
“Klasik feodalitenin -bütün çizgileriyle- ortaya çıkışı, Fransa'da Karolenj İmparatorluğu'nun batışından (10. yüzyıl), İngiltere'de ise Norman istilasından (11. yüzyıl) sonraya rastlar.”[2]
Tam anlamıyla siyasal, hukuksal, ekonomik ve sosyal bir sistem olan feodal düzenin en ayırt edici yanlarından biri "devlet birliği"nin olmayışıdır. Bu dönemde Avrupa’da egemen siyasal örgütlenme modeli beylikler ya da derebeyliklerdir. Böyle olunca da halk doğrudan doğruya devletin değil, toprak sahibi senyörlerin egemenliği altıda bulunmaktaydı.
İlk Çağ’daki kölelik sistemi form değiştirerek, çeşitli güvenlik kaygılarının da artmasıyla "bir kişiye uyrukluk" haline dönmüş ve hızla yayılmaya başlamıştır. Önceki çağda üretimin tekniğinin gelişmesiyle çözülen kölelik bağı yaşamı sürdürme ve güvenlik kaygılarıyla feodal bir bağlılık/ bağımlılık ilişkisine dönüşmüş böylece bu sistemin asli ekonomik unsuru olan serflerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.[3]
Feodal düzende toplum yapısı: Bu dönemin temel sınıfları şu unsurlardan oluşmaktaydı: soylular, rahipler ve köylüler. Feodal dönemin sınıfsal yapısının en ayırt edici özelliği her bir sınıfın kendine özgü hukuki statüsünün bulunmasıydı. Dolayısıyla feodalite sınıflar kesin çizgilerle birbirinden ayrılmaktaydı. Önceki köleci dönemde bulunan kast sistemi kadar katı olmasa da sınıflar arası geçişler de imkânsız gibiydi. Çünkü Ortaçağ’da bir sınıftan ötekine geçmek belli törenleri ve birtakım hukuksal işlemleri gerektiriyordu. Böyle olunca toplumsal eşitsizlik hem ekonomik hem de hukuksal anlamda doruğa çıkmaktaydı.
Bu dönemin ayrıcalıklı sınıflarını soylular ile rahipler oluşturmaktaydı. Tüm ekonomik düzen özgür köylüler ya da senyöre bağlı köylülerin emeğine dayanmakla birlikte üretim araçlarını ellerinde bulunduramadıkları için öteki ayrıcalıklı sınıflardan aşağı kabul ediliyorlardı.
Bu dönem filozofları felsefeyi bilimsel eksende değil Hıristiyan inancını temellendirmek için kullanmışlardır. Bu nedenle de apolojistler olarak adlandırılmışlardır. Bu durum giderek düşünce dünyasının temelini oluşturacak patristik felsefenin doğuşuna evrilecektir. Kuşkusuz bu değişim sadece düşünsel temelde değil toplumsal yaşamın örgütlenmesinde de kendini göstermiş, ruhban sınıfı giderek dinsel bir güç olmanın yanı sıra siyasal erk olarak da yükselmeye başlamıştır.
Ortaçağ’da Hristiyanlık düşüncesi ve bunun temsilcisi olan kilise başlı başına bir uygarlık olarak değerlendirilebilir. Bu bakımdan Ortaçağ uygarlığının temeli Hristiyanlığa dayanır demek hiç de abartılı bir ifade olmaz.
İsa'nın öğretisi tüm özel zenginlik ve kişisel avantajlara karşıydı. Tüm insanlar, maddi ve manevi varlıklarıyla birlikte, Tanrı'nın katına aittiler.[4] Ortaçağ boyunca, Katolik Kilisesi, giderek yozlaşarak manevi dünyanın dışında maddi dünya meselelerinde de tayin edici bir rol üstlenmeye başlamıştır. Kilise, zamanla Hristiyanlığın ortaya çıktığı süreçlerdeki saflığından uzaklaşmış, halkla arasına giderek mesafe koymuş ve insanlar üzerinde bir egemenlik ve korku aygıtına dönüşmeye başlamıştır.
Öte yandan, bazı hükümdarlar da, Kilise'nin cismani egemenlikten üstün olarak gördüğü ruhani egemenliğine güçlükle katlanıyorlar. Ve son olarak Kilise'nin -özellikle toprak bağışları yoluyla büyük zenginlik sahibi bir kurum haline gelmesi gibi manevi, siyasal, ekonomik nedenler 16. yüzyılda Katolik Kilisesi'nin yeniden parçalanmasına yol açtı. Reform hareketi sonunda çeşitli Protestan kiliseleri böyle doğdu.[5]
Hıristiyanlık ortaya çıktığında, bir egemenlik hedefi taşımıyordu. Dolayısıyla, yeryüzü iktidarı siyasi güç olan imparator, kral ya da diğer egemen sınıflara terk edilirken kendini sadece “gökyüzü iktidarı” konusunda söz sahibi sayıyordu. Bu anlayış iki dünyanın kesin hatlarla birbirinden ayrılması anlamına geliyordu. Ancak Roma imparatorluğunun sonlarına doğru siyasal erke yakınlaşan kilise giderek kendini “en üstün güç” olarak görmeye başlamıştır. Hatta Ortaçağ boyunca bunu kabul ettirdiği de söylenebilir. Ortaçağ süresince kendilerine bağlı senyörlere karşı güçsüz olan krallar ve hükümdarlar, bir de gökyüzündeki senyörü, yani Tanrı'yı yeryüzünde temsil eden Kilise önünde diz çökerler.[6]
Ortaçağ’da Patristik ve Skolastik Felsefenin Temek İlkelerini
Patristik, kilisenin doğuşuyla birlikte erken dönem Hristiyan yazarlarını konu alan teoloji alt disiplini olarak ifade edilebilir. İsmi Latince "baba" anlamına gelen “pater”[7] sözcüğünden türemiştir. Bu kavram, Yeni Ahit zamanlarının sonundan, yaklaşık MS 2. yüzyıldan 8. yüzyıl dolaylarına kadarki zaman dilimini kapsar. 8. yüzyıldan 15. Yüzyıla kadar süren döneme ise skolastik dönem denmektedir.Patristik Dönem: Roma kültürünün egemen olduğu MÖ 30 ile MS 476 yılları arası, aynı zamanda Hristiyanlığın dogmalarının yorumlanmaya başlandığı Ortaçağ düşüncesi için de bir hazırlık dönemi olmuştur. Özellikle MS 2. yüzyıldan itibaren hız kazanan bu etkinliğin esası, Kilise babalarının egemenliği altında Platon ve Yeni Platoncu bir felsefe anlayışıyla Hristiyanlığın temel inanç ve önermelerini savunmaktan oluşmaktaydı.[8]
Patristik dönem genel olarak “karanlık” bir dönem olarak nitelenmektedir. Ağır bir kilise baskısı ve katı bir Hristiyanlık yorumunun belirlediği bu çağda İslam dünyası bugünkü halinin aksine ilerici bir konumda bulunmaktaydı.
İslam felsefesi, Batı’nın Patristik felsefenin ardından ağır bir “Karanlık Çağ”a girdiği sırada, kültür tarihinde özellikle bilginin sadece korunmasına değil aynı zamanda yeni kazanımlarla zenginleşmesine önemli katkılarda bulunmuş; bu anlamda, antik felsefe ile 12. yüzyıl sonrası Skolastik Hıristiyan felsefesi arasında köprü görevi yerine getirmiş bir felsefe geleneği olarak ortaya çıkmıştır.[9]
Her iki dönemde de dönemde de Hristiyanlığı savunmak ve etkin kılmak esastı. Ancak yine de bu dönemler birbirinden belirgin şekilde ayrılmaktadır. Ortak temel özelliklerinin başında Skolastik yönteme dayanmak, Hristiyanlığa ve Kilise’nin otoritesine bağlılık ve dönemlerin kendi içinde gösterdiği birlik ve kapalılık gelmektedir.
Kilise düşüncesi kuşkusuz müstakil bir düşünce sistemi olmayıp kendinden önceki Antik felsefe temelleri üzerinde şekillenmiştir. Bu süreçte Kilisenin, antik kültürden kendine uygun bulup aldığı düşünceler ayakta kalabilmiş, Kiliseye aykırı olanlar da kesin olarak dışarıda bırakılmıştır, hatta bu düşünceleri izleyenler acımasızca cezalandırılmış ya da toplum dışına itilmişlerdir. Böyle olunca da Antik döneme ait birçok değer Rönesans’ta yeniden gün ışığına çıkıncaya kadar karanlığa gömülmüştür.
Ortaçağ eski Yunanlıların yürümüş olduğu yolu tam tersinden yürümüştür diyebiliriz. Yunanlılarda felsefe ilkin dinden kopma ile, bilmek için bilmek ile, salt bilmeden (theoria) duyulacak sevinç için başlamış, ancak sonraları yavaş yavaş değişerek pratiğin (praxis) —ahlaki ödevlerin, dini özlemlerin— hizmetine girmişti. Ortaçağ felsefeyi hemen işin basında bile bile pratiğin -dinin ereklerinin- hizmetine koşmuştur. Ona göre felsefenin göreceği iş, duygu ve kanıda sağlam ve tartışmasız olarak elde bulunanı, pekiştirilmiş olanı, düşünce ile açıklığa kavuşturmak ve kavramsal olarak dile getirmektir.[10]
Ortaçağ Felsefesinin Genel Özellikleri:
Önceki dönem olan Antik Yunan ya da ilkçağ felsefesi daha çok ulusal ya da kültürel bir form taşımaktayken Ortaçağ felsefesi, kişi ve toplulukların özellikleri dışında bir dini topluluğun ya da ümmetin /dinsel cemaatinin felsefesidir. Bu anlamıyla Ortaçağ felsefesi, diğer dinlerde de olduğu gibi, inanç temeline dayanan, o inancı kabul etmiş olanların, bir peygamber etrafında toplananların felsefesidir.Bu dönemde felsefe, Tanrının kelamını konu edinen teolojinin altında bir alan olarak değerlendirilmekteydi. Teolojiyle felsefe arasındaki ilişki yaratıcı-yaratılan ekseninde bölünmüştür. Felsefe aydınlanma ya da sorulara yanıt bulma kaygısından öte teolojinin hizmetine koşan bir anlayış ekseninden şekillenmiştir. Bunun aksi her yaklaşım dışlanmış hatta cezalandırılmıştır.
Ortaçağ'da insanın temel sorunları, dünyevi sorunlardan çok öte dünyaya ilişkin sorunlardı. Kuşkusuz bir mutluluk arayışı vardı ancak esas ve gerçek mutluluk bu dünyaya değil öteki dünyaya aitti. Aranan mutluluk, bu dünyadaki mutluluk değil ebedi bir saadettir. Dönem filozofları asıl önemsenmesi gerekenin insanın doğaüstü varlık alanına ilişkin sorun ve beklentileri olduğu tezini geliştirmişlerdir. İnsanın, aşkın ve mutlak olarak yetkin varlıkla olan ilişkisi başat ilgi alanları olmuştur.
Kilisenin egemenliğine giren tanrısallık, Latincenin kilise hegemonyası altında oluşu Ortaçağ insanının yaratıcısından bütünüyle koparmıştır. Bu varlık haliyle kendine yabancı, tanımadığı, tariflemediği ve açıklayamadığı bir dünyada yaşamk zorunda kalmıştır. Buna göre, Ortaçağda insan, doğal ve akli bir varlık değil, öncelikle Tanrı tarafından yaratılmış fakat ilahi özünden ayrı düşmüş bir varlıktır.[11] Bu insan için bir tarafta Tanrı, diğer tarafta ise kendisini sürekli Tanrıdan uzaklaştıran, ona ve kendine yabancı kılan bir varlık alanı bulunmaktaydı. Dolayısıyla Ortaçağ insanı için temel sorun pratik bir sorundu. Ve bu sorunun temelinde insanın kendi yaratıcısına nasıl dönebileceği düşüncesi yatmaktaydı.
İlkçağ felsefesi, dini ve mitolojiyi reddetme ekseninde gelişmiştir. Bu anlamıyla özerk bir felsefe olarak değerlendirilebilir. Ancak Ortaçağ felsefesi kesinlikle özerklikten uzak, kendini dini dogmalara, teolojiye bağlayan bir felsefedir. Ortaçağ’da bilimle ya da felsefeyle, çözüme kavuşturulacak problemlerin çözümü de dahil olmak üzere her şey teoloji tarafından belirlenmiştir.
Elbette Ortaçağ felsefesinin, her felsefe gibi, birtakım önkabulleri bulunmaktaydı. Buna göre, varlık âleminin tepesinde en yetkin varlık bulunmaktaydı. Bu varlık hem tüm değerlerin kaynağı hem de iktidar kaynağının ta kendisiydi.
