10 Ocak 2018 Çarşamba

ORHAN KEMAL: EMEĞİN VE EKMEĞİN ÖYKÜSÜ


Bir yazarın kurgu dünyasını besleyen en zengin kaynak yaşamdan başka ne olabilir ki… Sanat yapıtının yaşamla kurduğu bağ, aynı zamanda o yapıtın etki gücünü ve kalıcılığını da tayin etmez mi? Kimi yazarlar vardır ki yapıtlarının daha ilk sözcüklerinde bir sunilik, bir yabancılık hissedilir. Yapıt sizi sarmaz, okumaya mecal bırakmaz; ama kimi yazarların hikayeleri de sizi hemen sarıp sarmalar. Kitabı elinizden bırakmak istemezsiniz. Anlatılan olaylar, kişiler çok aşina gelir. Okurken bir tanıdığın sureti belirir zihninizde, akan alın terinin ıslaklığını teninizde hissedersiniz. Öfke, hayal kırıklıkları, özlem, sevda ya da aşk hepsi sizsinizdir. Sizin derinlerde en derinlerde bir yerinize dokunur. Sözler akarken ortaya çıkan müziğin titreşimleri sizleri alır götürür. Kurgunun o masalsı dünyasında yeni bir gerçeklikle yüz yüze gelirsiniz. Orhan Kemal'in öykülerini ilk kez okuduğumda böylesi hisler canlanmıştı içimde.


“Bereketli Topraklarda” doğup büyüyen Orhan Kemal'in, neredeyse bütün eserlerinde böyle bir gerçeklikle karşılaşırız. Ancak o salt gerçeklikle yetinmez. Ona göre gerçeklik kavramı “kaypak” bir kavramdır, bu yüzden salt gerçekliği yansıtmakla yetinmez. Çünkü gerçeklik ya da salt gerçekliğin yansıtılması “bir doktorun hastasının hastalığını teşhis etmesi”yle sınırlıdır. Ona teşhis yetmez “Nasıl olmalı, sorusunun bir yanıtını verebilmeli sanatçı” der.

Orhan Kemal'in yapıtlarının çoğu kendi hayatının bir izdüşümü gibidir. Çocukluğunun yoklukla geçen yılları, babasının sürgün yaşamı, işsizlik, yaşadığı yoksulluk ve trajedilerin hepsini ustaca eserlerinde işlemiştir. Bu yaklaşım aslında sanatçı için tehlikelidir. Kendi yaşantılarından beslenen yapıtlarda, sanatçıyı sınırlayabilen hatalara düşmez. Yapıta bakarken onun bir gölgesi yansır ama salt bu gölgeden yazarı çıkarmak mümkün değildir. Yapıt bireyden bağımsız bir yansımadır adeta.

Edebiyata İlk Adımlar

Askerdeyken okuduğu kitaplar yüzünden ihbar edilip cezaevine girer. Bu dönemde edebiyata ilk adımlarını şiirle atar. İlk şiirlerini Kayseri hapishanesinde kaleme alıp çeşitli dergilere gönderir. Orhan Kemal’in hapse düşmesi yaşamının en önemli dönüm noktasıdır. Yazar, burada taşkın aşk duyguları, sevinçleri ve hüzünleriyle ölçülü, romantik şiirler yazmaya başlar. Bunlardan biri 25 Nisan 1939’da Yedigün’de yayımlanan Duvarlar isimli şiiridir:

“Bu yüzleri salyalı, kirli iğrenç cepheler, Kokana bakışlarıyla beni çıldırtacaklar
Kim bilir belki içeriye girerler,
Yerde cansız uzanmış bir ceset bulacaklar
Bir hayata el atan, bu amaçsız duvarlar
Arasında bulunan deliren bir insan var”

Ancak onun gerçek edebi kimliğini bulması Bursa Hapishanesi’nde Nazım Hikmet'le karşılaşmasından sonradır. Bu karşılaşma onun edebi yönünü büsbütün değiştirir. O dönemde “moda” olan şiir yazma işinden kopmasa da artık kendisi adını öykü, roman ve oyunlarıyla duyuracaktır.


“Roman olarak ilk müsveddem, kocaman bir bakkal defterine çala kalem yazılmış bir gençlik macerasıydı aklımda kaldığına göre. Siirt’te çalıştığım aylardaydı. Henüz yolumu bulamamıştım. Yeni koğuş arkadaşım Nazım Hikmet’i şıp diye taklit ediyor, üstadı kızdırıyordum. İstiyordum ki onun sesleriyle değil kendine has seslerle, benim olan şiiri yazayım. İşte bu sıralarda yukarıda adını ettiğim gençlik macerası roman müsveddem eline geçmiş, ayaklarında takunya, koşarak yanıma geldi. Elinde benim roman müsveddesi, yüreğim hop etti. Sandım ki şiirlerimde olduğu gibi romanımı da tenkit edecek, beni yerlere geçirecek. Öyle olmadı; ‘Bunları sen mi yazdın?’ dedi. Çekine çekine; ‘Evet’ dedim. O, büyük bir heyecanla evet, heyecanla; ‘Bırak şiiri miri birader, hikâye yaz, roman yaz’ dedi, ‘Şiirle ne uğraşıyorsun?’ O günden sonra başladım. (Fahi Onger, Orhan Kemal'in Edebiyata Girişi Üzerine Notlar, Cumhuriyet, Temmuz, 1970)

Orhan Kemail'in edebiyata adım attığı 1940'lı yıllar, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarıdır. Savaş, emekçiler için acı, yoksulluk ve yıkım demektir. Aynı zamanda baskı, sansür ve şiddetin olağanlaşması da söz konusudur. Böylesi bir ortamda yaşamdan kopuk bir sanatçının hülyalara dalarak melankolik yapıtlarla insanların ruhlarına seslenmesi yaygın bir alışkanlıktır; ancak halkçı yazarlar faklı bir anlayışla yazarlar. Elbette “faklı” olmanın bedelleri de olur. Yazar da bu bedelleri yoksulluk ve yoksunluklarıyla ödeyecektir.

Bu savaş yıllarını takip eden 50'li yıllar ise şimdilerde çokça methedilen Demoktat Parti'nin tek başına iktidara geldiği yıllardır. Mevcut iktidar gibi bu parti de toprak, ekmek ve demokrasi söylemleriyle iktidara gelir. İktidarı ele geçirdikten sonra ise söz konusu parti gerçek kimliğini ortaya koyacak politikalara yönelir. Uluslararası düzeyde Türkiyen'nin NATO'ya üye olduğu, ekonomik alanda ise liberal politikaların acımasız bir şekilde halkın yaşamını daraltmaya başladığı yıllardır bu yıllar. Demokrat Parti'nin ekonomik politikaları, işçiyi, çiftçiyi tam bir yoksulluğa sürükleyecek ülkedeki sınıfsal kutuplaşmaları daha da keskinleştirecektir. Bu yıkımdan sanatçılar da nasiplenecektir. Ancak bu dönemde dahi Orhan Kemal istikrarlı çizgisinden taviz vermeyecektir.

“Demokrat Parti’nin faşizan baskıları yoğunlaştıkça, Sait Faik’ten kaynaklanan ve daha çok Fransız varoluşçularına özenen kimi hikayecilerimizin, kendi insani gerçeklerimiz yerine, Batılı olanı anlatmaya yönelmeleri karşısında Orhan Kemal, insani özümüzü, ulusal ve toplumsal boyutlarda verme kavgasını sürdürür.”(Mehmet Ergün, Hikayemizde Bekir Yıldız Gerçeği, 1975, s. 27)

Orhan Kemal bir halk adamı olarak bu yoksullaşmadan nasibini alır. Girdiği işlerde muvaffak olamaz ve en sonunda bir arkadaşının çağrısıyla ailesiyle birlikte İstanbul'a gider. Artık ekmeğini yazdıklarıyla kazanmayı kafasına koymaktır. Oysa sanat ve edebiyatın “tehlikeli” addedildiği bir ülkede bu iş hiç de kolay olmayacaktır. Kaldı ki günümüzde de iktidara yaslanmayan sanatçıların çeşitli baskılara maruz kalması, sanatın “silah kadar tehlikeli” görülmesi, yarım asır geçmesine rağmen pek de bir şeyin değişmediğini gösteriyor.

Önce Roman

Orhan Kemal'in sanat anlayışının temelleri ilk gençlik yıllarında şekillenir. Gençliğin de tanıştığı İsmail Usta, Selahattin Usta, Ali Şahin, Dayı Remzi gibi bilinçli işçiler onun sosyal bilincinin uyanmasını sağlayan isimlerdir. Özellikle İsmail Usta’nın verdiği kitaplarla (Serseriler, Germinal, Stepte, La Dam O Kamelya, Benim Üniversitelerim, Istrati, Kroyçer Sanat, Umumi Tarih, Fransız İnkılâp Tarihi vs.) okuma alışkanlığı kazanır, sosyal bilinci gelişir. Bu yılların izlerini otobiyografik karakterli eserler olan Avare Yıllar, Baba Evi, Arkadaş Islıkları gibi romanlarda görmek mümkündür. Öykülerinde çizdiği karakterlerin gerçekçi yapısı bu yaşam deneyimlerinden süzülüp gelmiştir desek yeridir.

