![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjLet_UFRsAD6B3xCvXUj3v7dymvSq60-cG-WeB8dRKQA4-5YpVIl6qz5JZ4Dl5VcpJMB71IgqOlN2ld8p9OkGmYGUcDpK_C7y975B3K9iWNvVqfIJwfOxeWGP41fyu3m1jcNARBUhBPUuf/s320/81ppLHjddVL.jpg)
İnsanın, kendini toplumsal ilişkiler içerinde var etmeye başlamasıyla birlikte diğer canlılardan kendisini kalın bir çizgiyle ayırmaya başlamıştır. Bu evrimsel süreçteki sıçrama hem fizyolojik hem de doğa ile mücadele noktasında insanı diğer canlılar karşısında egemen bir konuma taşımıştır denilebilir. Bu kopuş insanın doğanın bir parçası olan varoluş sürecinden büsbütün bir kopuş anlamına gelmemektedir.
İnsan, ilksel dönemlerden bu yana, değiştirerek de olsa, taşıdığı birçok özü bağrında taşıyarak evrimleşegelmiştir. İlksel insana dair birçok bilinmezi bugünkü insanı anlama çabasında ortaya çıkarmaktayız. Bu anlamda insan, keşfedilmemiş sınırlarıyla kendisi için bir gizem olmayı sürdürmektedir.
Johan Huizinga’nın “Homo Ludens” adlı yapıtta, insana ilişkin temel varlık unsurlarının başına oyun kavramını yerleştirmiştir. Öncelikle oyunun sadece “insana özgü” olmadığını, çeşitli hayvanlardan örnekler vererek açıklamaya çalışmıştır. Ancak “kültürel oyunlar” diye tarif ettiği kategoriyi de oyunların bir üst aşaması olarak sınıflandırmıştır.
Huizinga, kolektif hayatın bütün önemli biçimlerinin -ibadet, şiir, müzik, dans, bilgelik, bilim, hukuk, mücadele ve savaş- ortaya çıkışında oyunun önemli bir itici güç olduğunu, çeşitli kültürlere ilişkin bilgi ve belgelere dayanarak göstermiştir. Bu noktada günümüzde oyunun hayatı zenginleştiren bir unsur olarak görülmemesinin de hayatımızı tekdüze ve sıkıcı hale getirdiğini belirtmiştir. “Oyuna toplumlarımızda artık yer yok; hayatın bütünlüğünden dışlanıp, sanayiye malzeme olsun diye bir köşeye atıldı.” Metalar dünyasının hayatın bütün kılcal damarlarına sirayet etmesinin kaçınılmaz sonucundan böylece oyunlar da nasibini almış oldu.
“Her Oyun Gönüllü Bir Eylemdir”
Dersimiz temel olarak oyun etkinliğine dayalı olarak şekillendirilmiştir. Bu oyun oynama sürecini farklı zaman ve mekânlarda gerçekleştirsem de bu faklı deneyimlerin birbirinden farklı tatları olmuştur. Lakin Huizinga, oyunu “gönüllü bir eylem” olarak tarif etmiştir. O halde derste, sınıf içerisinde ve belli kalıplar içerisinde gerçekleştirilen bu etkinlikleri oyun olarak değerlendirmek mümkün değildir. Zaten yazar da bu tip etkinlikleri “bir oyunun zorunlu temsili” olarak değerlendirmektedir.Kuşkusuz oyun “hayatın kendisi” olarak görülmemektedir. Ancak hayatın bütün sıradanlıklarından uzaklaşılıp, kendine özgü geçici-varsayımsal bir etkinlik alanı yaratmaktadır. Huizinga’ya göre de oyun, hayattan, bu hayatın içinde işgal ettiği yer ve zamanla ayrılır. Yine hayat, sınırsız bir varlık alanı iken oyunda bir sınırlılık söz konusudur. Tıpkı derste sergilenen oyunlara çizilen sınırlar ve kurallar gibi, dışarı çıktığınızda oyun biter lakin hayat akmaya devam etmektedir. Tabi bu ayırımlar tersinden de okunabilir. Şöyle ki hayat akışı doğrusaldır, geriye döndürülmesi, tekrar edilmesi mümkün değildir. Oysa bir oyun kesittir. Daha sonra tekrar edilmesi de mümkündür.
Drama Dersinin İnsana Katkıları
Daha önce de deneyimlediğim dram çalışmalarının her birinin yaşantı ve birikim yönünden bana önemli şeyler kattığını düşünmekteyim. İnsanların oyun içerisindeki “saf ve çocuksu” halleri, metalar dünyasının sınırlarını zorlamakta, yabancılaştığımız ilişkiler dünyasının ötesinde bambaşka ilişki, yaklaşım ve davranışlara kapı aralamaktadır. Belki çok uzun sürede inşa edilebilecek “ilişkiler” kısa zaman içerisinde “doğal” halini bu oyunlar vesilesiyle alabilmektedir.Sonuçta her oyunun kuralları vardır. Bu ortak alanda örgütlenmiş ve ortak bir eylemi gerçekleştirmek üzere harekete geçen insan topluluğu bir gönüldaşlık, yoldaşlık duygusunu kısa zamanda edinebilmektedir. Çünkü oyun bitse dahi, dışarıda etkileri sürmektedir. Oyunun kurallarına uymayanlar, ya da “mış gibi” yapanlar dikkat çekici bir biçimde grup dışı kalmakta, uyum sağlamakta zorlanmaktadır. Benim gibi bağ kurmakta ciddi tutukluluğu olan kimseler açısından, bana kalırsa gerçek bir özgürlük alanını ifade etmektedir.
“Gündelik hayatın kural ve örflerinin oyun alanı içinde bir değeri yoktur.” ( Huizinga, s.30) Sadece bu özelliği bile, oyunun insan için ne denli özgürleştirici, sağaltıcı bir etkinlik olduğunu anlatmaya yeter. O sınırlı alan ve zaman içerisinde, insana, alışılagelen tüm kalıpların dışında ve ötesinde, sınırsız bir hayal gücü eşliğinde çizilmiş tarifsiz bir özgürlük alanı…
Oyun, sınırsız bir düş evreninin kapılarını bizlere aralamaktadır. Bu noktada oyun bir şey için mücadeleyi ya da bir şeyi temsil etmeyi de beraberinde getirmektedir. Bir şeyi temsil etmek için mücadele ya da mücadele edilen bir şeyi temsil etme biçiminde ikili özellikler iç içi girebilmektedir.
Drama dersi içerisinde vücudun bir şeyin biçimini alma ya da bir kavramı, temsili bir biçimde sergilemek de bu kapsamda çalışmalar olarak görülebilir. İster temsil ister mücadele olsun bu sürece katılacak her düş öğesi ya da her katkı o oyunu zenginleştiren özel kılan unsurlara dönüşmektedir.
İnsan, doğa ile mücadele veya doğayı anlamlandırma süreçlerinden sonra, her tabii gelişmeyi temsili bir şekilde canlandırmaya yönelerek, bu temsiliyeti kutsal oyun biçiminde oynamaya başlamıştır. Böylece doğanın kutsal döngüsünün bir parçası olma veya bu döngüye müdahale etme gücü ortaya çıkmıştır. Tüm bu süreçler toplumsal varoluş sürecinin nüveleri, ilksel siyasal organizasyonların da temeli olmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler