiri. Daha sonra Zilha, şehirde bir konağa
yerleşir.
KLASİK TRAGEDYALAR İLE SENECA TRAGEDYALARININ KARŞILAŞTIRILMASI
Tragedyalar,
yaşamın acıklı, ders niteliği taşıyan ve insanı ve onun duygu durumlarını
etkilemek üzerine kurulmuş, kendine özgü kuralları olan oyunlardır. Esas olarak
ahlaki bir sonuç ve ders çıkarmayı hedefleyen bu oyunlarda yüksek erdem
örnekleri ortaya konulur.
Aristoteles’e
göre tragedya: “Tragedya belirli bir uzunluğu olan,
oyunun çeşitli bölümlerinde belirli biçimde süslü bir dilin kullanıldığı,
anlatı yapmayan ancak sahneleyen insanlar tarafından gerçekleştirilen, acıma ve
korku yoluyla bu gibi duyguların sağılımı [katharsis] gerçekleştiren, ciddi ve
tamamlanmış olaylar dizisinin [praxis] yeniden sunumudur
[mimesis].” şeklide tanımlanır.
Bu
tanımdan hareketle tragedya, izleyicilerde güçlü duygusal reaksiyonlara neden
olan olayların, şiirsel bir ifadesi olarak da değerlendirilebilir.
Yine
aristoya göre tragedyanın başarısı izleyicide “acıma ve korku” duyguları
uyandırmasıyla ölçülür. Çünkü ahlaki bir ders çıkarmak için güçlü bir duygusal
sarsıntının ortaya çıkması gerekir. Bunu da güçlü oyun kişileri eliyle
(Tanrılar, krallar, asiller vb.) gerçekleştirir. Kahramanların eylem ve
durumlarının olumludan olumsuza taşınmasıyla yaratılan kırılma yoluyla da
eylemsel bir forma dönüşür.
POETİKA IŞIĞINDA KRAL OİDİPUS OYUNUNA BAKMAK
Aristoteles’in 4.
Yüzyılda kaleme aldığı Poetika adlı eser, şiir ve tiyatro hakkında kapsamlı ve
derli toplu bilgi veren ilk eser olması hasebiyle önemli bir kaynak eser olarak
kabul edilmektedir. Eserde “tiyatro” olarak değerlendirilen yegane tür
“tragedya”dır. Tragedya birçok yönden
ele alınmış ve ayrıntılı olarak bir tragedyanın nasıl olması gerektiği üzerinde
durulmuştur. Aristoteles, Poetika’da birçok defa Kral Oidipus’u ideal bir
tragedya olarak nitelemiş ve tragedyayı açıklarken Kral Oidipus’a sık sık
göndermeler yapmıştır. Buna göre Poetika’da adı geçen başlıca kavramlar
şunlardır:
VANYA DAYI IŞIĞINDA ANTON ÇEHOV TİYATROSUNA BAKMAK
Rus gerçekçiliğinin öncü yazarlarından
olan Çehov’u kendinden önceki yazarlardan ayıran en önemli etkenlerden biri,
hayata geniş bir pencere açmasıdır. Özellikle oyunlarında sıradan ya da gülünç görünen;
ancak tipik ve göz ardı edilemeyecek “önemsiz şey” ve durumları kapsama alanına
alır. Kendisine gelinceye kadar edebiyatın dışında görülen, hayatın “ilk göze çarpan” önemsiz unsurlarını
edebiyata sokmuştur. Öyle ki bu yaklaşımı kendi döneminde oldukça
yadırganmıştır. Bu durum, birçok eleştirmene göre toplumsal ilgisizliğin ve
kayıtsızlığın ifadesi olarak görülmüştür. Şengunov bunu şöyle ifade etmiştir: “Artık Rusya o kadar boşaldı ki düşünen
kişinin, bütün Rusya’da anlatmak ve açıklamak istediği hiçbir şey yoktu.”[1]
FEODAL SİSTEMDE AVRUPA'NIN SINIFLI TOPLUM YAPISI
Ortaçağ, Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle başlayan ve genellikle İstanbul’un fethine kadar[1] olan süreci tarif etmek için kullanılan, yaklaşık bin yıllık bir süreci kapsayan zaman dilimidir. Ortaçağ’a özelliğini veren, İlk Çağ’dan farklı siyasi, sosyal ve ekonomik düzene ve bu düzenin ifadesi olan değerler sistemine ise feodalite (derebeylik) denmektedir. Bu sistemin değerler sisteminin mutlak belirleyicisi Hıristiyanlık ve bunun kurumsal kimliğinin taşıyıcısı olan kilisedir.
“Klasik feodalitenin -bütün çizgileriyle- ortaya çıkışı, Fransa'da Karolenj İmparatorluğu'nun batışından (10. yüzyıl), İngiltere'de ise Norman istilasından (11. yüzyıl) sonraya rastlar.”[2]
Tam anlamıyla siyasal, hukuksal, ekonomik ve sosyal bir sistem olan feodal düzenin en ayırt edici yanlarından biri "devlet birliği"nin olmayışıdır. Bu dönemde Avrupa’da egemen siyasal örgütlenme modeli beylikler ya da derebeyliklerdir. Böyle olunca da halk doğrudan doğruya devletin değil, toprak sahibi senyörlerin egemenliği altıda bulunmaktaydı.
“Klasik feodalitenin -bütün çizgileriyle- ortaya çıkışı, Fransa'da Karolenj İmparatorluğu'nun batışından (10. yüzyıl), İngiltere'de ise Norman istilasından (11. yüzyıl) sonraya rastlar.”[2]
Tam anlamıyla siyasal, hukuksal, ekonomik ve sosyal bir sistem olan feodal düzenin en ayırt edici yanlarından biri "devlet birliği"nin olmayışıdır. Bu dönemde Avrupa’da egemen siyasal örgütlenme modeli beylikler ya da derebeyliklerdir. Böyle olunca da halk doğrudan doğruya devletin değil, toprak sahibi senyörlerin egemenliği altıda bulunmaktaydı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 2: "UNUTULAN"
Nazım Hikmet'in kayıp ikinci şiiridir "Unutulan" ... Aslında eski baskı kitaplarında bulunan; ancak son yıllarda yapılan bası...
-
Mısra-i Berceste Nedir? Berceste, edebiyatta öz, güzel, latif, ince anlamlı, kolayca hatırlanan, yapısı sağlam dize ya d...
-
Çağının tanıklığını yapmak kuşkusuz bir aydın tutumu olarak ifade edilir. Ama bu tanıklık öyle anlar olur ki yetersiz kalır ve alelâde gerçe...
-
Rus gerçekçiliğinin öncü yazarlarından olan Çehov’u kendinden önceki yazarlardan ayıran en önemli etkenlerden biri, hayata geniş bir penc...