Orhan Kemal “bende roman öyküden önce gelir” diyerek yazınsal türlerden öyküyle kurduğu ilişkiyi özetler. Öykülerinde acıları adeta yüzlerinden okunur insanların. Acının yürek atışları derinlerden gelir. Yoksulluğun verdiği tarifsiz çıkışsızlık hissi insanın içine kadar işler. “Önce ekmek” diyen infilaklar atar durur yürek diye, siz onları içiniz cız ederek okur taa içinizde duyarsınız.

"Roman bende hikâyeden önce gelir, şimdi konusunu bile pek hatırlamadığım (On Sekiz Yaşım) isimli küçük romanı o yıllarda Nazım Hikmet’in de yardımıyla yazmıştım. Sonraları dil, sair bilgilerim arttıkça yavaş yavaş hikâyeye döndüm. Uzun süre kendimi hikâyede biledim, diyebilirim. Roman daha sonraları, hapisten çıktıktan sonraları gelişti.” (Fahi Onger, Orhan Kemal'in Edebiyata Girişi Üzerine Notlar, Cumhuriyet, Temmuz, 1970)

Yazma sürecini tarif ederken “öz” (içerik) konusunda kafası nettir. Dünyaya, emekçilerin, işçilerin, ezilenlerin penceresinden bakmaktadır. Yargılandığı bir duruşmada hâkimin “neden sadece yoksullardan söz ediyorsunuz?” sorusuna yalın bir biçimde “En iyi bildiğim şeyi anlatıyorum.” demesi söz konusu bakış açısının özeti gibidir. O ajitatif bir söylemden öte, samimi bir biçimde, hayatın bütün sillelerine rağmen “insan” kalmayı başarabilen insanların hikayesini yazar. Onu asıl meşgul eden mesele “biçim”dir. Kendi deyimiyle “Öz’e en iyi, en uygun biçimi vermek sanatçının baş problemidir.” (Dost, 1. 6. 1958)

“Önce Ekmek”

“Ben halkımı, köylümü, bütün köylüleri, bütün fakir fukarayı seven bir yazarım. Belirli birtakım şartlar yüzünden geri, bilgisiz, görgüsüz, pis kalmış insanların, imkana kavuştukları zaman değişip gelişeceklerine, ileriliği benimseyeceklerine, uygarlaşacaklarına inanıyorum.

Bazı yazarların yapıtlarında çeşitli sözcüklere belirgin bir ağırlık verildiğini görürüz. Bu aslında söz konusu yazarların yaşamlarında merkeze “neyi” koyduklarının da bir göstergesidir.

Orhan Kemal’in bir başka öykü kitabının adı da “Önce Ekmek”tir. Kitaba adını da veren bu öyküsünde bir emekçi ailesinin giderek daralan ekonomik koşullara karşı verdiği mücadele ve bununla beraber eski refah günlerindeki rahatlığı özleyen bir tablo çıkar karşımıza. Anne, baba ve genç bir kız çocuğundan müteşekkil bir aile…

Genç kız Ayten gazetelerdeki reklam sayfalarını imrenerek izler. Bir tarafta okulunu sürdürüp doktor olma hayali ve çabası diğer tarafta kapıları zorlayan yoksulluk. Orhan Kemal öykülerindeki gerilim unsuru çoğunlukla içteki bir hesap ya da kararla çözülür bu öyküde de benzer bir sonla yüz yüze geliriz. Sarsıcı ve iç burkan bir karar. Baba “evin yükünü” üstlenen kişi olarak ekmek kazanmanın zorluklarını içten içe ve daha derinden hisseder, yaşar. Anne çalışmamakta ısrarlıdır; kızının da doktor olma isteğini desteklemektedir. Baba, ilk bakışta “önce ekmek” söylemiyle bu istekleri umursamadığını ve geçinmenin öncelikli olduğunu vurgular. Ne zaman ki kızı ona okuldan vazgeçip okuyacağını söyler; o zaman bütün hiddeti ve direnci kırılır. Aile fertlerinin direncine karşı gösterdiği tutum bir kabullenişin ortaya çıkmasıyla kedere, pişmanlığa bırakır kendini; ama o da bilir ki bu karar kesindir ve dönüşü yoktur. Öte yandan Ayten’in ziyaret ettiği ve sürekli ilgilendiği yoksul bir nineye de söylemekten kaçınır bu gelişmeleri; çünkü nine de ondan, doktor olacağı zamanlara dair beklentiler içindedir. Ama o doktor oluncaya kadar en az sekiz sene vardır ve nine de 70 yaşlarındadır; içten içe “yaşayabilir miyim, o zamanları görebilir miyim acaba” diye düşünmektedir. Ama Ayten’in hevesini kırmamak içinde bunları dillendirmekten kaçınmaktadır. Herkes karşısındaki insanın umudunu gözetmekte, diğer taraftan içinde yaşadığı çıkışsızlığı, karamsarlığı, umutsuzluğu kendi kendine yaşamaya çalışmaktadır. Ayten de nineye bildirmemiştir bu kararı ve gözyaşları içinde ninenin evinden ağlamaklı bir şekilde koşarak çıkar. Öykü burada biter, okuyanın içine öfke ve keder tohumları bırakarak. Kadere isyan ederek...

“Ekmek Kavgası”

Öykülerinde, “emek, ekmek, alın teri, geçim derdi, işsizlik…” gibi emekçilerin yaşamını doğrudan ilgilendiren kavramlara sıklıkla yer veren Kemal’in bu yaklaşımının nedenini “kendi hayatı” olarak tarif etmiştik. Kendisinin kaleme aldığı ve belki yoksulluğu tarifsiz bir biçimde ete kemiğe büründürdüğü bir başka öyküsü de “Ekmek Kavgası” adını taşır.

Bu öyküde askeri bir birliğin mutfak artıklarından, çöplerinden beslenen ve bu sırada bir parça ekmek için kargalarla, köpeklerle boğuşan aç ve sefil insanların yaşamını konu alır. Öyküde yoksulluk ve çaresizlik adeta ete kemiğe bürünüp insanları pençesine alan bir canavar gibi tasvir edilir. Bu sefalet öyle bir kerteye vardırılır ki askeri birlik o mekandan gittikten sonra bu sefil yaşamın dahi özlenebileceği daha tarifsiz bir yoksulluğu resmeder bize:

“˗˗ Bet bereket vardı anam… dedi, bet bereket vardı…
˗˗ Doğru…diye başını salladı. Bet bereket vardı o zaman… İnsan karnını doyururdu da, doldurur doldurur konu komşuya bile götürürdü…
˗˗ Ya karpuz kabukları! Nasıl kemirirdik?
˗˗ Eeeeh o günler de günmüş. Allah bundan geri komasın, zira beterin beteri var!”(Orhan Kemal, Ekmek Kavgası, Tekin yay. 13. Basım, s. 9)

Öyküde zaman, 2. Dünya Savaşı yıllarıdır. Savaşın insanlığa getirdiği yıkımı bundan daha yalın anlatabilen kaç metin vardır yazınımızda? Alt metin incelendiğinde de halkın yoksulluğu kadar topluma pompalanan cehalet de gözler önüne serilir. Yokluğa şükreden, hakkını aramaktan uzak bir görüntüdür bu. Bir de topluma pompalanan Anti-Sovyet propagandasının izlerini de görürüz. Hayvanlardan kurtarmaya çalıştıkları artıklarla yaşamaya çalışan bu insanların bir başka temel korkusu da “Moskof”tur.

“˗˗ Harp varmış harp! Moskof gene kafa kaldırmış diyorlar!
Bir müddet korkuyla bakıştılar…”(Orhan Kemal, Ekmek Kavgası, Tekin yay. 13. Basım, s. 9)

“Biz İşçiler, Hatıran Önünde Saygıyla Eğiliriz”

Neredeyse tüm yapıtlarında “küçük insanların” büyük yaşam kavgasını anlatan Orhan Kemal, öykü ve romanda kendi dönemini aşmış nadir yazarlarımızdandır. Bu çabası bence meyvesini vermiştir. Zamanında sesi, öykülerinde anlattığı işçilere ulaşmış ve o kuşakları esinleyen bir etki de yaratmıştır.

Tedavi amacıyla Bulgaristan’a gider ama hastalığı fazlasıyla ilerlemiştir. Burada Hastalığı her geçen gün onu iyice güçten düşürür. 4 Haziran tarihli Bulgar gazeteleri yazarın vefatını duyurur. Nice hikayelere gebe düşlerini ardında bırakarak hayata gözlerini yumar.

6 Haziran günü cenazesi Türkiye’ye getirilir. “Saat 11:30’da cenaze arabası sınırdan içeri girer. Uzun bir araba konvoyu onu izlemektedir. Edirne’den Babaeski’ye gelindiğinde, asfaltın dönemecinde bir işçi arabaya yaklaşır. Elindeki çiçek demetini uzatır. Demetin üzerindeki bantta şunlar yazılıdır: -Biz işçiler, hatıran önünde saygıyla eğiliriz- ” (Asım Bezirci, Orhan Kemal , s.39)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 2: "UNUTULAN"

Nazım Hikmet'in kayıp ikinci şiiridir "Unutulan" ... Aslında eski baskı kitaplarında bulunan; ancak son yıllarda yapılan bası...