22 Eylül 2025 Pazartesi

DOGVİLLE: TİYATRO SAHNESİNİN SİNEMAYA DÖNÜŞÜMÜ

Lars von Trier'nin yazıp yönettiği Dogville adlı film, 2003 yılında avangard bir dram filmi olarak seyircilerin karşısına çıkan dram türünde filmdir. Minimalist bir sinema akımının etkisiyle ortaya konan yapımda bu anlayışın aksine sinema dünyasının yakından bildiği Nicole Kidman, Lauren Bacall, Chloë Sevigny, Paul Bettany, Stellan Skarsgård, Udo Kier, Ben Gazzara ve James Caan gibi isimler öne çıkar.

Bana göre film genel olarak insan doğası ile iktidar – güç ilişkilerini sorgulamak üzere kurgulanmıştır. Bir yandan da Trier'in “Fırsatlar ülkesi Ameraka” imajını yıkma gibi bir derdi var gibidir. Zaten güçlülerin zayıfarı ezdiği, mafyatik ilişkilerin toplumun tüm kesimlerini etkisi altına aldığı hatta polis teşkilatı ve bürokraside de mafyatik ilişkilerin olağanlaştığı bir tablo vardır karşımızda. Dolayısıyla şaşalı Amerikan heyulası tuzla buz olur filmde! Bu anlamda filmin, “ABD – Fırsatlar Ülkesi Üçlemesi" olarak adlandırılan serisinin de ilk filmi olması da rastlantısal değildir.

Film başlarken Dogville’in tepeden bir krokisini görürüz. Kamera sahneye yaklaştıkça bunun klasik bir sinema filminden öte adeta bir tiyatro sahnesi gibi organize edildiği göze çarpar. Yönetmen Dogville’i açık bir stüdyoda çekmiştir. Filme ait diğer mekanlar, tebeşirle çizilmiş, evler bile bu sınırlarla belirlenmiştir. Sokak ve cadde adları da yerde yazılıdır. Filmde insanlar dışında kalan bir de köpek vardır. Film boyunca yerde beyaz tebeşirle çizilmiş silueti ve yere yazılı “dog” ifadesi dışında arada bir de sesi duyulur. Ta ki filmin sonuna kadar bu köpeği cisimleşiş haliyle görmeyiz. Ama filmin başrolündeki Grace’in Dogville’e gelişinden kenti yakı yıktığı son sahneye kadar köpek bir metaforik unsur olarak filmde yerini alır.

Film başta bize Dogville tanıtarak başlar. Sıradan bir kasabadır burası. Ulaşımı tek yönlüdür. Etrafını çevreleyen dağlar ve en yakın kent merkezine uzaklığıyla kendi halinde bir yaşam sürmektedir. Duvarların olmadığı filmde her şey bir tiyatro sahnesi açıklığında seyirciye gösterilir. Böylece insanlık durumlarını yalın ve sansürsüz biçimde gözler önüne sermiş olur yazar.  Duvarların olmadığı mekânda, yönetmen uygun kamera açılarıyla tüm kasabayı ve halkını kadrajın içerisine sığdırmıştır. Öte yandan sanal duvarların arkasında hareket eden oyuncular bu duvarlar varmış gibi hareket etmeye, etraflarındaki kötülükleri görmemeye devam eder. Bu anlamda birbirleriyle temas etmezler, trajik durumları görmezler. Kuşkusuz burada yönetmenin “Körlük”e dair bir göndermesi olarak da görülebilir.

Film epizotlardan oluşmuş ve her bölümün başında da o bölümü özetleyen bir başlık seçilmiştir. Diğer yandan bir anlatıcı bize kişileri, sahnede olacakları, doğa durumlarını, çatışmaları hatta zaman zaman insanların içinden geçenleri anlatır. Bu anlamda klasik tiyatrodaki koronun işlevine benzeyen bir misyonu olduğunu söyleyebiliriz anlatıcının. Tabi standart ve alaycı ses tonu onu farklı kılar.

“Konuşmacının sesi, filmi yavaş tempoda tutmaya yardım ederek bizi yer ve zamanın ötesine taşımaktadır. Bir tür ‘her zaman/herhangi bir zaman’ ve ‘her yerde/herhangi bir’ yer durumu oluşturur.”[1]

 

FİLMİN ÖZETİ

İşte bu “olağan” kasabaya günün birinde Grace isimli bir kadın sığınır. İsminin anlamı “minnet, şükran” olan bu “iyilik timsali” kadın aslında gangsterlerden kaçmaktadır. Kaçarken rastlantısal olarak Dogville’den geçer. O sırada filmin bir diğer başrol oyuncusu Tom ile karşılaşır. Daha ilk karşılaşmadan itibaren kadından etkilendiği hissedilen Tom, Grace’ye yardım teklifinde bulunur. Ona ekmek verir. Ama Grace bunu reddeder. Bunu kabalık olarak tarif eden Tom, daha ilk adımda bile Grace üzerinde aslında bir egemenlik kurmuş gibi olur. Onu adeta zorlar. Bu ilk zorlamaları aslında sonradan giderek ağırlığı artan ve tahammül edilemez hale gelecek baskının ve Grace’i egemenlik altına alma girişimlerinin ilk nüvesi olarak da yorumladım.


Tom, bir entelektüeldir. Kasabada dikkate değer bir işi yoktur. Kasaba halkına zaman zaman, zorla da olsa vaazlar verir, kasabalı bir gençle dama oynar ve kasabayı arşınlayarak “düşünür”! Elbette planları hayalleri vardır. Ama onları gerçek kılmak noktasında büyük bir atalet içindedir. Bir de yazmayı planladığı ve açıkça ifade edilmese de Grace’i konu alan bir romandan bahseder. Üretici olmayan tipik bir küçük burjuvadır karşımızdaki aslında.

İlk karşılaşmada uzaktan bir araba yaklaşır. Grace’i arayan gangsterlerdir bunlar. Tom kaçmaya yeltenen Grace’i saklar ve gangsterleri savar. (Tabi, gangsterlerin başında olduğu anlaşılan arabanın içinde yüzünü görmediğimiz şahıs ona bir kart uzatarak bir bilgi edinirse kendisini aramasını tembihler)  Bunlar gittikten sonra Tom, Grace’e kasabada kalmayı teklif eder. Tabi bu teklifi yapan Tom’un önünde büyük bir engel vardır: Kasabalıları ikna etmelidir. Kilisede bir toplantı yapılır. Neticede bu riskli durumu göze almak istemeyen bir tedirginlik vardır. Bu yüzden de bu riske değip değmeyeceğini anlamak için ona iki haftalık bir süre tanınır. İki hafta içinde Grace’nin kalıp kalmamasına karar verilecektir.

İlk iş Grace’e bir iş bulunmaya çalışılır ama burada kimse doğru dürüst çalışmıyordur zaten. Ama Grace adeta kendi için iş uydurur. Bir körü ziyaret etme, nota defterinin yapraklarını çevirme vs. gibi uydurma işler bulur kendine, öyle ki kalması için zorunlu olarak ürettiği bu “uydurma” işler giderek kendisini esir alır. Filmin ilerleyen bölümlerinde onu soluksuz biçimde iş yetiştirirken görmemiz, bana güçlü bir sistem eleştirisi gibi geldi. Grace, giderek kendi yarattığı sistemin esiri olmuştur. Bu süreç sonunda kasaba halkı haliyle onu kabul eder (Aksini nasıl düşünelim, film devam etmeli sonuçta!).

Dogville’in iyilik perisi olan ve herkese büyük bir hoşgörüyle yaklaşan Grace, önce giderek artan bir iş yüküyle ardından kendisini arayan gangsterlerin ve polisin baskısına paralel olarak kasabada baskı altına alınır. Daha önce kendisine iş bulunamayan Grace, sabahtan akşama kadar oturmaksızın bir evden öbürüne koşturur. Ev işlerinden çocuk bakmaya bahçe işlerinden elma toplamaya kadar bir dizi angaryaya tabi tutulur. Hepsini olağan karşılar. Tam bir iyimserdir (Bu kısımda aklıma Voltaire’nin Candide karakteri geldi. Voltaire’in bu karakteri de tıpkı Grace gibi iyimser dünya görüşünü düstur edinmiş ve “her şey olacağına varır” yaklaşımını benimsemiştir.). Grace, ne kadar kötülük ve zalimlikle karşılaşırsa karşılaşsın insanların bu davranışlarını niyetlerine ya da doğalarına yormaz, öyle yapmaları gerektiği için öyle davrandıkları inancındadır.  Ve sanki bu insanlar için başka bir yol yok gibidir ona göre! En sonu iş fiziksel şiddet ve tecavüze kadar varır. Ama Grace yine aynı Grace’tir. İçten içe bir şeyler kırılmıştır içinde. Ama esasa ilişkin bahsettiğim yaklaşımı değişmemiştir.

Grace, ilk kez tecavüze uğradığında da sonradan bütün kasabalı erkeklerin saldırılarına maruz kaldığında da her şey kasabalıların gözü önünde gerçekleşmekteydi. Tüm kasaba olağan bir ritimde gündelik hayatını sürdürürken, işlerine devam ederken, çocuklar şiddet dolu sahnelerin önünde sek sek oynamaya, koşturmaya devam eder. Aslına bakılırsa Grace çaresiz biçimde bir yardım eli de arıyor gibidir. Ama sanki bu noktada henüz bir çıkış yoktur kafasında. Bunların gerçek manada tüm kasabanın gözleri önünde gerçekleşmesi biraz da metaforik bir anlatı yaklaşımı gibiyken diğer yandan Brehtyen bir yabancılaştırma efekti olarak da okunabilir.


 

FİLMDE BRECHT ETKİSİ

    Trier, çalışmalarında sıra dışı ve denenmemiş yol ve yöntemlere başvurmaktan çekinmeyen bir yönetmen olarak tarif edilmektedir. Bu filme çalışırken kendisinin de ifadesiyle Brecht’e yoğun bir şekilde çalışmıştır. Brecht’in de yenilik arayışları dikkate alındığında yönetmenle bu anlamda benzeşen önemli bir yanını görürüz.

    Brecht, seyircinin oyuna kapılmasını değil, oyun üzerine düşünen ve oyunu sorgulayan bir tavır içerisinde olmasını arzu eder. “Yabancılaştırma” denilen bu teknik, Dogville’de belirgin biçimde karşımıza çıkar. Kuşkusuz yabancılaştırma, sahne tasarımından, dekora, oyunculuktan, anlatıcıya kadar pek çok yolla desteklenmiştir. Trier’in “Manderlay” adlı filminde de benzer ögeleri kullandığını, dolayısıyla bunun aslında estetik bir tercih olduğunu da rahatça ifade edebiliriz.

Althusser, “Materyalist Bir Tiyatro Üzerine Notlar” başlıklı ünlü makalesinde özdeşleşme ve yabancılaştırma arasındaki bu ilişkiyi bir aynı metafor üzerinden açıklar. Ona göre Brecht’in yabancılaştırma estetiğinin gerçekten işlevini yerine getirebilmesi için ilk aşamada özdeşleşmeden yararlanması kaçınılmazdır. Sahnede kendimizi tanıyacağımız bir ayna sunulur bize. Orada kendimizi tanırız (özdeşleşme) ama o anda ayna uzaklaşır, yakınlaşır ya da ortadan kaybolur (yabancılaşma). Dogville’i düşündüğümüzde filmin sonundaki katliam sahnesinin istenen etkiyi sağlaması için öncesinde bizim Grace’le özdeşleşmemiz, ona acımamız, onun gözünden bakarak kasaba halkından nefret etmemiz önemlidir. Sadece film üzerine yaptığımız sohbette bile hemen hemen herkesin Grace ile özdeşim kurduğu, final sahnesindeki katliam sonrasında bir “rahatlama” yaşadığı ifade edilmiştir. Burada dikkat edilirse yönetmen kasabadaki herkesin ölmesi gerektiğine bizleri ikna etmiş gibidir. Normal koşullarda çocuklara ya da engelli bir bireye yönelecek şiddet bizi duygusal bir kırılmaya uğratabilir. Ama Trier, sanki adım adım, en masumların bile neden ölmesi gerektiğini bize küçük göstergeler ve olaylarla anlatmıştır. Kuşkusuz sinemasal araçlar duyguları tiyatro sahnesine oranla çok daha güçlü açığa çıkarırlar ve finalde tüm ayrıntılarıyla sergilenen katliam sahnesi bu yüzden bizi çok da rahatsız etmez. Dolayısıyla gerçek bir yabancılaşma gerçekleşir.

    “Film, özellikle baş kadın karakterin işlenişi bakımından da Brecht’in eserlerinden ilham almıştır. Trier’in her iki filminin de başkarakteri Grace, Brecht’in bir yapıtındaki Jeanne Darc’ın versiyonu olan Joan’ı hatırlatır. Her iki kahraman da dünyayı daha iyi bir yer yapma konusunda kendilerine idealist bir görev yüklemişlerdir. İkisi de kötü davranışların çoğunun, koşulların kurbanı oldukları için amellerinden sorumlu tutulamayacak insanların eylemleri olduğu varsayımını paylaşır. Grace, tecavüzlere, aşağılanmaya, değersizleştirilmeye muhalefet etmek konusunda isteksiz davranıp, zayıf kalmış ve kendisine baskı uygulayanları affetmeye yönelmiştir. Yine her iki kahraman da hayal kırıklığına uğradıklarında ideal misyonları ortadan kalkmaz ama potansiyel yok edicilere dönüşürler”[2]

Herhalde son ana kadar hep bir faklı adım atacağını beklediğim ve kasabada en ak pak gibi görünen Tom’a bu noktada ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Son ana kadar bir “umut” öğesi konumundaki Tom, Grace’e yardım etmek için birlikte oldukları sırada onun çanını taşır; ama ona prangalarından kurtularak özgürleşmesi için yardım etmez. Diğer yandan kendisine aslında işkence yapıldığının, tecavüz edildiğinin farkındadır, ama öyle bir atalet ve kabullenmişlik içindedir ki asla harekete geçmeyecektir. Bunu en dramatik anlardaki ağır ve hantal tutumlarından da okuruz. Toplumsal ilişkilerin temelinde yatan baskı ve iktidar mekanizmalarının açığa çıkarılmasına dönük güçlü imgelerdir bunlar. Filmin bize çözümlerden ziyade yeni sorunlar sunarak kapanması Brecht’in diyalektik anlayışıyla uyumludur belki. Ayrıca Öncelikle tiyatrosu Marksist bir tiyatrodur. Kendince bir sistem karşıtlığını içerir. Bu anlamda “Amerikan “Rüyası”na sert eleştiriler getirmesi bağlamıyla filmin politik bir yapım olması, kapitalist sistemin en ücra bir kasabaya kadar sirayet edişi, kısaca kapitalizm eleştirisi içermesi filmin en güçlü Brechtyen yanlarından biri bana göre. Ama burada Brecht’ten ayrılan derin bir farklar daha belirgindir. Öncelikle Brecht’in “insanın doğası” denilen idealist öze karşı olduğunu belirtmek gerekiyor. Diğer yandan da bu tabloda sınıfsal bir çatışmadan öte bireyler arası çatışmalar öne çıkarılmıştır. Bana göre Brecht tiyatrosunun en ayırt edici özelliği politik duruşu olduğu kadar bu duruşu sınıfsal temelde kurmasıdır. Egemenlik ilişkilerini çözümleyip yapılandırırken bizi adım adım iktidarın sınıfsal karakterine yaklaştırır. Belki ne yapmamız gerektiğini ifade etmez; ama ne yapmamız gerektiğine dair sorular zihnimizde çakmaya başlar. Filmdeki ilişkilerin sınıfsal çizildiğini söylemek güçtür. Kuşkusuz bir güç ve iktidar ilişkisi çizilmiştir. Ama bu sınıfsallıktan çok kaba güce ve mülkiyete göre belirlenmiş bir iktidar ilişkisidir. Diğer yandan filmin akışı içerisinde sınıfsal temelde bir kurgu olmayınca da sonuçta çözümler de bireysel olmaktan kurtulamayacaktır. Ki Grace de bireysel bir çözümle finale ulaştırır filmi.

 


FİLM NE ANLATIYOR?

Dogville’in, esasen bir insanlık durumunu mercek altına aldığını ve sistemden öte insanlar arası çatışmaları konu aldığı görülüyor. Evlerin şeffaf oluşu, ses efektlerinin kurgulanmış gerçekliği beslerken bir taraftan da aslında sürekli bir oyun izlendiği hissinin verilmesi güçlü yabancılaştırıcı unsurlardır. Mesela sesler var; ama nesnelerin gerçekliği yok filde. Yani bize sürekli “mış gibi” bir oyun içindeyiz hissini veriyor. Kameranın hareketleri, hatta çoğunlukla bir amatör kamera kadrajından bakışımız, görüntüyü bozuma uğratır. Bu yönleriyle Brecht tiyatrosunun birçok özelliğine uygun olduğu söylenebilir.

Brecht’in epik tiyatrosunda yabancılaştırmayı sağlayan asal unsurlardan birisi olan anlatıcı karakter, Dogville’de de vardır. Filmde seyirciye olayları anlatan bir anlatıcı karakterin bulunması, izleyicilere izlediklerinin gerçek olmayıp, bir hikâyeden ibaret olduğunu sık sık hatırlatır niteliktedir. Ama buradaki anlatıcının da Brecht’teki anlatıcıdan önemli bir farkı var bana göre. Filmde anlatıcı aslında çok da işlevli gelmedi bana. Zaten seyircinin gördüklerini tekrar etmekten, müstehzi ve ağır sesiyle filmin temposunu beslemekten başka işlevi yok gibidir.

Brecht’te ise anlatıcı, eylemin içinde olmadan ve olayları dışardan bir gözle anlatır ancak yorumlar da.  Bu okurun ya da izleyicinin okuduğu metni veya izlediği oyunu belirli bir mesafeden gözlemlemesine yardımcı olduğu kadar kişinin izlediği film ya da oyuna dair bir fikir veya yorum geliştirmesine de alan açar.

Özdemir Nutku’ya göre Brecht, seyircinin sahnede gördüklerine kendini kaptırmasını engellemek için oyunun akışı içinde izleyicinin dikkatini bölen birtakım şarkılar, tabelalar, projeksiyon ile gösterilen ara başlıklar, dekor değişikliğini izleyicinin önünde yapma, ışıkları seyircilerin görebileceği yerde değiştirme gibi birtakım araçlar ve yöntemler kullanır.[3]


TARİHSELLEŞTİRME

Filmde doğa - kültür ikiliği üzerinden şekillenmiş bir kurgu söz konusudur. Grace ile Tom ve Grace ile babası arasındaki diyaloglarda (son sahnelerdeki), bu çelişki açık ifadelerle ortaya konur. Filmde kadın doğaya yakın bir boyutta temsil ediliyor. Kasaba ise daha eril bir formda sanki bu doğayı ehlileştirmek üzere konumlanmış gibidir.


Grace’in babasıyla diyaloğunda şöyle bir ifade kullanılır:“Halkı değiştirmek istiyorsan bunu kendini feda ederek değil, güç kullanarak yapabilirsin. Aksi takdirde yoksullar seni dinlemeyi kabul etmezler.” Bu ifade aslında filmin iletisi gibi de duruyor. Ama dikkat edilirse burada insana (ve doğaya) dair, değişmez katı bir bakış olduğu rahatça seziliyor. Dolayısıyla yönetmenin insan doğasına dair değişmez, katı birtakım yargıları olduğu ifade edilebilir. Böylesi bir düşüncenin Marksist diyalektiğe uygun düşmediği açıktır. Oysa Brecht’in tiyatrosu her şeyden önce materyalist diyalektik bir tiyatrodur. Doğayı ve dolayısıyla insanı da bu bakış açısıyla ele alır.

“Brecht'in kuramının, onun başta Kapital olmak üzere Marksist klasikleri incelemesiyle, uzun bir teori-pratik süreci içinde oluştuğu ve temelinde diyalektik ve tarihi materyalizmin yasalarının yer aldığı düşünülürse ‘diyalektik tiyatro’ olarak adlandırılması en uygun olacaktır... Denebilir ki Brecht'in estetik kuramının ruhunu diyalektik ve tarihi materyalist felsefe, bedenini ise epik tiyatro oluşturmaktadır.”[4]

Filmde “İnsanın özü” kavramının işlendiğini ifade ettikten sonra aslında buna yönetmenin net bir yanıtı olduğunu da anlıyoruz. Trier’a göre insan baya baya kötüdür! En masumumuz aslında en kirli olanımızdır. Öyle ki filmin başında Grace’e yardım edip onu kurtaran kişi filmin sonunda bir nefret ögesine dönüşür adeta. Film ilerledikçe ona öfke duyarız. Bu kasabada “iyi” olan tek bir kişi yoktur. En zorda olanı, mesela görme engelli kişi bir tacizcidir. Hizmetçi olduğu bir biçimde ifade edilen siyahi kadın fırsatını bulunca bir zalime dönüşür. Masumiyet ve saflık timsali çocuklar acımasız yaratıklardır.  Kısaca bu insanların tamamı “özünde” kötüdür! İnsanları bu hale getiren tarihsel ve toplumsal koşullar değil, içlerin töz halinde duran ve fırsatını bulunca ortaya çıkacak bir nüvedir yönetmene göre.  Oysa “öz” dediğimiz şey, Brecht tiyatrosunun temellerinden olan tarihselliği dışlar. Filmde aslında her insanın bir temizlikçinin bile koşullar elverdiğinde başkalarını nasıl ezebileceğine, bir zavallı kör adamın nasıl bir tacizciye dönüştüğüne vurgular yaparak bu anlamda Brecht tiyatrosuyla kalın sınırlar çeker. Kuşkusuz biçimsel bakımdan çok sayıda Brehtyen unsur söz konusu olmakla birlikte filmin iletisi ve kurgusu bağlamında düşündüğümüzde ayırımın belirginleştiği nokta burası gibi geliyor bana. Kaldı ki Brecht gibi, gerçeği dönüştürebilme, verili olanı reddetme anlayışıyla şekillenen, eleştirisel ve diyalektik estetik anlayışı şekillendiren Brehtyen tiyatro için bu yaklaşım baştan reddedilmelidir.

