İnsan en çok neyi bekler?
Bir sevgiliyi ya da zenginliği mi?
Huzuru mu bekler, sağlığı, bir haberi veyahut sonsuz bir yaşamı…
Belki de en çok zamanı bekler insan.
Peki, bu bekleyiş öylesine bir kerteye varır mı ki artık beklemek olmasın?
Bertolt Brecht
“İyilik Neye Yarar?” adlı şiirinde beklemenin aksine “beklemeyişin” asaletini
anlatır.
“İyi insan olacağınıza
Öyle bir yere götürün ki dünyayıİyilik beklenmesin.”
Beklemek, ilerleyememektir
çünkü. Hayallere sığınmak, boş umutlara kapılmaktır ona göre. Her günün
birbirini tekrar eden silsilesinde yıpranan, eskiyen yüzümüzün coğrafyasıdır
beklemek. Beklemek durağanlıktır, yavaş yavaş çürümesidir fani olanın baki
zaman karşısında.
Öyleyse bu
zamana sığmayan ruhumuzu neden prangalarız beklentilerimizle!
Nietzsche,
“Umut, işkenceyi uzatır.” derken, belki de bu lanetli hastalık damarlarında
dolaşırken ve onu hücrelerine değin hissederken, çaresizliğini anlatıyordu.
Umut, beklentiyle atbaşı gider çünkü ve beklemek de onulmaz bir işkence
oluverir o demde. Beklentiyi öldürmek bu işin tek çaresi gibidir. Beklemek
yoksa acı da yoktur çünkü.
Kaçınılmaz
mıdır beklemek, bu illeti kesip atmak, ondan sonsuza değin kurtulmak mümkün
müdür, mümkünse bu nasıl olur?
Bazen bir
teslimiyet halidir beklemek. Tıpkı Konstantin Kavafis’in şiirinde barbarları
bekleyen kent halkı gibi… Tüm varlığını, yaşamını ve geleceğini kendisini ezip
geçecek olanın insafına bırakan bir kitle resmeder bize Kavafis “Barbarları
Beklerken” adlı şiirinde.
“Neyi
bekliyoruz böyle toplanmış pazar yerinde?” diye bir hayret ifadesiyle başlar,
bu soru aynı zamanda onu bu düşkünleşmiş insan güruhundan, türlü sınıflara
mensup ama aynı atalet, korku ve teslimiyet içindeki kalabalıktan bıçak gibi
ayırır. Bir Tanrının kullarını izlerkenki hali gibi... Onları, ezercesine ve
belki irşada çağırırcasına…
Pazar yerindeki
halk, senatörler, konsül, yargıçlar ve hatta imparator… Hepsi aynı takatsiz ve
bedbin bekleyiş içindedirler. Beklemek bir uğultudur bu şiirde “gelecek olan”
her şeyi ele geçirip yok etme gücüne sahiptir ve bu boyun eğmeyi şart koşar:
var olmak için boyun eğmek, celladına adeta kafasını uzatmak, yalakalık yapmak
ve ikiyüzlü tavırlar içine girmek…
Şiirin sonunda
beklenen barbarlar gelmez ve bu da başka bir yıkımın adıdır. Teslimiyete
–ölüme- boynunu uzatan kitle adına sorar ya da onlar adına bir tefekkür
dalgalanır:
“Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan? Bir çeşit çözümdü onlar bizim sorunlarımıza”
Çünkü herkes
“barbarları” bir çözüm olarak görürken ve barbarlık adına en kanlı eylemler
bile beyaza boyanırken, beklememek mümkün müdür! En kötüsü ise beklemenin
sürgit devam etmesi olsa gerek. Yani korkuyla yüzleşmek yerine sürekli onun
ortaya çıkma tehlikesiyle, gerilimiyle yaşamak zorunda kalmak. Öyle ki bu
korkuya alışmak ve hatta bu korkunun – beklemenin – esiri olmak…
***
2. Emperyalist
paylaşım Savaşı, tüm dünyayı bir savaş nihayeti beklentisine sokmuştu. Yıllar
geçiyor. Ölü sayıları milyonlarla ifade ediliyor; ama savaşın sona ereceği
beklentisi bir türlü gerçekleşmiyordu. Savaşı bitiren temel etken her ne kadar Sovyetler
Birliği’nin Nazi ordularını hezimete uğratması olsa da beyinlere o güne değin
görülmemiş bir görüntü yansımıştı: Atom bombası.
Atom bombasıyla
beraber savaş sona eriyor; ama insanlık, bu vesileyle bir dehşeti bitirirken
başka bir dehşetle ve korkuyla tanışıyordu.
Bu durum
yazarların, şairlerin hayal güçlerini hayli sarsıyordu. Çünkü yeni bir dönem
başlıyordu dünyada, bu açık seçikti. Savaş bitmişti bitmesine; ama başka
korkular egemen oluvermişti. Dünyanın üzerindeki duman bir türlü dağılmıyordu.
Bu kirli ve karanlık sis özellikle varoluşçu yazarları daha da karamsarlığa,
çıkışsızlığa sürükleyecekti.
Bu yazarlardan
biri olan Samuel Beckett, savaşın hemen sonrasında “Godot’yu Beklerken” adlı
oyununu kaleme alacaktır.
Bu yapıtta da
adından anlaşılacağı üzere “beklemek” konusu işlenmiştir. Godot adlı bir kişiyi
– bir şeyi– bekleyen Estergon ve
Vladimir’in hikâyesidir bu. Eser baştan sona bir bekleme eylemi üzerine
kurulmuştur. Beş kişilik oyuncu kadrosundan ibaret olan eser, kısa zamanda
kendi cüssesini aşan bir yapıt oluverir.
Metinde açıkça
ifade edilmese de Vladimir, Estergon’u intihar girişiminden alıkoyar ve bu olay,
onların yazgılarını, o günden sonra, kopmaz bağlarla bağlayacaktır. Hem
beklentilerinde hem de gündelik yaşamlarının döngüsünde giderek aynılaşacaklardır.
Bu yazgı onları “beklemek” noktasında birleştirse de her biri farklı tiplerdir.
Edimleri ve söylemleri farklı olsa da ikisi de beklemeye mahkûm edilmiş gibidir
ya da kendilerini bu hapishaneye bizzat kendileri kapatmışlardır. Ki görünürde
onları zorlayan bir şey de yoktur. Beklemenin dayanılmaz cazibesi dışında…
İkisi de
“yaşamlarının sonuna” geldiklerini hissetmektedirler içten içe. Ama ne gitmeye
ne de yaşamlarını değiştirmeye takatleri vardır! Godot, onlar için biricik
kurtarıcı gibi durmaktadır. Bir samanlıkta temiz bir uykudur Godot, bir yaşam
gerekçesidir belki. Ama bir türlü gelmek bilmez ve her akşam geceye devrilirken
bir ulak çocuk ortaya çıkar ve bugün değil yarın geleceğini haber verir Godot’nun.
Belki de
Vladimir ve Estergon bu puslu, karanlık dünyada anlamlı son eylemi icra
etmektedirler. Ki onun, bir türlü gelmese de, adı dahi geçtiğinde ertesi güne
çıkmayı anlamlı kılacak kadar güçlü bir etkisi vardır. Nedir ki insanı yaşamaya
sevk eden, acılara, yoksunluklara ve kederlere gark olmuş bir dünyada bu
yaşamak ıstırabını çekmeye muktedir kılan! Hayata anlam katacak bir neden gibi
görünen…
Beckett, kendi
gözlerinde yansıyan karanlık belirsiz, beklentilerle dolu dünyayı böyle
resmeder. Onun dünyasının adı “beklemek”tir. Bir umudu beklemenin (Godot ya da adı
her neyse) anlamsızlığını, farkında olduğumuz bir avuntunun yaşamımızı daha
berbat etmekten başka işe yaramayacağını anlatmak istiyordu belki de. Ki bize
hep gelecekten bahseden nağmeler bir zaman sonra anlamını nasıl yitirse, bu
bekleyişin de bir manası yoktu. Bir kurtarıcı yok! Tek gerçeklik bu. Yapayalnız
kaldığımız bu dünyada ancak rastlantısal olarak bir düzlemde buluştuğumuz kendi
türdeşlerimizle “zaman geçirebiliriz”. Zaten zamanla sınırlanmış olan
yaşamımız, saati geldiğinde, istesek de istemesek de koparılıp alınacaktır. Biz
bu sonu belli oyunun kahramanları gibi gözüksek de, aczimizi unutmaya
çalışmaktan başka bir şey değildi tüm eylemlerimizin biricik gayesi!
***
“Beklenti”
bazen de felaket olabilir kuşkusuz. Shakespeare’in Macbeth’inin sonunu
hazırlayan da bu içinde yaratılan beklenti fırtınası değil miydi? Utkuyla
döndüğü savaştan sonra kralın karşısına çıkmak üzere yola çıkar Macbeth.
Elbette kazandığı zaferden dolayı ödüllendirilecektir; ama bununla
yetinmeyecek, ihtiras ve arzularının kurbanı olacaktır. Yolda karşılaştığı
cadılar ilk beklenti tohumlarını atarlar içine ve bunlar yeşerip büyüdükçe
felaketler birbirini izler. Beklentileri öyle bir kerteye varır ki onun, bunu
yıkayacak tek bir şey kalır: kan!
Yazar da başka
bir açıdan, sabrı, elindekiyle yetinmeyi bilmeyi ve mütevazılığı salık
veriyordu kahramanın trajik sonunu gözlerimizin önüne sererken.
Beklentilerimiz, duygularımızın seline kapıldığında çavlanlaşır, önüne çıkan
her ne varsa güzellik adına hepsini kırıp geçebilirler çünkü…
Şimdi, tekrar
düşünün siz de bir şeyleri beklemiyor musunuz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler