![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjn6xPcRLP1UljsLX3gz6LbEaDkhlibtvBRu7zQReGMHgkF8a9F_UznfYUg1_1TzTpfZ8IPSGsfgbCAOHKFipcNE7hyphenhyphenkgYN7XQWAhD9i0a1jvYBkDqGfoJ_MdxnH-fQs0AvZ8OF7LQl5Fbp/s320/%25C3%25A7i%25C3%25A7u-620x413.jpg)
Günümüz
tiyatrosunun durumu başka bir yazının konusu olmakla birlikte, tiyatroya dair
son yıllarda benzer sorunlar yaşadığımızı,
siyasilerin “muhafazakâr bir sanat
yaratılması gerektiği” gibi söylemleri geldiğimiz noktayı özetlemektedir. “Ahlak” tartışmalarına sahne olan çeşitli
oyunların hedef gösterildiği bir dönemden geçiyoruz. Yine çeşitli oyunların
gösterimden kalkması, metinlerin sansürlenmesi, Şehir ve Devlet Tiyatrolarının
özelleştirilmesi ve bu kurumlardaki sanatçıların proje kapsamında ve
performansa göre ücretlendirilecek olması gündemdeki sıcaklığını korumaktadır.
Şehir Tiyatroları Yönetmeliği’ne, daha önce olmayan “etik” sözcüğü de eklenerek
iktidarın sanatın, özelde tiyatronun, üstüne belirsiz ve keyfi çöküşü iyice
belirgin hale gelmiş oldu.
Gericiliğin Hedefinde Bir
Yazar
Kimilerine
göre, her ne kadar gülmece öyküleri yazsa da ciddi, sert hatları belirgin yüzlü
bu insanın iç dünyasındaki çelişkiler, sorular, korkular vb. eserleriyle bir
tezatlık oluşturur. En azından gülmece öyküleriyle…
Aziz
Nesin, elinden kalemi kâğıdı düşürmeyen yazarlardandı. Belki de her yazar için
olmazsa olmazdır bu durum. O, ömrü boyunca yaşadıklarını, hissettiklerini,
farklı duygu durumlarını ve karşılaştığı sıra dışı durumları not etmeyi
alışkanlık haline getirmiş bir yazardı. Çünkü bunları henüz yazmadığı; ama
günün birinde yazabileceği oyunların, hikâyelerin, şiirlerin esinleyici
nüveleri olarak algılamıştır. Ciltler dolusu kitap nasıl yazılabilirdi yoksa…[1]
Aziz
Nesin’in sanat serüveni hep çalkantılarla doludur. Siyasi baskılar karşısında
doğruyu söylemekten asla çekinmemiştir. Kimileri bu tavırlarını cesaretine ve
korkusuzluğuna yorsa da onun anlayışı farklıdır aslında. Korktuğunu, kimi zaman
büyük kaygılar duyduğunu söylemekten çekinmeyen bir cesarettir onunkisi; ama
bunu yanlışlara, aptallıklara tahammülsüzlük ve insanlara faydalı bir etkinlik
olarak algılamak daha yerinde olacaktır. İnsanlara faydalı olma kaygısı korkuyu
yenmiştir onda. Kaldı ki bildiğimiz manada korkmuyor değildir; ama yanlışa
yanlış demekten çekinmeyecek kadar da cesur olduğunu, aydın kimliğinin
gereğince davrandığını vurgulamak gerekir. Bunu sadece davranış ve
duyarlılıklarında değil sanat anlayışında da görürüz.
Çiçu: Bir Oyunun Anatomisi
Nesin’in
kimi oyunlarında soyutlamalara başvurmuştur. İşte bu oyunlarının dikkat
çekenlerinin başında Çiçu[2]
adlı oyun gelir. Nesin bu oyunu 1951 yılında Üsküdar Paşakapısı
hapishanesindeyken tasarlamış, notlarını almış ama hapishanede bile yoğun
olduğundan oyunu yazmaya fırsat bulamamıştır. Bu gibi sebeplerle Çiçu, sürekli
badireler yaşayan bir oyun olur. Yazar bu oyunu yazma işini Ulvi Uraz’ın[3]
kendisinden tek kişilik bir oyun istemesi üzerine erkene alır. Hatta bazı
önemli işlerini bile erteler bu yüzden; ama Ulvi Uraz oyunu sergilemez.
