Osmanlı
Dönemi’nden bu yana uzun bir geçmişe dayanan Batı ile ilişkiler, özellikle
Sanayi Devrimi’nin ardından değişen ticari ve ekonomik dengelerle birlikte
farklı bir forma bürünmüştür. Batı karşısındaki üstünlüğün giderek yitirilmesi,
güç ilişkileri gereği, bir egemen kültür ilişkisi bağlamında şekillenmiştir.
Batı kültürünün özellikle 18. yüzyıldan sonra dünyada giderek egemen kültür
haline gelmesi, geri kalmış ülkelerde varlığını daha da hissettirmiştir.
Kuşkusuz Osmanlı toplumu da bundan nasibini almıştır.
Türk tarihinde belli önemli
kültür değişimleri söz konusudur. Bunların sonuncu halkası Osmanlı
İmparatorluğu’nun yayılışı, çeşitli dinlerde ve etnik ayrımlarda çeşitli
halkları yönetmesi sürecinden sonra gelen, karşılıklı bir kültür alışverişi
çerçevesi içinde bir evredir. Bu son evre çoğunlukla, Batılılaşma isteği ve bu
yoldaki denemeler olarak değerlendirilmektedir. [1]
Türk
modernleşmesi, önemli geçiş noktalarında yakın tarihin bütünüyle reddine ya da
yok sayılmasına dayanarak gerçekleşmiştir. Osmanlı’nın kuruluş sürecinde
Selçuklu mirasını yok sayması, Osmanlı’nın yıkılıp Cumhuriyet’in ilanından
sonra Osmanlı kültür ve uygarlığının reddi… Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşundan hemen sonra Osmanlı dilinin dahi reddedilmesi 700 yıllık bir
birikimle bağların ani bir kopuşu anlamına geliyor ki devletlerin tarihinde
böylesine radikal kopuşlar pek nadirdir.
Bugün
yaşanan tartışmalara baktığımızda da aslında benzer bir durumla
karşılaşmaktayız. Yakın tarihi miras reddedilirken uzak tarihe güzellemeler
dizilmekte, uzak tarihe ilişkin kültürel kodlar, sinemadan tiyatroya, dizlerden
sosyal medyaya kadar her alanda kendini göstermektedir.
Tanzimat’tan
Cumhuriyet’e kadar olan Batı algısında kolektif bir algı ve anlayış
yaratılamasa da bu çatışmalı ilişkide, özellikle kültürel ve ahlaki noktalarda
belli ortaklaşmalar olduğunu görmekteyiz. Bu tartışmada ahlaki sınırlar belli
ölçülerde muhafaza edilmiş, dolayısıyla ulusal kimliğin oluşumunda, iç-dış,
teknik-kültür, model-kopya gibi tartışmaları öne çıkmıştır.[2]
Türklerin
Batı ile kurdukları ilişkileri egemenlik süreçlerinden ve dinden bağımsız
değerlendiremeyiz. Her süreçte kapalı, muhafazakâr ve üstünlük algısı (ya da
aşağılık hissi) içeren bir ilişkilenme görmekteyiz. Din farklılığının bile
kendini üstün görme ile yorumlandığı bu algı 17. yüzyılın sonuna kadar askeri
ve siyasi alanda da egemendi.
“Batı’nın farklı bir
boyut kazanacağı ikinci evre, Batı karşısında muzaffer bir konumdan, yenik
duruma düşmenin sancısı, Batı ile etkileşime girmenin neredeyse kaçınılmaz bir
hale geldiği yenileşme fikri ile birlikte kendini gösterecektir.”[3]
Avrupa’da
yaşanan değişim ve gelişimler doğal olarak hem Avrupa’nın egemenlik anlayışını
hem de karşıt güçlerin onu algılayışını değiştirecektir. Bu tarihten sonra,
giderek gelişen ve zenginleşen Batı imrenilen, örnek alınması gereken bir güç
odağına dönüşmeye başlayacaktır. Tüm bunlara rağmen muhafazakâr, birleşik,
köklü kültür ve dinamiklere sahip toplumlarda kendi bütünlüğünü koruma refleksi
çeşitli çelişkileri ve tartışmaları beraberinde getirecektir. Kuşkusuz Osmanlı
toplumu da bu çelişki ve çatışmaları yaşayan önemli bir merkez konumundadır.
16. yüzyılda Avrupa’nın gerçekleştirdiği
coğrafi keşikler ve sömürgeciliğin Avrupa’ya taşıdığı zenginlik yerleşik egemen
toplumlarda giderek hissedilen bir baskı yaratmanın ötesinde, Rönesans, Reform
ve nihayetinde gerçekleşen Sanayi Devrimi ile Avrupa’da meydana gelen hızlı
gelişim ve değişimler, askeri alanda yakalanan başarılarla da birleşince
Osmanlı’da Avrupa’nın üstünlüğünün kabulünü zorunlu hale getirdi. Bu sefer
Osmanlı elitlerinde Avrupa’ya yetişebilme ya da onu teknik anlamda takip etme
telaşı ortaya çıktı. Bu dönem tam anlamıyla Avrupa’nın üstünlüğünün kabul
edilmediği, Avrupa’dan örneğin orduyu modernleştirmek üzere getirtilen
subayların dahi isimlerinin değiştirilerek topluma sunulduğu bir döneme denk
gelmektedir.
Ama
Teknik yetersizlikler ve savaş yenilgilerinin devam etmesi üstünlük kabulünü
zorunlu hale getirmiştir. “Batı
karşısında alınan siyasi yenilgiler, seçkinlerin zihnindeki karşılaştırma
alanını da belirleyecek, yenen tarafın model, yenik düşen tarafın ise izleyici,
kopya konumuna yerleşeceği kültürel mukayese/asimilasyon sürecini
başlatacaktır.”[4]
Avrupa’nın
üstünlüğü kabul edildikten sonra, bu işin sadece uzman ithaliyle
aşılamayacağını anlayan uzmanlar, Tanzimat’tan önce Avrupa’ya giden öğrenci
olgusu Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra resmi bir politikaya dönüşmüş ve
devlet eliyle 17 öğrenci yurtdışında eğitim almak üzere görevlendirilmiştir.
Sonradan yurda döndüklerinde önemli gelişmelere imza atacak bu öğrenciler ve
artlarından gelenler Osmanlı modernleşmesinin önemli bir dinamiğini
oluşturmuştur. Atılan bu adımlar kuşkusuz sonrada bu modernleşme sürecinin
nasıl olacağına dair tartışmaları da beraberinde getirecektir.
Yüzlerce
yıldır horgörülen “ecnebi”
memleketlerin, her türlü ahlaksızlığın ve sapkınlığın kaynağı gibi gösterilen
merkezlerin birden bire gelişimin ve tekniğin alınacağı merkezler olarak
algılanması zor olacağından, bu bölgelerden bütünüyle değil de belli
özelliklerinin alınmasını “iç”e ait
özelliklerin muhafaza edilmesini; ancak teknik özellikler olan -dış tartışması
da bununla bağlantılı olarak örnek alınmak zorunda kalınan Batı’nın algılanış
ve örnek alınma biçimiyle doğrudan ilgilidir.
Konumuz
itibariyle edebi alanda Tanzimat’ta başlayan yenileşme, öncelikle Osmanlı
aydınını nasıl bir Batılılaşma sorunsalı ile karşı karşıya bırakmıştır. Osmanlı
elitlerinin öteden beri Batı tekniği ve kültürüne temkinli yaklaşımı doğrudan
edebiyata da yansımıştır. Bu dönemde Batılı edebiyat biçim olarak örnek alınsa
da içerik sıklıkla Batı kültürü karşısında Doğu’nun yüceltilmesi metaforu,
yanlış Batılılaşma, mirasyedilik, züppelik vb. konular etrafında döner. Bu
konuların seçimi dahi Batı karşısında temkinli olunması gerekliliği savının
edebi alanda bir tezahürü olarak değerlendirilebilir.
[1] Server
TANİLLİ, Uygarlık Tarihi, Alkım Yay., İstanbul, 2006, s.140
[2] Gülşah
ERDEM, Türk Tiyatrosunda Garbiyatçı Fantezi, YL Tezi, Ankara, 2014, s.29- 31
[3] Gülşah
ERDEM, Türk Tiyatrosunda Garbiyatçı Fantezi, YL Tezi, Ankara, 2014, s. 29
[4] A.g.e.:
s. 31
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler