21 Aralık 2017 Perşembe

BEKLEMEK

İnsan en çok neyi bekler? 

Bir sevgiliyi ya da zenginliği mi? 

Huzuru mu bekler, sağlığı, bir haberi veyahut sonsuz bir yaşamı… 

Belki de en çok zamanı bekler insan. 

Peki, bu bekleyiş öylesine bir kerteye varır mı ki artık beklemek olmasın? 

Bertolt Brecht “İyilik Neye Yarar?” adlı şiirinde beklemenin aksine “beklemeyişin” asaletini anlatır.

“İyi insan olacağınıza
Öyle bir yere götürün ki dünyayıİyilik beklenmesin.”

Beklemek, ilerleyememektir çünkü. Hayallere sığınmak, boş umutlara kapılmaktır ona göre. Her günün birbirini tekrar eden silsilesinde yıpranan, eskiyen yüzümüzün coğrafyasıdır beklemek. Beklemek durağanlıktır, yavaş yavaş çürümesidir fani olanın baki zaman karşısında.


Öyleyse bu zamana sığmayan ruhumuzu neden prangalarız beklentilerimizle!
Nietzsche, “Umut, işkenceyi uzatır.” derken, belki de bu lanetli hastalık damarlarında dolaşırken ve onu hücrelerine değin hissederken, çaresizliğini anlatıyordu. Umut, beklentiyle atbaşı gider çünkü ve beklemek de onulmaz bir işkence oluverir o demde. Beklentiyi öldürmek bu işin tek çaresi gibidir. Beklemek yoksa acı da yoktur çünkü.

Kaçınılmaz mıdır beklemek, bu illeti kesip atmak, ondan sonsuza değin kurtulmak mümkün müdür, mümkünse bu nasıl olur?
Bazen bir teslimiyet halidir beklemek. Tıpkı Konstantin Kavafis’in şiirinde barbarları bekleyen kent halkı gibi… Tüm varlığını, yaşamını ve geleceğini kendisini ezip geçecek olanın insafına bırakan bir kitle resmeder bize Kavafis “Barbarları Beklerken” adlı şiirinde.

“Neyi bekliyoruz böyle toplanmış pazar yerinde?” diye bir hayret ifadesiyle başlar, bu soru aynı zamanda onu bu düşkünleşmiş insan güruhundan, türlü sınıflara mensup ama aynı atalet, korku ve teslimiyet içindeki kalabalıktan bıçak gibi ayırır. Bir Tanrının kullarını izlerkenki hali gibi... Onları, ezercesine ve belki irşada çağırırcasına…

Pazar yerindeki halk, senatörler, konsül, yargıçlar ve hatta imparator… Hepsi aynı takatsiz ve bedbin bekleyiş içindedirler. Beklemek bir uğultudur bu şiirde “gelecek olan” her şeyi ele geçirip yok etme gücüne sahiptir ve bu boyun eğmeyi şart koşar: var olmak için boyun eğmek, celladına adeta kafasını uzatmak, yalakalık yapmak ve ikiyüzlü tavırlar içine girmek…

Şiirin sonunda beklenen barbarlar gelmez ve bu da başka bir yıkımın adıdır. Teslimiyete –ölüme- boynunu uzatan kitle adına sorar ya da onlar adına bir tefekkür dalgalanır:

“Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?  Bir çeşit çözümdü onlar bizim sorunlarımıza”

Çünkü herkes “barbarları” bir çözüm olarak görürken ve barbarlık adına en kanlı eylemler bile beyaza boyanırken, beklememek mümkün müdür! En kötüsü ise beklemenin sürgit devam etmesi olsa gerek. Yani korkuyla yüzleşmek yerine sürekli onun ortaya çıkma tehlikesiyle, gerilimiyle yaşamak zorunda kalmak. Öyle ki bu korkuya alışmak ve hatta bu korkunun – beklemenin –  esiri olmak…

***
2. Emperyalist paylaşım Savaşı, tüm dünyayı bir savaş nihayeti beklentisine sokmuştu. Yıllar geçiyor. Ölü sayıları milyonlarla ifade ediliyor; ama savaşın sona ereceği beklentisi bir türlü gerçekleşmiyordu. Savaşı bitiren temel etken her ne kadar Sovyetler Birliği’nin Nazi ordularını hezimete uğratması olsa da beyinlere o güne değin görülmemiş bir görüntü yansımıştı: Atom bombası.
Atom bombasıyla beraber savaş sona eriyor; ama insanlık, bu vesileyle bir dehşeti bitirirken başka bir dehşetle ve korkuyla tanışıyordu.

Bu durum yazarların, şairlerin hayal güçlerini hayli sarsıyordu. Çünkü yeni bir dönem başlıyordu dünyada, bu açık seçikti. Savaş bitmişti bitmesine; ama başka korkular egemen oluvermişti. Dünyanın üzerindeki duman bir türlü dağılmıyordu. Bu kirli ve karanlık sis özellikle varoluşçu yazarları daha da karamsarlığa, çıkışsızlığa sürükleyecekti.

Bu yazarlardan biri olan Samuel Beckett, savaşın hemen sonrasında “Godot’yu Beklerken” adlı oyununu kaleme alacaktır.

Bu yapıtta da adından anlaşılacağı üzere “beklemek” konusu işlenmiştir. Godot adlı bir kişiyi – bir şeyi–  bekleyen Estergon ve Vladimir’in hikâyesidir bu. Eser baştan sona bir bekleme eylemi üzerine kurulmuştur. Beş kişilik oyuncu kadrosundan ibaret olan eser, kısa zamanda kendi cüssesini aşan bir yapıt oluverir.

Metinde açıkça ifade edilmese de Vladimir, Estergon’u intihar girişiminden alıkoyar ve bu olay, onların yazgılarını, o günden sonra, kopmaz bağlarla bağlayacaktır. Hem beklentilerinde hem de gündelik yaşamlarının döngüsünde giderek aynılaşacaklardır. Bu yazgı onları “beklemek” noktasında birleştirse de her biri farklı tiplerdir. Edimleri ve söylemleri farklı olsa da ikisi de beklemeye mahkûm edilmiş gibidir ya da kendilerini bu hapishaneye bizzat kendileri kapatmışlardır. Ki görünürde onları zorlayan bir şey de yoktur. Beklemenin dayanılmaz cazibesi dışında…


İkisi de “yaşamlarının sonuna” geldiklerini hissetmektedirler içten içe. Ama ne gitmeye ne de yaşamlarını değiştirmeye takatleri vardır! Godot, onlar için biricik kurtarıcı gibi durmaktadır. Bir samanlıkta temiz bir uykudur Godot, bir yaşam gerekçesidir belki. Ama bir türlü gelmek bilmez ve her akşam geceye devrilirken bir ulak çocuk ortaya çıkar ve bugün değil yarın geleceğini haber verir Godot’nun.

Belki de Vladimir ve Estergon bu puslu, karanlık dünyada anlamlı son eylemi icra etmektedirler. Ki onun, bir türlü gelmese de, adı dahi geçtiğinde ertesi güne çıkmayı anlamlı kılacak kadar güçlü bir etkisi vardır. Nedir ki insanı yaşamaya sevk eden, acılara, yoksunluklara ve kederlere gark olmuş bir dünyada bu yaşamak ıstırabını çekmeye muktedir kılan! Hayata anlam katacak bir neden gibi görünen…

Beckett, kendi gözlerinde yansıyan karanlık belirsiz, beklentilerle dolu dünyayı böyle resmeder. Onun dünyasının adı “beklemek”tir. Bir umudu beklemenin (Godot ya da adı her neyse) anlamsızlığını, farkında olduğumuz bir avuntunun yaşamımızı daha berbat etmekten başka işe yaramayacağını anlatmak istiyordu belki de. Ki bize hep gelecekten bahseden nağmeler bir zaman sonra anlamını nasıl yitirse, bu bekleyişin de bir manası yoktu. Bir kurtarıcı yok! Tek gerçeklik bu. Yapayalnız kaldığımız bu dünyada ancak rastlantısal olarak bir düzlemde buluştuğumuz kendi türdeşlerimizle “zaman geçirebiliriz”. Zaten zamanla sınırlanmış olan yaşamımız, saati geldiğinde, istesek de istemesek de koparılıp alınacaktır. Biz bu sonu belli oyunun kahramanları gibi gözüksek de, aczimizi unutmaya çalışmaktan başka bir şey değildi tüm eylemlerimizin biricik gayesi!

***
Beklenti” bazen de felaket olabilir kuşkusuz. Shakespeare’in Macbeth’inin sonunu hazırlayan da bu içinde yaratılan beklenti fırtınası değil miydi? Utkuyla döndüğü savaştan sonra kralın karşısına çıkmak üzere yola çıkar Macbeth. Elbette kazandığı zaferden dolayı ödüllendirilecektir; ama bununla yetinmeyecek, ihtiras ve arzularının kurbanı olacaktır. Yolda karşılaştığı cadılar ilk beklenti tohumlarını atarlar içine ve bunlar yeşerip büyüdükçe felaketler birbirini izler. Beklentileri öyle bir kerteye varır ki onun, bunu yıkayacak tek bir şey kalır: kan!

Yazar da başka bir açıdan, sabrı, elindekiyle yetinmeyi bilmeyi ve mütevazılığı salık veriyordu kahramanın trajik sonunu gözlerimizin önüne sererken. Beklentilerimiz, duygularımızın seline kapıldığında çavlanlaşır, önüne çıkan her ne varsa güzellik adına hepsini kırıp geçebilirler çünkü…


Şimdi, tekrar düşünün siz de bir şeyleri beklemiyor musunuz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 2: "UNUTULAN"

Nazım Hikmet'in kayıp ikinci şiiridir "Unutulan" ... Aslında eski baskı kitaplarında bulunan; ancak son yıllarda yapılan bası...