Bütün bunlardan hareketle Ortaçağ felsefesinin dinsel bilgiyi temellendirme uğraşısı başta olmak üzere ilahi gerçekliği anlama ve kavrama noktalarında daima Yunan felsefesine bağlı kalmıştır. Bu felsefede yapılan iş, daha çok Antik Yunan’ın düşünce dünyasını benimsemek, onun yöntemini kullanmak ve Yunan felsefesinin temel kavramlarını işleyerek, inancı temellendirmek olmuştur. Ama Ortaçağ felsefesi benimsediği ve kendisine göre biçimlendirdiği felsefeyi genellikle olmuş bitmiş, yetkin bir sistem olarak görmüştür.[12] Buradan hareketle de Ortaçağ felsefesinin durağan, statik bir felsefe olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Ortaçağ felsefesinin merkezinde Tanrı vardır. Dolayısıyla bu felsefenin ilk ve en temel konusu da Tanrıdır. Tanrının varoluşunun kanıtlanması, Tanrısallığın yorumu, insanın onun karşısındaki görevlerinin tarif edilmesi başat görevleri olarak görülmüştür. İstisnasız tüm Ortaçağ filozofları, sistemlerinde Tanrıdan yola çıkar ve önce Tanrının varoluşunu kanıtlayarak, varlığı yaratan-yaratılmış ilişkisi çerçevesinde ele alır.[13]
Ortaçağ felsefesinin yöntemi bütünüyle otoriteye mutlak boyun eğmeye dayalı bir yöntemdi. Bu da elbette dinsel erkin oluşturduğu otoriteye mutlak itaati zorunlu kılıyordu. Yaratılan felsefenin niteliği, kapsadığı alan ve çerçevesi dinsel otorite tarafından çizilmekteydi. Bu mutlak ve değişmez bir sınır olarak kabul edilirdi. Otoriteye duyulan inancı temele alan bir felsefede de eleştiri ve kuşkuculuğa kesinlikle yer yoktu.
Son olarak Ortaçağ düşüncesinde bilginin ortaya çıkarılması kadar bunun korunması ve aktarımı da büyük önem arz etmekteydi. Hristiyanlık düşüncesinin, Ortaçağ felsefesinin belki de insanlık tarihine en büyük katkısı dinsel bilginin aktarılmasının aracı olarak üniversiteleri inşa etme becerisidir. Elbette inşa ettiği üniversite sonradan kendi yaratıcısını vuracak bir noktaya evrilmiştir.
[1] Türkiye’deki kaynakların aksine kimi Avrupa-Amerikan kaynakları Ortaçağı sona erdiren olay olarak 1492 tarihinde gerçekleşen Amerika’nın keşfi olayını gösterirler. Olayların gerçekleşme tarihinin yakın olması ve yarattıkları zincirleme değişimler düşünüldüğünde her ikisi de bu anlamda etkili olarak değerlendirilebilir.
[2] Server Tanilli, Uygarlık Tarihi Ders Notları, Yalkın Ofset, İstanbul, 1979, s.30
[3] Serflik: Feodal sistemin temel ekonomik unsuru olan toprağa dayalı kölelik olarak da ifade edilebilir.
[4] Oral Sander, Siyasi Tarih, 12. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara, 2003, S. 44
[5] Server Tanilli, Uygarlık Tarihi Ders Notları, Yalkın Ofset, İstanbul, 1979, s.57-58
[6] Server Tanilli, Uygarlık Tarihi Ders Notları, Yalkın Ofset, İstanbul, 1979, S.60
[7] Bu sözcük zaman içerisinde değişime uğrayarak “peder/father” biçimini almıştır.
[8] Hüseyin Gazi Topdemir, “Ortaçağ Uygarlıklarında Bilgi ve Bilim, Bilim Teknik Dergisi, Ocak, 2012
[9] Yard. Doç. Dr. Hasan Atsız, 19 Mayıs Üniversitesi, Uzaktan Eğitim Yayınları, Samsun, 2012, s.3
[10] Prof. Dr. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1961, s. 146-147
[11] Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, İstanbul, 2015, S. 89
[12] Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, İstanbul, 2015, S. 92
[13] Age. S.95