Oynanmasa da oyun 1963 yılında yazılmış olur. Ardından 1967’de Kenter
Tiyatrosu’nun program dergisinde gösteriminin yapılacağı söylense de sahneye
konulmaz. Çiçu da diğer oyunların başına gelen talihsizliklerle boğuşur
kısacası. En sonunda Nesin, 1969 yılında oyunu kitap olarak yayınlar.[4]
Oyun başarılı bulunmuş ki Türk Dil Kurumu
1970 Tiyatro Ödülü’nü alır. [5]
Nesin,
Çiçu gibi (Bir Şey Yap, Met, Biraz Gelir misiniz, Tut Elimden Rovni vb.)
oyunlarına özel anlamlar ve işlevler biçer. “Bunlar
benim yazarlık ölçüm içinde kendi oyun yazarlığımın büyük senfonileri
ölçüsündedir”[6]der. Ama çeşitli kusurları vardır bu oyunun! Mesela
“mesaj verme kaygısı” kendini belirgin bir şekilde hissettirir oyun boyunca. Bu
anlamda özellikle oyunun sonuna doğru kimi tekrarlara düştüğünü söyleyebiliriz.
Yalnızlık durumunun betimlendiği, vurgulandığı yerlerde de bu tekrarlar karşımıza
çıkar. Böyle bir oyun, kendisinin de deyimiyle, daha etkili bir son ile bitirilebilecekken,
bu etkiyi yaratamadığını düşünür. Bu yüzden oyunun sonraki baskılarında kimi
düzeltmelere gitmeyi ya da kurgu üzerinde yeni ekleme-çıkarmalar yapmayı
planlar.[7]
Çiçu’nun
ilk gösterimi Kenter Tiyatrosu’nda gerçekleştirilir. Ama oyun beklenen etkiyi
yaratmaz. Bizim toplumumuzca çoklukla bilinen ve tercih edilen bir oyun kurgusundan
uzaktır. Bu da hem okuyucuyu hem de izleyiciyi zorlayan / sıkan bir özelliktir.
Hikâyesinin olmaması oyunun
tutulmasının önündeki en büyük engel gibi görünür. Nesin’e göre Türkiye’deki
tiyatro izleyicisi henüz buna hazır değildir. Kaldı ki oyun kısa zaman içinde
gösterimden kaldırılır. Ama sadece tiyatro seyircisi değil, eleştirmenler de
çoğunlukla görmezden gelmiştir çabalarını.“Nesin’in
bazı oyunlarının dramaturgik (dramaturjik, bn.) sorunları olsa da özellikle
iddialı olduğu soyutlamaya dayalı oyunları, yeterince değerlendirilememiştir...”[8]
Çiçu,
düşüncesini kapalı olarak sunan, kesintisiz bir dramatik yapıya dayanır...
Belki de çağdaş tiyatromuza yeni soluk kazandıracak damar buradan
ilerleyecektir. Aziz Nesin, aynı biçimde yazdığı oyunlar ve özelde Çiçu ile
birlikte ulusal olandan evrensele ulaşmayı amaçlar. Bu ayırımı görmek için
seçtiği temaya ve bu temayı ele alış biçimine, nihayetinde oyundan çıkarılacak
yargıya bakmak yeterli olacaktır. Bu oyun aslında tek karakterli bir oyun gibi
görünse de oyundaki çeşitli nesnelere, canlı özellikleri varmış gibi
yaklaşılır. Yine de oyundaki kahramanın konuşmaları bir diyalogdan çok monologu
andırır.
Çiçu
oyununun tek karakteri olan “Adam”
tüm insan dünyasından kendini soyutlamış, kendi yarattığı dünyada kendi
canlandırdığı varlıklarla yaşamını sürdürmektedir. Çiçu, plastikten yapılmış
bir mankendir; onun dışında, bir çalar saat (Nirey), oyun boyunca görülmeyen,
sadece sesi duyulan bir kedi (Lami) ve köpek (Piki), bir kaplumbağa (Beyti),
kafeste bir kuş (Yumuş), akvaryumdaki balıklar (Dudul), saksıdaki bitki
(Risami), Biblolar (Cest, Vuvu). Burada sıralanan eşyalar birer aksesuar değil,
oyun kişileri olarak değerlendirilirler.
Oyun
tek bir mekânda geçer, bu Adam’ın yaşadığı apartman dairesidir. Bir apartman
dairesinin seçilmesi rastlantı olmasa gerek. Yığınla insanın yaşadığı, ama
kimsenin kimseye selam dahi vermediği, yabancılaşmanın, duyarsızlığın had
safhada olduğu mekânlardır apartmanlar. Belki de yazar kendi mekansal
izdüşümünü de oyuna aksettirmiştir.
Oyunun
başındaki notlarda ışığın yansıtılma açısının giderek yere doğru
yaklaştırıldığı ifade edilir. İnsanın aşama aşama yalnızlığa saplanmasını
çağrıştırsın diye yapılan bu uygulama ile ışık, yalnızlık girdabına kapılan
birinin adım adım boğulmasını gösterecek bir biçimsellikte yansıtılır. Ki ışık
kaynakları birinci tablodan son tabloya kadar, gittikçe yukarıdan aşağı
kaydırılır, en son bölümde ise ışıklar döşeme düzeyinden verilir.
Daha
oyunun başından Çiçu’ya seslenen Adam, zifiri bir sessizlikle karşılaşır.
Adam’ın Çiçu’ya her seslenme cümlesinden sonra “Susma” sözcüğünü tekrar etmesi
derin sessizliği çağrıştıran vurgu gibidir. Oyunda, dekordan, aksesuarlara
kadar her şey bu yalnızlığı elle tutulur hale getirmek üzere işe koşulur.
Büyük Çaresizliğimiz: Yalnızlık…
Aziz
Nesin Çiçu’da bireysel bir sorun olan “yalnızlık”
temasını ele alır. Toplumsal konulara böylesine duyarlı bir yazarın, hem de
neredeyse tüm yapıtlarında toplumsallıktan sapmayan bir yazarın böylesine
bireysel bir konuyu ele alması şaşırtıcı gibi görünebilir; ama bu noktada da
sanatçı kendi dünya görüşüne uygun bir formda konuyu ele almaktan ve toplumcu
dünya görüşünü destekleyen mesajlar vermekten geri durmaz. “İnsanın iç dünyasına ilişkin sorunları işlerken de kendi dünya
görüşüne bağlanabilecek olan bakış açısını korumakta, soruna bu açıdan
yaklaşmaktadır.”[9]
Yalnızlık
bile ele alınırken bu ruh durumu, sınıfsal bir bağlamda ele alınır. Yani bu
yalnızlık hali bir emekçi ya da burjuva yalnızlığı değil; bir küçük burjuva
yalnızlığıdır: “İnan bana Çiçu, hayatımda
senden başka, ne kadın, ne sevgili, ne arkadaş, ne dost var; her şeyim sensin
benim…”[10]
Adam’ın monologlarından (Çiçu’ya anlattıklarından) terk edilmiş, ihanete
uğramış, hayal kırıklığı yaşamış bir kişinin dramını okuruz: “Onların hepsi de beni yalnız, yapayalnız
bıraktılar, beni senin cansız kollarına attılar Çiçu…”[11]
Aslında “onlar” sözcüğünden de
anlaşılacağı üzere bireysel bir dram yoktur karşımızda. Bir toplumsal
yalnızlaşmadır yaşanan. “Adam” da bir kişi, sevgili ya da dosta değil, bütün
olarak topluma kapatmıştır kendini. Burada kendine bir yaşam kurarak,
insanlardan sakınarak yaşamını sürdürmektedir.
Karakter
bir deli değildir. Yaşadığı gerçekliğin, yalnızlığın, farkındadır. Etrafında
canlıymış gibi davrandığı nesnelerin ya da kişilik kazandırdığı hayvanların
gerçek olmadığının farkındadır: “Sen
öbürlerine benzemezsin, hiç, hiç benzemezsin. Sen onlar gibi beni itmezsin,
beni kendimden atmazsın, anlayışsızlık nedir bilmezsin, kıskanmazsın, kavga
etmezsin, ihanet edemezsin… (Gözleri yaşarır) Canın yok senin, ruhun yok, dilin
yok…”[12] İnsan
gerçekliğe gözünü kapatarak yaşayabilir mi? Belki. Ama toplumda
karşılaşabileceği tehlikelerden, sorumluluklardan uzak yaşamanın rahatlığı ağır
basmaktadır. Bu tam anlamıyla bir rahatlık değildir yine de! Çünkü yaşamın
basıncını zaman zaman duymakta, sessizliğin içinde krizler yaşamaktadır. Yine
de kendi durumuna bir dayanak oluşturmaya çalışmaktadır. Bunun için yan komşu
evdeki çiftlerin kavgalarını dinler zaman zaman. Bunu bir alışkanlık haline
getirmiştir. Hatta öyle ki bu kavgaları kayıt altına alarak yalnızlık krizleri ortaya
çıktığında bu kayıtları bir teselli olarak kullanır: “Komşu Erkek: - (Karısına) Yalnızlıktan patlıyorum, senin yanında daha
çok yalnızım.”[13]
Bu tartışmaları dinledikçe kendi yalnızlığı daha da bir anlam kazanmaktadır.
