Her
rejim inşa sürecinde “eski” olandan
bir kopuşu içinde varlığını geliştirme eğilimindedir. Hele ki eski ile yeni
arasındaki gerilim bir varlık ve yokluk üzerinde biçimlenmişse bu çatışmanın
şiddeti de o kapsamda artar.
Osmanlı
İmparatorluğu doğası gereği çok kültürlü ve çok milletli bir yapıya sahipti.
18. yüzyılın sonlarında gerçekleşen Fransız Devrimi ve onun ortaya çıkardığı, çeşitli
düşünceler (bağımsızlık özellikle milliyetçilik gibi düşünceler),
imparatorluklar açısından büyük bir tehlike arz etmekteydi. Osmanlı yönetici
sınıfı bu tehlikeyi geç de olsa fark etmiş, bu düşüncelerin karşısına
imparatorluğu bir arada tutacak İslamcılık ve Osmanlıcılık gibi fikirleri
ortaya koymuşlardır. Ancak hem dünyada ulus devletlerin kuruluşu hem de sözü
edilen düşünce akımlarının fiili durumlar sonucu geçerliliğini kaybetmesi
Osmanlı aydınını farklı çözümler üretme noktasında bir arayışa itmiştir.
Emperyalist
müdahale ve onun ardında gelen 1. Dünya Savaşı, Osmanlı’nın kaçınılmaz sonunu
hazırlamış ve İmparatorluğu Anadolu’ya sıkıştırmıştır. Bu noktadan sonra
başlayan Kurtuluş Savaşı süreci bu tarihsel temeller üzerinden şekillenmiş,
sonradan kurulacak Türkiye Cumhuriyeti’nin, özellikle Osmanlı’nın son döneminde
etkili olmuş İttihatçıların da etkisiyle Türkçülüğü esas alan ve Misaki Milliyi
rehber edinen bir anlayışla şekillenmesini sağlamıştır.
Yeni
Cumhuriyet hem yönetim anlayışı hem de kuruluş felsefesi ve ideolojisiyle,
Osmanlıdan tepeden inme bir kopuşu ifade eder. Bu kopuş, Doğu’da genişleyen
dünya kapitalizminin kendi dışında yansıttığı çelişkilerin bir dayatması
biçiminde tezahür eder.[1]
Bu
anlamıyla çöküşün kaçınılmazlığı karşısında Türk ulusal kimliği öne çıkmıştır.
Ancak bu kimliğin öne çıkışı, yok olma endişesine karşı bir tepki olarak da
değerlendirilebilir. Yani aslında yeni rejim, yok olması kaçınılmaz olan
Osmanlı’ya bir tepkisellikle birlikte, bu yok oluşta rol oynayan öznelere karşı
da bir tepki biçiminde var olur.
“Yeni Cumhuriyet’in
İstiklal Marşı’nın ‘korkma’ ile başlaması ve marşın bütününe hâkim olan tema
olması korunma isteğinin ne kadar belirleyici olduğunu göstermektedir.”[2]
Osmanlıcılık
ve İslamcılık düşüncelerinin çöküşü etnik temelli hareketlerin güç kazanmasına
ve yaygınlaşmasına neden olur. Kuşkusuz bu düşünceleri savunan yönetici erkin
uğradığı zafiyetler de önceden bastırılan milliyetçi düşüncenin gelişmesi için görece
daha rahat bir zemin de hazırlamış denilebilir. Ancak sebep ne olursa olsa
olsun ulus fikrinin gelişmesinde Avrupa ile belirgin bir zamansal fark ortaya
çıkacaktır. Tanzimat’a kadar uzanan bir damarı da yok saymamak gerekse de Türk
ulusal kimliğinin belirginleşmesinin 20. yüzyılın başında gerçekleştiği
konusunda bir yargıda bulunabiliriz. Taner Akçam’a göre bu gecikme sonucu Türk
aydınında bir “arayı kapatma telaşını”
da ortaya çıkarmıştır.[3] Bu telaş önceki yönetimle
her alanda bir kopuşu ve yeni rejimin her yönüyle bir inşasını zorunlu
kılmıştır. Ancak bu kopuş bir redde ve inkâra dayandığı için, ayrıca “köksüz” olarak değerlendirilebileceği
için tam anlamıyla bir kopuş olamamıştır.
“Cumhuriyet ideolojisi
tüm muradına rağmen Osmanlı geçmişinden yeterince kopmayı başaramaz; Cumhuriyet
aydınları ile yönetici kadroları savaş öncesi yılların milliyetçi anlayışından
derin bir biçimde etkilenir. Bir başka ifadeyle, İttihad ve Terakki’nin Türkçü/
Turancı isimlerinin önemli bir kısmı yeni rejimde önemli görevlere gelip yeni
rejimin ideologları olurlar.”[4]
Cumhuriyet
yönetiminin hem söylem hem de eylem bağlamında açığa çıkan milliyetçi
eğilimleri Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil teorisi bağlamında doruk noktasına
çıkar.[5] Cumhuriyet’in ilk
yıllarında yapılan Türk Tarih Kongresi, ardından açılan Türk Dil Kurumu ve Türk
Tarih Kurumu bu milliyetçi inşanın ideolojik alt yapısını hazırlamak için işe
koşulur.
Türk
Tarih Kurumu 1930’lu yıllar boyunca Türk ırkının üstün bir ırk olduğu
fantazisini temellendirmeye çalışır. Kuşkusuz o dönemde yükselen milliyetçi
dalganın ve Alman Nazi düşüncesinin bunda payı olduğu da düşünülebilir.
“Türk ırkının dünyadaki
en eski ırk olduğu” yönündeki tarih tezi paralelinde, bütün
dillerin Türkçeden türediğini ileri süren Güneş Dil Teorisi geliştirilir.
Burada reddedilen İslam ideolojisi ve onunla birlikte Arap kültürü ve dili
dönemin suç unsurlarından biri olarak değerlendirilir. Dolayısıyla bunun
karşısına Osmanlı kültüründen tam bir kopuşu, hem kültürel hem de dil
anlamında, sağlayacak bir inşa süreci ortaya konur. Kuşkusuz burada inşa edilen
şey, temelsiz görünmektedir. Daha doğrusu yakın geçmişe dayanan temelleri
reddetmekte, buna karşılık uzak geçmişe duyulan bir özlemi ve ilgiyi öne
çıkarmaktadır. Osmanlı’nın yok sayılmasına karşılık Ortaasya’da Türklerin
kökenlerinin öne çıkarılması, Türklerin anavatanı fikri ve medeniyetin
Ortaasya’dan yayıldığı tezinin işlenmesi bu kopuşun özeti gibidir.
“İcad
Edilmiş Gelenek”
Burada
karşımıza “icat edilmiş gelenek” meselesi çıkmaktadır. Bu kavramın fikir babası
Hobsbawm icat edilmiş geleneği, bazı kurallar, ritüeller ve semboller yoluyla
çevrelenmiş, tekrar edilen davranış biçimleri yerleştirmeyi amaçlayan pratikler
olarak tarif eder.[6]
Aslında burada geçmiş ile ilişkili bir süreklilik söz konusudur. Ki Hobsbawm’a
göre tüm gelenekler icat edilmiştir. Ancak Batı’da bu inşa bir süreklilik arz
ederken, bizde bir kopuş, yakın geçmişin reddi ya da inkarı söz konudur. Bu da
geleneğin bir toplumsal dönüşüm neticesinde değil, tepeden inme, elitist bir
reform olarak ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Bu durum da gelişim açısından marazi
bir durum olarak değerlendirilebilir. Tam da bu yüzen Türkiye de dahil olmak
üzere Doğu’lu toplumlarda yaşanan değişim ve dönüşümler zaaflı ve dayanıksız
olmaktadır. Tıpkı bu dönemde yaşadığımız gibi…
Bugün
Türkiye’de rejimin içinde var olup gelişen bir ideoloji, yetiştiği rejimi
bütünüyle reddedebilmekte, kurucu değerleri inkâr edebilmektedir. Ama dikkat
edilirse aynı köksüz gelenek inşası bu reddiyeyi gerçekleştirenlerde de
karşımıza çıkmaktadır.
Türkiye’de
de son 15 yılda yeni bir gelenek inşasıyla karşı karşıya olduğumuz bir
gerçektir. Toplumun ezici bir çoğunluğuna rağmen inşa edilmeye çalışılan bu “icat edilmiş gelenek” yine tarihsel
bağlamdan kopuk, yakın geçmişin reddi ve uzak geçmişe özlem duyan bir
paradigmayla şekillenmektedir. Hatta kendi tarihini, ritüellerini yaratan bir
anlayış belirgin bir şekilde görülmektedir.
Cumhuriyet’in
kurucu kadrolarının aksine bugün ciddi tutarsızlıklara ve popülist yaklaşımlara
rağmen, “milliyetçiği ayaklar altına alan”
anlayış, ümmetçi ve İslamcı argüman ve ideolojik söylemleri öne
çıkarmaktadırlar. Kuşkusuz iç tutarlılığı dahi olmayan bu inşada adeta tarihin
bir tekerrürü ile karşı karşıya olduğumuz hissi oldukça belirgin olarak
hissedilmekte ve bu tekerrürün bir karikatürden öteye geçemeyeceğini ortaya
koymaktadır. Bu durum, aslında Cumhuriyet’in kuruluşunda yapılan hataların bir
tekrarından öteye geçemeyecek gibi görünse de yarattığı yıkım, yüz binlerce
insanın hayatının olumlu ya da olumsuz, az veya çok etkilenmesi dikkate
alındığında, yaşanılan bu değişimin sancıları aşılsa bile ciddi travmalar
bırakan bir tarihsel geçiş dönemi içinde olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor.
[1] Suavi
Aydın, Modernleşme ve Milliyetçilik, Gündoğan yay., İstanbul, 2000, s. 239
[2] Taner
Akçam, Türk Ulusal Kimliği Üzerine Bazı Tezler, Cilt 4, İletişim Yay. İstanbul,
2003, s. 56
[3] Taner
Akçam, Türk Ulusal Kimliği Üzerine Bazı Tezler, Cilt 4, İletişim Yay. İstanbul,
2003, s. 56
[4] Elif
Çongur, Ulusal Kimliği Tiyatro ile Kurmak, İmge Kitabevi, Ankara, 2017, s. 35
[5] A.g.e.,
s. 36
[6] Eric
Hobsbawm ve Terence Ranger’dan aktaran: Elif Çongur, Ulusal Kimliği Tiyatro ile
Kurmak, İmge Kitabevi, Ankara, 2017, s.39-41
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler