6 Aralık 2018 Perşembe

TÜRK MODERNLEŞMESİ VE OSMANLIDA BATILILAŞMA


Osmanlı Dönemi’nden bu yana uzun bir geçmişe dayanan Batı ile ilişkiler, özellikle Sanayi Devrimi’nin ardından değişen ticari ve ekonomik dengelerle birlikte farklı bir forma bürünmüştür. Batı karşısındaki üstünlüğün giderek yitirilmesi, güç ilişkileri gereği, bir egemen kültür ilişkisi bağlamında şekillenmiştir. Batı kültürünün özellikle 18. yüzyıldan sonra dünyada giderek egemen kültür haline gelmesi, geri kalmış ülkelerde varlığını daha da hissettirmiştir. Kuşkusuz Osmanlı toplumu da bundan nasibini almıştır.


Türk tarihinde belli önemli kültür değişimleri söz konusudur. Bunların sonuncu halkası Osmanlı İmparatorluğu’nun yayılışı, çeşitli dinlerde ve etnik ayrımlarda çeşitli halkları yönetmesi sürecinden sonra gelen, karşılıklı bir kültür alışverişi çerçevesi içinde bir evredir. Bu son evre çoğunlukla, Batılılaşma isteği ve bu yoldaki denemeler olarak değerlendirilmektedir. [1]

Türk modernleşmesi, önemli geçiş noktalarında yakın tarihin bütünüyle reddine ya da yok sayılmasına dayanarak gerçekleşmiştir. Osmanlı’nın kuruluş sürecinde Selçuklu mirasını yok sayması, Osmanlı’nın yıkılıp Cumhuriyet’in ilanından sonra Osmanlı kültür ve uygarlığının reddi… Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan hemen sonra Osmanlı dilinin dahi reddedilmesi 700 yıllık bir birikimle bağların ani bir kopuşu anlamına geliyor ki devletlerin tarihinde böylesine radikal kopuşlar pek nadirdir.
Bugün yaşanan tartışmalara baktığımızda da aslında benzer bir durumla karşılaşmaktayız. Yakın tarihi miras reddedilirken uzak tarihe güzellemeler dizilmekte, uzak tarihe ilişkin kültürel kodlar, sinemadan tiyatroya, dizlerden sosyal medyaya kadar her alanda kendini göstermektedir.

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar olan Batı algısında kolektif bir algı ve anlayış yaratılamasa da bu çatışmalı ilişkide, özellikle kültürel ve ahlaki noktalarda belli ortaklaşmalar olduğunu görmekteyiz. Bu tartışmada ahlaki sınırlar belli ölçülerde muhafaza edilmiş, dolayısıyla ulusal kimliğin oluşumunda, iç-dış, teknik-kültür, model-kopya gibi tartışmaları öne çıkmıştır.[2]


Teknik-Kültür - Dış-İç - Model-Kopya
Türklerin Batı ile kurdukları ilişkileri egemenlik süreçlerinden ve dinden bağımsız değerlendiremeyiz. Her süreçte kapalı, muhafazakâr ve üstünlük algısı (ya da aşağılık hissi) içeren bir ilişkilenme görmekteyiz. Din farklılığının bile kendini üstün görme ile yorumlandığı bu algı 17. yüzyılın sonuna kadar askeri ve siyasi alanda da egemendi.

“Batı’nın farklı bir boyut kazanacağı ikinci evre, Batı karşısında muzaffer bir konumdan, yenik duruma düşmenin sancısı, Batı ile etkileşime girmenin neredeyse kaçınılmaz bir hale geldiği yenileşme fikri ile birlikte kendini gösterecektir.”[3]

Avrupa’da yaşanan değişim ve gelişimler doğal olarak hem Avrupa’nın egemenlik anlayışını hem de karşıt güçlerin onu algılayışını değiştirecektir. Bu tarihten sonra, giderek gelişen ve zenginleşen Batı imrenilen, örnek alınması gereken bir güç odağına dönüşmeye başlayacaktır. Tüm bunlara rağmen muhafazakâr, birleşik, köklü kültür ve dinamiklere sahip toplumlarda kendi bütünlüğünü koruma refleksi çeşitli çelişkileri ve tartışmaları beraberinde getirecektir. Kuşkusuz Osmanlı toplumu da bu çelişki ve çatışmaları yaşayan önemli bir merkez konumundadır.

 16. yüzyılda Avrupa’nın gerçekleştirdiği coğrafi keşikler ve sömürgeciliğin Avrupa’ya taşıdığı zenginlik yerleşik egemen toplumlarda giderek hissedilen bir baskı yaratmanın ötesinde, Rönesans, Reform ve nihayetinde gerçekleşen Sanayi Devrimi ile Avrupa’da meydana gelen hızlı gelişim ve değişimler, askeri alanda yakalanan başarılarla da birleşince Osmanlı’da Avrupa’nın üstünlüğünün kabulünü zorunlu hale getirdi. Bu sefer Osmanlı elitlerinde Avrupa’ya yetişebilme ya da onu teknik anlamda takip etme telaşı ortaya çıktı. Bu dönem tam anlamıyla Avrupa’nın üstünlüğünün kabul edilmediği, Avrupa’dan örneğin orduyu modernleştirmek üzere getirtilen subayların dahi isimlerinin değiştirilerek topluma sunulduğu bir döneme denk gelmektedir.

Ama Teknik yetersizlikler ve savaş yenilgilerinin devam etmesi üstünlük kabulünü zorunlu hale getirmiştir. “Batı karşısında alınan siyasi yenilgiler, seçkinlerin zihnindeki karşılaştırma alanını da belirleyecek, yenen tarafın model, yenik düşen tarafın ise izleyici, kopya konumuna yerleşeceği kültürel mukayese/asimilasyon sürecini başlatacaktır.”[4]

Avrupa’nın üstünlüğü kabul edildikten sonra, bu işin sadece uzman ithaliyle aşılamayacağını anlayan uzmanlar, Tanzimat’tan önce Avrupa’ya giden öğrenci olgusu Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra resmi bir politikaya dönüşmüş ve devlet eliyle 17 öğrenci yurtdışında eğitim almak üzere görevlendirilmiştir. Sonradan yurda döndüklerinde önemli gelişmelere imza atacak bu öğrenciler ve artlarından gelenler Osmanlı modernleşmesinin önemli bir dinamiğini oluşturmuştur. Atılan bu adımlar kuşkusuz sonrada bu modernleşme sürecinin nasıl olacağına dair tartışmaları da beraberinde getirecektir.

Yüzlerce yıldır horgörülen “ecnebi” memleketlerin, her türlü ahlaksızlığın ve sapkınlığın kaynağı gibi gösterilen merkezlerin birden bire gelişimin ve tekniğin alınacağı merkezler olarak algılanması zor olacağından, bu bölgelerden bütünüyle değil de belli özelliklerinin alınmasını  “iç”e ait özelliklerin muhafaza edilmesini; ancak teknik özellikler olan -dış tartışması da bununla bağlantılı olarak örnek alınmak zorunda kalınan Batı’nın algılanış ve örnek alınma biçimiyle doğrudan ilgilidir.

Konumuz itibariyle edebi alanda Tanzimat’ta başlayan yenileşme, öncelikle Osmanlı aydınını nasıl bir Batılılaşma sorunsalı ile karşı karşıya bırakmıştır. Osmanlı elitlerinin öteden beri Batı tekniği ve kültürüne temkinli yaklaşımı doğrudan edebiyata da yansımıştır. Bu dönemde Batılı edebiyat biçim olarak örnek alınsa da içerik sıklıkla Batı kültürü karşısında Doğu’nun yüceltilmesi metaforu, yanlış Batılılaşma, mirasyedilik, züppelik vb. konular etrafında döner. Bu konuların seçimi dahi Batı karşısında temkinli olunması gerekliliği savının edebi alanda bir tezahürü olarak değerlendirilebilir.




[1] Server TANİLLİ, Uygarlık Tarihi, Alkım Yay., İstanbul, 2006, s.140
[2] Gülşah ERDEM, Türk Tiyatrosunda Garbiyatçı Fantezi, YL Tezi, Ankara, 2014, s.29- 31
[3] Gülşah ERDEM, Türk Tiyatrosunda Garbiyatçı Fantezi, YL Tezi, Ankara, 2014, s. 29
[4] A.g.e.: s. 31




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 2: "UNUTULAN"

Nazım Hikmet'in kayıp ikinci şiiridir "Unutulan" ... Aslında eski baskı kitaplarında bulunan; ancak son yıllarda yapılan bası...