Çünkü yalnız olmadığını sanan insanlar da aslında berbat bir yalnızlık
girdabının içinde boğulmaktadırlar.
Nesin
bu oyununda da bir nevi kendini anlatır, kendi yalnızlığını. Sadece Çiçu’da da
değil, Bir Şey Yap Met’te, Toros Canavarı’nda, Tut Elimden Rovni’de, Bir
Küçümencik Kişi’de hep kendini anlatmıştır.[14]
Dolayısıyla böyle olması Adam’ın mutlu olduğu anlamına gelmez. Çünkü öyle anlar
olur ki, insan kavga edecek birine bile ihtiyaç duyar. “Adam” da zaman zaman bu
ruh haline bürünür: “İnsanın hiç olmazsa
kavga edecek bir kimsesi olmalı…”[15] Çünkü
kavga etmek bile yaşamaktır, soluk almaktır, insanın yaşadığına delalettir.
Aksi, diri diri sessizliğin mezarına gömülmektir. “Susma” diye inler bu anlarda… Bir sese, bit çıtırtıya dahi ihtiyaç
duyar. Çünkü kanıksadığı sessizliği yırtarak, yaşadığını duyumsamak
istemektedir gürültüyle: “Konuşsana Çiçu!
Sen de bir şey söyle… Aç ağzını ne olur…(Susma)… Ses istiyorum, Ses…”[16]
“O, (Çiçu’ki Adam)
dayanıksız, hiçbir dayanışması olmayan, örgütsüz, bu yüzden de yalnız kalmış,
bencil ve bireycidir.”[17]
Her bir okurun burada kendisini bulmasını hedefler, kuşkusuz buradaki yalnızlık
durumu davranışsal olarak ulusal bir karakter de taşır. Her birimizi bu
yalnızlığın gergefinde duyumsatarak çıkarımlar yapmamızı hedefler. Ulusal
olduğu kadar çağımızın hastalıklarından biri olan yalnızlığı ele alması, bunu
ele alış biçimi ve vardığı sonuçlar itibariyle oyun, evrensel bir niteliğe
bürünür.
Yanızlıktan Nasıl
Kurtuluruz?
Çiçu’da
resmedilen karakter yalnızlığın simgesi gibidir. O ve onu çevreleyen her şey bu
yalnızlığı cisimleştirip somutlaştırmak üzere konumlandırılır. Buradaki
yalnızlık durumu öyle yalın bir biçimde sunulur ki bu yalnızlık
toplumsal çıkışsızlığımızın, yalnızlığımızın aynasına dönüşür.
Adam
yalnızlığından kurtulmak için, bu yaşamdan sıyrılmak için çareler üretir.
Kurduğu bu dünya onu mutlu etmeye yetmez. Ama toplumsal bir aidiyet de
hissetmez. Yaşanılan tam bir çıkışsızlıktır. İlk çıkış denemesi bir mektupla
oluşturulur. Adam ikinci bölümde mektuplaştığı bir kadınla bu evden, bu
yalnızlıktan sıyrılacağını düşünerek evlenir. Ama çözüm başkalarıyla bir araya
gelmek değil, yaklaşımlarımızı değiştirmektir. Kaldı ki üçüncü bölümde (üç yıl
sonra) adam aynı biçimde, hatta eskisinden de yalnızlaşmış olarak eski
dairesine geri döner.
Nesin
tüm bu çıkışsızlıkları yaşayan çağımız insanına buradan kurtuluşun yol ve
yöntemlerini alt metin aracılığıyla sunmak ister. Burada da örtük mesajlar
devreye girer.
Mesela
odadaki radyodaki kimi konuşmaları bu amaçla yazdığı düşünülebilir: “Radyodaki Konuşma: - …….cilerim, gerçekten
insanın en büyük bencilliği, kendi dertlerini taşımaları için dostlarını yükçü
olarak kullanmak isteyişidir. Bencil insanlar, durmadan yalnızlıklarından
yakındıkları, yakınlarının kendilerini anlamadıklarını söyledikleri halde,
kendileri hiç de başkalarının yalnızlıklarını bölüşmek istemez…”[18] Oyunun
da esas mesajı budur aslında! İnsanın yalnızlığını başkalarına yükleyerek değil
başkalarının yalnızlıklarını, acılarını, dertlerini paylaşarak bu yalnızlık
hissinden kurtulabileceğini anlatır. Bu yüzden de birinci bölümde umursamadığı
bu telefon konuşmasını ikinci bölümde dikkate alır ve kadının yalnızlığını
paylaşır. Telefondaki kadına söyledikleri bir nevi çözüm reçetesi gibidir. Tam
da bu noktada da asıl çözüme ulaşmış olur.
Birinci
bölümde verilen bu telefon konuşmasında bir zorlama hissedilir. Mesaj verme
kaygısının ağır basması ilk bölümdeki bu seslendirmeden sonra, aynı mesaj
telefondaki bir kadın sesiyle de verilmeye çalışılır. Ama bu kadın da aynı
biçimde yalnızlığını başkalarına yükleyerek kendi yalnızlığının ağırlığından
kurtulmak istemektedir. Özellikle günümüzde sosyal medya araçlarının
gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni iletişim biçimleri var. Hiç
tanımadığımız, yüzünü bile görmediğimiz insanlarla toplumsal yalnızlığımızı
aşmaya çalışıyoruz. Ama bu teknolojik araçlar da bizi yalnızlığımızdan
kurtarmaya yetmiyor.
“Ben sevmeden
yaşayamazdım ki Çiçu, sevmeden geçenler, yaşanmamış günlerim…” diyen
bir oyun karakterinin neden lastikten şişme bir kadına sığındığı, cansız bir
mankenle yaşamındaki boşlukları doldurmaya çalıştığını biraz daha deştiğimizde
aslında ortaya toplumdan ve sorumluktan kaçış gerekçesi çıkıyor. Nesin Karakter
aracılığıyla okuyucuya/izleyiciye içine düştüğü boşlukları aşmanın olanaklarına
da işaret eder. Bu yol her ne kadar keskin hatlarıyla belirginleştirilmese de
sorumluluk almayı, sorunları göğüslemeyi gerektirir. Bunu yaparken de
karşımızdakileri yok sayan bencilliklerimizden kurtulmayı başa yazar.
[1]
Aziz Nesin’in yazarlık serüveni anlamak isteyenler için “Mum Hala” adlı yapıt
oldukça yol gösterici olabilir. Bkz: Aziz Nesin, Mum Hala I-II, Nesin yayınevi,
2010.
[2]
Aziz Nesin, Çiçu, Nesin Yayınevi, 2007
[3]
Ulvi Uraz, (1921 – 1974) tiyatro ve sinema oyuncusu, yönetmen.
[4]
Aziz Nesin, Mum Hala-I, s.248-249
[5]
Cumhuriyet, 6 Temmuz 2012
[6]
Aziz Nesin, Mum Hala, C.1, s.260
[7]
a.g.e, s. 255
[8]
Tartışılması Gereken Azizlikler, Erbil
Göktaş, Yeni Tiyatro Dergisi, Sayı:20, 22 Temmuz 2010
[9]
Atillâ Özkırımlı, Çiçu [Aziz Nesin],
Şubat 1971, C: XXIII, S: 233, s. 412, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi
[10]
Aziz Nesin, Bütün Oyunları 2, s. 126
[11]
a.g.e, s. 126
[12]
Aziz Nesin, Bütün Oyunları 2, s. 127
[13]
a.g.e., s. 129
[14]
Aziz Nesin, Mum Hala, C.1, s. 222
[15]
Aziz Nesin, Bütün Oyunları 2, s. 130
[16]
a.g.e., s. 133-134
[17]
Aziz Nesin, Sanat Yazıları s. 188
[18]
Aziz Nesin, Bütün Oyunları 2, s.136
[19]
Oyundaki bütün bu nesneler, adeta canlıymış gibi değerlendirilecek, Adam,
bunlarla adeta birer canlı gibi konuşacaktır.
[20]
Aziz nesin bu oyununda “sahne” kavramı yerine tablo kavramını kullanmıştır. Ben
de rejide aynı kavramı kullanmayı tercih ettim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler