Öteden beri insanoğlu bir dizi prangayla bağlanmak istenmiş “medeniyete”. Din, ahlak, değer yargıları, yasalar hepsi insanın neler yapmaması gerektiği ya da yasak olanı yaptığında başına gelecek felaketleri anlatmak, onun ruhunda korku fırtınaları koparmak üzerine kurulmuştur.
İnsanı idealize eden tüm inanç biçimlerine sormak gerek: Siz, hiç dize gelmiş bir duygu gördünüz mü ya da paketlenmiş bir öfke, standart bir sevgi olabilir mi ya da kabına sığan bir aşk gördünüz mü? Hiçbir pazarda rüzgâr satıldığını, dalgaların çuvallara sığdırıldığını gören olmamıştır... Hele zaman… Tüm varlığınızı adasanız da onu geri getiremezsiniz!
Bugünün değerler sisteminin yaratıcısı kapitalizm, tüm çirkinlikleri maskelemekte. Bir taraftan kutsadığı tüm değerleri (aile, ahlak vs.) öte yandan alınıp satılan bir “mal” haline getirmekte.Onun için aslolarak tek kutsal yasa vardır: Kâr yasası. Bu değer erozyonunu öyle doğal ve kılıfına uygun gerçekleştirir ki geçmişin tüm saygın değerleri alaşağı olurken insan kitleleri nostaljik bir yıkımın seyircisi olmaktan öteye geçemezler. Hatta bazen bu yıkımın gönüllü köleleri olduklarının ayırdına bile varamazlar. Ne kadar kudretli görünürlerse görünsünler iradeleri hüküm altında olan askerlerden başka bir şey değillerdir.
İhanet mi Yaşamak mı!
Yıllarca kocasına sadakatle bağlı kalan bir kadın belirir loş sokak lambasının kıyısında. Eşi öldükten sonra dahi anısına halel getirmemiştir. Kocasını erken yaşta yitiren kadın, ereksizleşmiş ve anlamsızlaşmış yaşantısını bir kentten bir başka kente sürüklerken, rastlantı eseri Monte Carlo’ya uğrar. Orada müteveffa kovasından öğrendiği bir oyun oynar. Kumar oynayan insanların, tüm o duygulardan arınmış hareketsiz yüzlerinin aksine ellerini izler. Biliyordu ki eller, insanın gizli olan nesi varsa hepsini açığa vururdu “Benliğinde hiçbir canlı şey kımıldamazken, başkalarının yüzlerinde mutluluğun ya da bitkinliğin hummalı bir biçimde geçişini görmek, benim için de bir heyecan vesilesiydi.” diye düşünüyordu.Bu yöntem asla bir yüze bakmamak, sırf masanın dörtgenine, orada oyuncuların ellerine ve bu ellerin kendilerine özgü hareketlerine bakmaktan ibaretti. “Kumar masasında dört köşe gözlerin içine kâğıt banknotlar bir tohum gibi serpilip dökülür. Derken kurpiyerin küreği gelip bunların hepsini kesici bir vuruşla sanki hasat eder yahut da bir buğday demeti gibi kazananın önüne iter. Bu manzarada değişen tek şey ellerdir. Hepsinin de birbirinin kenarında tetikte durur gibi bir halleri vardır. Her biri diğerinden daima bir giysinin koluyla ayrılır. Her biri sıçramaya hazır bir yabani hayvana benzer. Her birinin kendine göre biçimi ve rengi vardır; lakin hepsinin içinde gizli bir gerginlik; sonsuz bir sabırsızlığın titreyişi geçer.”
Bazı insanlar, özellikle kumar oynayanlar, çok geçmeden yüzlerinin ifadesine egemen olmayı öğrenirler; ta yukarıda, gömlek yakasının üstünde, aldırmazlığın ve kayıtsızlığın soğuk maskesini taşırlar; fakat benliklerinin en gözle görünür yerlerindeki bu gizlenme hareketine bütün dikkatlerini kasılmış bir biçimde topladıkları içindir ki ellerini unuturlar! Eller, onların en gizli neleri varsa, hiçbir utanç duymadan açığa vurur. Çünkü eninde sonunda, öyle bir an gelir ki zorla zapt edilen ve uyur gibi duran o parmaklar, o uyuşuk aldırmazlıklarından silkiniverirler.
Her şey o kumar masasının parıltılı ışıkları altında o elleri keşfetmesiyle başlar. O gece öyle ellerle karşılaşır ki, daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yapar! Bir yasağı çiğnemenin tedirginliği ile gözlerini kaldırıp o ellerin sahibi yüze bakar. O güne değin tutkunun bu denli apaçık ve kabına sığmazcasına taştığı bir yüz görmemiştir. Bu ellerin ve yüz ifadelerinin anlattığı hazin yenilgiyi, kıvranarak izleyen kadının yüreği o denli sarsılmıştır ki bu sahneye daha fazla dayanamaz ve yüzünü başka yöne çevirir.
"Tanımadığım birinin, kahramanı olduğu bu umutsuzluk dramına, bir tiyatro sahnesindeymiş gibi seyirci olduğum için sıkılmıştım; fakat içimdeki o anlaşılmaz kaygı birden beni onu izlemeye sürükledi… Belirli bir şey düşünmeksizin tıpkı bir makine gibi ve tümüyle içgüdüme boyun eğmiş olarak bu adamın ardı sıra ben de karanlıklara daldım.”
O gecenin sabahında adamın yatağında uyandığında hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olamayacağını anlar… Bütün çatışma ve gerilimlerin ortasında vicdan denilen o lanetli hastalığın pençesinde nasıl da kıvranıyordu. Düşündükçe nefes alamaz oluyor, tüm bunları yaşamış mıydı; yoksa hepsi bir hayalden mi ibaretti? onu oraya, tutkunun doruklarda seyrettiği o “an”a ne getirmişti? Şimdi sadece bu sorular çalkalanıyordu zihninde…
Aynaya baktığında kendini tanıyamıyordu. Yüzü dahi kendisine yabancıydı, bazen hiç olmadığımız gibi göründüğümüzü sanırız ya işte o da şu anda sadece bunu hissediyordu. Utanç, belirsizlik ve heyecan içinde değişen yüzü adeta içindekilerin bir yansımasıydı. Baktığı aynalar ona görünmek istediği kişiyi göstermiyordu bu sefer. Bir “an”ın kendisine neler yapmış olduğunu aklı bir türlü almıyordu!
Evet, bir “an”da hep övünç duyduğu hayatını hiç bitmeyecekmiş gibi görünen; ama çabucak bıkacağı bir maceraya dönüştürmüştü.
***
Stefan Zweig'’ın "Bir Kadının Yirmi Dört Saati" adlı hikâyesi, bir insanın içindeki fırtınaları tanımadığı bir adama anlatmasıyla başlar. Çünkü anlatmak arınmaktı, ağırlığının altında ezildiğiniz dünyayı sırtınızda taşımaktan yorulduğunuzda, onu paylaşmaktan, bir yardım çağrısıyla hafiflemeye çalışmaktan başka çareniz kalmaz. İnsan en çok anlatarak soyunur benliğinden. Ve insan ancak tanımadığı ya da bir daha görmeyeceği birine ruhunun gizemli yanlarını rahatlıkla anlatabilir. Orada yargılama, inkâr ya da hor görme yoktur çünkü. Utanç da yoktur! Bahanelerin ardına saklanmadan varlığının en ücra köşelerini dahi, sükûnetle duran ve susan zihnin önüne bırakıverir insan. Ve hepimiz anlatmaktan çekindiğimiz o bir “an”a hapsolmuş yanlarımızla, o bir “an”dan kaynaklanan hatalarımız ve günahlarımızla zaaflarımızı da itiraf edebilirdik başkalarına.
Bazen kendimiz hakkında yanılırız; sadece bir “an”dır ruhumuzu hoyratça ele geçiren, şaşırır ve hiç yapmayacağımızı sandığımız o eylemi, yanında hiçbir düşünceye yer bırakmadan ve adeta düşünmekten korkarak -düşünmekten kaçarak- ve kendimizden nefret edercesine gerçekleştiririz.
Aynaya baktığınızda ne olduğunuzu değil; sadece ne olmak istediğinizi ya da “olmanız gerekeni” görüyorsunuz. İnsanların çoğunda hayal kurma yeteneği, ihtiyaç duymadıkları için, pek de gelişmez. Kafalarını vurulmadıkça ya da yürekleri dağlanmadıkça etraflarında olup biten pek çok şeye aldırış etmezler, hatta olanları fark etmezler. Farkındalık heyecan vericidir; ancak bu güruh bundan da yoksundur ki hayatlarındaki olağan akış bozulduğunda heyecan değil, huzursuzluk duyarlar. Kimi zaman da tam tersi oluverir. İnsanların gözü önünde ve duyarlılıklarının dar çerçevesi içinde, hiç de önemli olmayan bir şey vuku bulduğunda bile hemen ölçüsüz bir tutku kabarıp kaynamaya başlar içlerinde.
Bu kadar öfke, atalet ve bedbinlik neden o zaman? Her şeyi yaratan mahir eller arzulara neden gem vuramaz? “Siz busunuz”, diyen sözler neden ağrınıza gider? Yoksa siz bu da mı değilsiniz? Bunalımların gergefinde gerilen sinirler ve o sinirlerin uzuvlara yayılan şiddeti insanın görüntüsüne, haline ve tavırlarına öyle içler acısı bir hava verir ki hiçbir mahir sanatçı bu görüntüyü içindeki yangınla resmedemez.
Her insanın yaşamında büyük değişimlere açılan zamanlar, günler, saatler hatta “an”lar vardır. Duyarlılıkların doruklarda seyrettiği böylesi zamanlar, belki de bir bütün olarak, yaşam tasarımlarının değiştiği, sıçradığı “an”lardır. Ve bu gibi geçişler ve değişimler insanın kısacık hayatında pek az ortaya çıkar. Ve sanıyorum ki tutkulu tüm duygular böylesi anlarda hayat buluyor. Sizce de insanların yaşamları boyunca, ömürlerinin yalnız bir noktasına, bir tek gününe gözlerini dikip kalması dayanılmaz bir hal değil midir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler