29 Nisan 2017 Cumartesi

TİYATRONUN KAYNAKLARI 1


Tiyatronun kökenleri incelendiğinde ilkel toplumlara dayandırılan birtakım değerlendirmeler yapılır. Buna göre tiyatronun kökeni ilkel toplumların büyü törenlerine dayanmaktadır. İnsanların doğa ve doğa olayları karşısındaki aczi onları çeşitli eylemlere yöneltmiş, insanlar çeşitli etkinlikler ve büyü yoluyla bu doğa olaylarını etkileme ya da değiştirme çabası içine girmişlerdir. Yağmur duaları, bolluk ve bereket törenleri, ölme-dirilme törenleri bunlara örnek olarak verilebilir. Özellikle çeşitli av törenlerinde tiyatronun da temel öğeleri olan, taklit, devinim ve kolektif iş yapma unsurları ortaya çıkmaktaydı.

Başka bir deyişle tiyatronun esas kaynağı, ilkel insanların veya toplulukların doğayla, tanımlayamadıkları varlık veya durumlarla ilişki kurmak, onları değiştirmek, kendine uygun hale getirmek için giriştikleri mücadeleler vardır.

19. yüzyıldan itibaren günümüze kadar tiyatronun kaynaklarını açıklayan yeni kuramlar ortaya çıkmıştır; ancak tüm bu kuramlarda temel ortak eksenler söz konusudur. Bunların başında da tiyatronun dinsel törenlerdeki taklit unsurundan kaynaklandığı olgusudur.

Taklit dediğimiz şey bir doğa olayının, bir canlı ya da cansız varlığın yansıtılma eylemini ifade etmektedir. Bu kimi zaman bir av sahnesi olurken, kimi zaman bir av hayvanı ya da bir doğa olayı olabilmekteydi.

Mitlerin ortaya çıkışı, dinsel törenlerin daha sistemli ve disiplinli organize edildiği bir döneme denk düşer. Bu dönemde ortaya çıkan mitoslar söylencelerden farklı olarak yaşamın ve gerçekliğin kendisi ve bilinmezleri açıklamanın yegâne yolu olarak görülmüştür.

İlkel dini törenler gibi mitler de öğretici, açıklayıcı, bilinmeyenlere ışık tutucu olmaları bakımından işlevseldirler. Hatta mistik-dini yönleri bunların gerçeğin katı birer görünümü olarak algılanmalarını beraberinde getirmiştir.

Bu noktada “ritüel” kavramından da söz etmek yerinde olacaktır. “Rit” kelimesi dinsel tören anlamına gelir. Bu kavramdan türeyen ritüel de bu törenlerde gerçekleştirilen tapınım biçimlerini ifade etmektedir. Ritüel mitoslarının çoğu tapınak arşivlerine dayanmaktadır. En eskileri ise Mısır ve Mezopotamya’da bulunan tabletlerde ve tapınak metinlerinde bulunmaktadır. Toplumun, sonuçları önceden kestirilemeyen güçler karşısında korunma ve toplum esenliğinin sağlanması, bolluk, bereket ve felaketlerden sakınma, hastalıklardan kurtulma gibi ihtiyaçların sağlanması için gerçekleştirilen ritüeller tiyatronun doğuşuna önemli hizmetleri olan kaynaklar olarak değerlendirilmektedir.

Dinsel kökenli ritüellerden sanat aşamasına geçilmesi, inançtan öte estetik kaygıların belirmesi, düşünsel bir evrime de tekabül etmektedir. Bu noktada ritüellerin inanç ile sanatsal yaratım arasında bir köprü vazifesi gördüğü söylenebilir.

Ritüel dönemlerinde tapınımın belli bir alanı yokken Antik Yunan Tiyatrosunun oluşmasıyla birlikte orkestra dairesi önce Dithirambos ezgilerinin okunduğu bir tapınma alanı, sonra da halkın seyir yerlerine geçmeleriyle bir oyun alanına dönüşmüştür. Sahnenin oluşmasıyla birlikte mitos-seyirci arasına bir uzaklık girmiştir. Bir taraftan büyü kanalıyla toplumun varlığına, devamlılığına bir katkı sağlanırken, diğer yandan bolluk ve bereket kaynağı olarak görülen ritüellerin yerini, yazarın yaratıcılığıyla biçimlenen oyunlar almıştır. Böylece ilkel insanların doğa taklitleri standart ve çerçevesi belirlenmiş bir eylemin taklidine bırakmıştır.



Ritüel Kuramı

Ayin, tören anlamına gelen “ritüel” kavramını anlamak için bunu; mit, inanış, büyü ve sembol gibi kavramlarla birlikte değerlendirmek gerekir. Bu kuram, tiyatronun kaynağını açıklayan en güçlü kuram olarak kabul edilmektedir. Özellikle antropologların 19. yüzyıl sonunda bu kuramdan etkilenmeleriyle daha da güç kazandı.

19. yüzyılın son çeyreğinden sonra Sir James Frazer öncülüğündeki araştırmacılar, bütün toplumların ve kültürlerin benzer evrimsel aşamalardan geçtiğini kabul ettiler. Bu durum tiyatronun kökeni hakkında hala varlığını sürdürebilen ilkel toplumların kökene dair dikkate değer bir kaynak sunduğunu ileri sürdüler.

Bu süreç şöyle özetlenebilir. Önceleri insanlar temel geçim kaynaklarının ve doğa güçlerinin farkına varırlar. Açıklayamadıkları doğa güçlerini, olaylarını doğaüstü ya da büyüsel güçlere dayandırırlar. Sonra da bu doğaüstü ya da büyüsel güçlerin korumasını kazanmak, onlara saygı göstermek yollarını aramaya koyulurlar. Kısa zamanda da kullandıkları araçlar, gerçekleştirdikleri eylemler ile ulaşmak istedikleri sonuç arasında bir bağlantı yakalarlar. BU etkinlikler zaman içerisinde tekrar edilir, yeniden düzenlenir ve kalıplaşır, sonuç olarak bunlar birer ritüele dönüşür.

Elbette oluşturulan bu ritüelleri açıklamak üzere de zaman içerisinde bu ritüeller çevresinde çok sayıda öykü ve mit de oluşur. Zaman içerisinde de değişime uğrayan bu mitler, giderek, gerçek kişi ve olaylardan da etkilenerek bunların izlerini kendine katar. Bu süreçte, doğaüstü güçler ya da mit karakterleri kişileştirilir. Bu kişileştirme ise gelişecek dramatik temelin en önemli ayağını oluşturur.

Sir George James Fraser, ritüellerde yer alan taklit öğesinin mitolojiye geçişini ve çeşitli mitlerde yer alan ölme / dirilme öyküle­rini aydınlığa çıkarmıştır. Fraser’in izinden giden Jane Harrison, Gilbert Murray, Francis Macdonald Cornford, dramın ritüellerdeki taklitten doğduğunu kabul etmişler ve Antik Yunan dramının yapısal özellikleri ile ritüellerin yapısı arasındaki benzerliğe dikkat çekmişlerdir (Şener,?: 25).



Diğer Kuramlar 

Tiyatronun doğuşuna dair ritüel kuramı yaygın olsa da bunun dışında da kaynağa ilişkin farklı kuramlar söz konusudur. Kimi yaklaşımlara göre tiyatronun kaynağında “öykü anlatımı” bulunmaktadır. Bu anlayışa göre öykü anlatma ve dinleme tamamen insani bir edimdir. Bu nedenle de önceleri kişileştirme, aksiyon ve diyalogda bir anlatıcı söz konusuyken, anlatımın gelişmesiyle birlikte her kişiyi ya da olayı farklı bir kişi (sonradan oyuncuya dönüşecek bir kişi) temsil etmiştir. Kısacası bu kurama göre tiyatronun kökeni insanın anlatma becerisi ve ihtiyacına dayanır.Öykü anlatma kuramına yakın bir başka kuram da tiyatronun kaynağını müzik, dans ve harekete dayandırır. Dolayısıyla burada hayvan ve doğa seslerinin taklidinden ileri gelen bir evrim söz konudur. Bu kuramda gösterim belirleyicidir ve anlatımın becerisi gösteriyi sunanların ustalık ve zarafetine dayanır.

Tiyatronun kaynaklarını araştıranların kimisi insanı bu sanata yönelten birtakım dürtüler olabileceği üzerinde de durdular. Aristoteles’in “insanın yapısı bakımından öykünmeci” olduğu tezi de bu yaklaşımı güçlendirmiştir. Diğer bir değişle, insanoğlu, eylemlere, kişilik ve nesnelere öykünme ve bu öykünmeleri seyretme eğilimindedir. İnsan yaşadığı gerçeklikle yetinmediğinden, hep daha iyiye yönelme eğilimi taşıdığından ve elbette hayal kurma yetisine sahip olduğundan, burada dürtüleri de atlamamak gerektiği savı ileri sürülür. Böylece tiyatro insanın kaygı, korkularını aşmasına yardımcı olan, dünyayı tanımlaması ve anlamlandırması noktasında da işlevsel bir sanat mertebesine yükseltilir.


Eski Toplumlarda Sanatın İşlevi

Sanatın işlevlerini tartışabilmek için öncelikle sanatın tanımını yapmak gerekir. Sanıyorum insanın en öznel alanlarının başında sanat gelmektedir. Bu yüzden de sanatı açıklamak, herkes için genel geçer ve her dönemi tarifleyecek bir tanım yapmak da o denli güçtür. Daha da ötesi, neyin sanat olup neyin olmadığı sorusu çıkmaktadır karşımıza. Tüm bu zorluklar, “Eski toplumlarda sanatın işlevi nedir?” sorusunu daha da zorlaştırmaktadır.

Sanat, insanın kendini anlatma, anlamlandırma uğraşısının, estetik bir ifadesi olarak tanımlanabilir. Duygu ve bilince ya da güzellik anlayışlarına derin etkileri olan öznel bir olgudur bahsettiğimiz. Başka bir deyişle, gerçekliğin, hayal gücü yoluyla yeniden üretimi olarak da değerlendirilebilir.

***
Yukarıda açıklanan köken kuramlarından da anlaşılacağı üzere sanatın birçok biçimini; müzik, dans, taklit vb. geçmiş toplumlarda ilksel halleriyle görebilmekteyiz. Günümüzde de hayatımızın her alanında bu edimleri farklılaşmış halleriyle yaşamımızın bir parçası haline getirmiş durumdayız. Kuşkusuz, ilksel toplumlarda sanat estetik kaygılardan çok işlevsel bir anlam ifade etmekteydi.

İlksel toplumlarda büyü ile başlayan ritüellerin, Yunan tiyatrosunun doğuşunda rol oynadığı varsayımı, dramın ritüellerdeki taklitten doğduğu görüşünü güçlendirmiştir. Bu da toplumsal yaşayış, inanç ve doğa karşı yürütülen mücadele ile sanat arasında doğrudan bir bağa işaret eder. Elbette ilk haliyle sanat olarak icra edilmeyen birçok etkinliğin, sonradan bağımsız bir anlatım, dolayısıyla sanat öğesine dönüştüğünü de belirtmek gerekir.

Sanat, eski toplumlarda toplumu oluşturan, o toplumu bir arada yaşatan ve aynı topluluğa mensup insanlara ortak kodlar veren bir yapıda gelişmiştir. Aslında tarihsel süreç içerisinde sanatın farklı alanlarla, özellikle din ile, iç içe olduğunu görmekteyiz. Karşılıklı faydaya dayanan bu içkinlikte din, sanatın içeriğini etkilerken, sanat da “kutsal” olanın, doğanın, ya da “doğaüstü” olanın çok boyutlu olarak algılanabilmesine, bunların farklı biçimlerde ifade edilebilmelerine olanak sağlamıştır. Sonradan oluşturulan kutsal metinleri ve bu metinlerin, etkinliklerin varlığını ve etkililiğini artırmıştır.

İlkel toplumlarda büyü ve din gibi unsurların doğaüstü oluşu, dinsel liderlere, büyücülere ya da din adamlarına önemli bir misyon yüklenmesine sebep olmuştur. Bunlar toplumun hem ruhani lideri hem de “bilinmez”, “ulaşılmaz” olan yüce güçlerle bağın tek kaynağıydılar. Büyünün zamanla dine, bilime ve sanata dönüştüğü düşüncesi de esasen bu varsayımı desteklemektedir.

İlkel toplumlarda doğaya sıkı bir bağlılık söz konusuydu; ancak ona egemen olmak için kullanılan araç gereçler hem ilkel hem yetersizdi. Elbette ilkel insanların bilinç düzeyleri de dikkate alındığında doğayı anlamlandırabilme çabaları çoğu kez büyü ve doğaüstü tarifleri gerekli kılıyordu. İşte bu noktada gerçekleştirdikleri edimler, sanatın nüvelerini oluştururken, doğa ile yürütülen mücadelede de insana güç katmaktaydı. Doğaya egemen olma dürtüsü, korkularla baş edebilme çabası ile icra edilen tüm etkinlikler doğrudan veya dolaylı olarak inanışla, dolayısıyla sanatsal etkinliklerle ilgiliydi. Tüm canlılarda farklı olana, kokulara, renklere, ışığa ve harekete karşı bir duyarlılık vardır. Ancak insanın tüm bunlardan farklı olrak çoğalma ve bütünlenme isteği onu sıradan bir canlının ötesine taşımaktaydı. İnsanın, her adımda gelişen bilinci onu doğa karşısında giderek hakim hale getirmekte, kendini yeniden üretme olanakları sağlamaktaydı.

Ernest Fischer, sanatı insanla yaşıt kabul ederek, bunu bir çeşit çalışma olarak değerlendirir. Marks da çalışma eylemini doğadaki maddeleri insanın kendi için elverişli hale getirme süreci olarak yorumlar. Kuşkusuz bu elverişli hale getirme süreci zorunlu olarak bir değişimi ve dönüşümü zorunlu kılar. Bu değişim var olanı, doğal olanı çeşitli olanaklarla, özellikle büyü gücüyle değiştirmeyi gerektirir.

Özetlersek eski toplumlarda sanat, ağırlıklı olarak, büyüsel bir araç işlevi görmekteydi. Böylece insan doğaya üstünlük kurabiliyor, onu arzuları ekseninde değiştirebiliyordu. Elbette bu işlevi farklı ilişkilerin, etkinliklerin ortaya çıkması gibi başkaca sonuçların ortaya çıkmasına da katkıda bulunuyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 2: "UNUTULAN"

Nazım Hikmet'in kayıp ikinci şiiridir "Unutulan" ... Aslında eski baskı kitaplarında bulunan; ancak son yıllarda yapılan bası...