 

EPİZOTLAR

Filmin dikkat çeken yanlarından biri epizotlardan oluşmasıdır. Brechtyen tiyatronun tipik özelliklerinden olan bu bölümleme oyunlarda önemli bir işlev yüklenir. Brecht tiyatrosunda bu epizotlar iki boyutlu bir işlev yüklenir. Birincisi her bir bölümde seyircinin soluk alıp oyun üzerine düşünmesine yardımcı olur, ikincisi ise klasik dramdaki özdeşleşmeyi kontrol altına almaya yardımcı bir işlev yüklenir.  “Böylece seyirci, durak noktalarından yararlanarak, (Brecht'in oyunlarında ‘Ön oyunlar’) olaylar ve ‘Figur’lar üzerinde düşünme ve eleştirel bir tutum alma olanağına sahip olur.[5]

Oysa Dogville filminde epizotlar klasik dramatik yapıda gördüğümüz bir nedensellik bağı içinde gelişiyor. Kaldı ki filmin esas hikayesi bile fazlasıyla klasiktir bu açıdan. Olağan hayatını sürdüren kasabaya bir yabancı gelir (düzen bozulur) Sonunda da denge kurulur (Suçlular cezasını bulur). Her ne kadar “yabancı” beklenmedik biçimde orayı yakıp yıksa da sonuç bir çözüm niteliğindedir. Gerilimin en üst noktaya çıkmasının ardından olaylar çözüme ulaşmış olur. Bu noktada Brecht tiyatrosuna özgü olmayan en azından bildiğimiz manadaki “merak” ögesi de fazlasıyla kullanılmıştır film. Yabancının geldiği andan itibaren “ne olacak” sorusu havada sürekli asılı durmaktadır çünkü. Ayrıca mesela oyun başında araç içindeki babanın hikâyesi de film bittiği halde devam etmektedir. Bu noktada da Brecht’in sanat anlayışından ayrılan bir başka nokta çıkıyor karşımıza, bu da bilinç ile toplumsal gerçeklik arasına konan mesafedir. Filmde bireylerin eylemleri toplumsal bağlamından koparılmıştır. Yaşanılan dünya kurgulanmış ütopik bir evreni andırır. Kurgu ya da gerçeklik olmasına bakmaksızın Brecht’in çizdiği dünyalar temel olarak bir toplumsal formasyona dayandırılmıştır. Elbette bu noktada Brecht salt bir bilgi aktarıcı misyonu üstlenmez. O bilgi sürecini ve bununla birlikte toplumsal yapıyı da öne çıkarmaktan geri durmaz. Dolayısıyla sanatının biricik yöntemi olan diyalektiği de, oyun kişilerinin ideolojik bilinç düzeyleri ve onları sarmalayan toplumsal yapının gerçekliği üzerinden biçimlendirir.

Filmin mesajı ve bağlandığı sona baktığımızda ise bu anlamda toplumsal bir bakış ya da yaklaşımdan uzak kurgulandığı da görülüyor. Ortaya konan gelişmeler ve sonuç, olay sanki salt bireyselmiş gibi toplumsal bağlamların dışında çizilmiştir. Dinamizmi, değişimi yaratan bireydir. Kasabanın yok edilmesi de bu bireysel yaklaşımın somutlaşmış hali olarak tezahür etmiştir. Grace, tüm yaşadıkları sonucunda bireysel bir dönüşüm yaşamıştır. Hatta filmde birçok oyuncunun değiştiğini (mesela kör adamın körlüğünü kabullenmesi vs.) görüyoruz. Dolayısıyla filmin diyalektik bir bağlama dayandığı söylenebilir. Ancak bu değişim olumlu ya da olumsuz olsun, kişi merkezli (Grace merkezli) bir dönüşümdür. 

Bu noktada Brecht’in kuramının temelini oluşturan “naivete” kavramına da değinebiliriz.  İnsan ilişkilerini veya toplumsal ilişkileri açıklamada bu kavram Brecht tiyatrosunun biricik kılavuzudur. Oysa filmdeki insan davranışlarını “özünde kötü” gibi idealist bir gerekçeye bağladığımızda daha baştan bu tutumdan kopmuş oluyoruz. Brecht naivete için şunu söylüyor: “Epik tiyatroda seyirci karşısına çıkarılan yapıtın konusu, insanlar arasındaki toplumsal ilişkilerden oluşan bir örgüdür. Olağandışı bir gözle görülmediği süre, alışılmadık nitelik taşıyan böylesine bir yapıtın kavranılması düşünülemez.”[6] Oysa yönetmen daha başından bize verili bir “gerçeklik” sunarak görüneni, görünenin ardındaki gerçek nedenleri gölgelemiş oluyor. Böylece Brecht’in temel olarak kaçındığı illüzyona kendini kaptırmış oluyor.

 


OYUNCULUK

Oyuncular kendi alanlarında oldukça başarılı kabul edilen isimlerden seçilmiş, ama oyunda olduğunu gösterme, oyunculuk performansı üzerinden bir yabancılaştırma söz konusu değil. Yani oyuncular sahiden birer oyuncu. Onlar filmin içinde filmi yaşarlar. Bu anlamda birey olarak yabancılaştırmanın bir unsuru değillerdir. Oyunculuklarıyla, hareketleriyle yabancılaşmayı beslemezler. Seyircinin gördüğü şeyleri, hatta olmayan duvarlar arkasındakileri bile görmezler. Ancak zor deneyim yaşadıkları da bir gerçek. Ne kadar tecrübeli olsalar da oyuncular açısından bir ilk diyebileceğimiz birçok unsur olduğundan onlar açısında sürecin hayli zorlu işlediğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Oyuncular ne yapmaları gerektiğini bilmiyordu. Canlandırdıkları karakterlerin nereden gelip, nereye gittiklerinden haberdar değillerdi. Bu son derece sinir bozucu bir durumdu ve oyuncuların kendilerinden bekleneni gerçekleştirmesini zorlaştırıyordu. Güvenlerini yitirmiş, yapayalnız kalmışlardı. Belli bir aşamadan sonra olan biteni kabullenip, oyunu kurallarına göre oynamaya başladılar. Trier çekimler boyunca, oyuncuların peşinde dolaşıyor, onları itip kakıp, oyuncularla konuşarak yarattığı karakterlerin içindeki çirkin gerçeği zorla ortaya çıkarmaya, derinlerdeki gerçek şiddeti ve acımasızlığı dışarı vurmaya çalışıyordu.[7]

Trier’in Dogville’i yazarken Brecht’ten ciddi bir biçimde etkilendiğinin en somut göstergelerinden biri de Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’sındaki Korsan Jenny Şarkısı’na yapılan gönderme olarak değerlendirilmektedir. Filmin son sahnesinde Grace, June adlı hasta çocuğun yatağını temizlerken, “burada kimse yatmayacak” der. Bu cümle filmin sonunda yaşanacaklara dair bir önseme olarak görülebilir.

“Korsan Jenny bir hizmetçi kızdır ve şarkısında, içinde eziyetten başka hiçbir şey görmediği kasabanın sonunda yanıp kül olacağını söyler. Bunca eziyet ederken ‘bilmezdiniz hiç kimle dans ederdiniz, hayır, karşınızda kim var bilemediniz’ dizeleri geçer şarkıda. ‘Bu rahat döşeklerde kimse uyuyamayacak, tatlım, kimse, hiç kimse!’ mısralarıyla biter şarkı. Böylece, Grace ile Korsan Jenny arasındaki düşünsel koşutluğun yanı sıra, yaşanacak olan eylemsel koşutluk da seyirciye eylem daha gerçekleşmeden önce duyurulmuş olur.”[8]

 


MEKAN VE DEKOR

Mekân unsuru, sinema için de en az tiyatro kadar temel bir unsurdur. Ne kadar basit olursa olsun mekansız bir sinema ya da tiyatro düşünülemez. Sinemada bu durum daha da belirleyici olmaktadır. anlatının cereyan ettiği bu an ister kurmaca ister gerçekçi olsun, hatta ikisinin karışımı da olsa oyunculuktan seyirci algısına kadar bir dizi noktayı belirler.

Epik tiyatroda mekan ve dekor dünyanın kendisidir. Başka bir değişle bu araçlar dünyayı gösterir. Brechtyen tiyatroda tüm sahne unsurlarında olduğu gibi dekorda da illüzyondan uzak durulmuştur. Belki Dogville’in en Brechtyen yönü bu mekan algısını, mekana ilişkin illüzyonu bütünüyle sarsması ve yaratıcı bir dekor ortaya koymasıdır. Filmde de Brechtyen tiyatroya paralel olarak olabildiğince az dekor kullanılmıştır. Öte yandan sıra dışı bir yaklaşımla bize sürekli bir sahne karşısında olduğumuz hissettirilir.

Brecht, sahnede tamamen simgelerle dolu bir dekora karşı çıkar, nesnenin kendisi varken onun yerine bir simgeyi ikame etmek kabul görmez. Bu anlamda filmdeki köpeğin, sadece harflerden oluşan bir göstergeyle gösterilmesi tezat oluşturmaktadır. Elbette filmin sonunda köpeği kanlı canlı gördüğümüzü de eklemek gerekiyor. (açıkçası buradaki muradı da anlamadım) Filmde bu anlamda yabancılaştırma noktasında işlevi olan dekor,   simgelerle bozuma uğratılmıştır.

Bana kalırsa Dogville’de bir üçüncü mekan tasarımı vardır. Bu biraz da tiyatrodan ödünç alınmış bir özellik izlenimi veriyor. Yani tiyatrodaki yanılsama kavramı sinemaya uyarlanmış gibidir. Dogville’in yazım aşamasında Brecht’ten esinlendiğini söyleyen Trier’in, epik tiyatronun mekan algısını daha da yaratıcı bir forma büründürdüğü ve seyirciyi daha da sarsacak bir düşünme sürecine sevk ettiğini rahatça ifade edebiliriz.

Brecht, tiyatronun ve sinemanın yaratmaya muktedir oldukları yanılsama sayesinde seyircinin yaşayacağı herhangi bir özdeşleşmeyi tehlikeli bulur dolayısıyla da bunu reddeder. Ona göre ancak, seyircinin oyuncunun oynadığı role sadece bir “gözlemci” olarak katıldığı bir özdeşleşme faydalı olabilir. Dolayısıyla Brecht tiyatrosunda körü körüne bir yanılsama kabul görmez. Brecht’e göre, içe almacı bir özdeşleşme yerine mesafeli bir özdeşleşme kurmak esastır. Oysa filmde mekanı seyirci baştan kabul etmek durumundadır. Özdeşleşmenin tam gerçekleşmesi için bizim orada birer kapı ya da duvar olduğunu kabul etmemiz ve buradan hareketle de eylem ve davranışları geçerli kabul ettiğimiz varsayılmaktadır. Bu durum bizi filmle özdeşim kurmaya sevk ederken bu durum aslında yerleşik bir hal olarak ta baştan kurulur. Yani zaman zaman bize bir oyun ya da sinema filmi izlediğimizi hatırlatan bir unsurdan öte baştan çerçevesi çizilmiş bir ön kabule zorlar.

 

KAYNAKÇA

-Jack Stevenson, Lars von Trier, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2005.

-Özdemir Nutku, Bertolt Brecht ve Epik Tiyatro, özgür Yay., İstanbul, 2015.

-Sevtap METİN, Lars Von Trier’in Dogville ve Manderlay Filmleri ile Hukuku Düşünmek, Hukuk Kuramı, C. 1, S. 3, Mayıs Haziran 2014.

-Mutlu Parkan, Brecht Estetiği ve Sinema, Dost Kitabevi Yay., Ankara, 1983.

-Bertolt Brecht, Epik Tiyatro, Çev. Kamuran Şipal, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011.



[1] Didem YILDIRIM, Teatralliğin Sinemadaki İzleri: Dogville Gerçek bir Oyunun Filmidir, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, 34:2012/2

 

[2] Sevtap METİN, Lars Von Trier’in Dogville ve Manderlay Filmleri ile Hukuku Düşünmek, Hukuk Kuramı, C. 1, S. 3, Mayıs Haziran 2014.

[3] Özdemir Nutku, Bertolt Brecht ve Epik Tiyatro, İstanbul, 2015 s.153

[4] Mutlu Parkan, Brecht Estetiği ve Sinema, Dost Kitabevi Yay., Ankara, 1983,  S. 27

[5] Mutlu Parkan, Brecht Estetiği ve Sinema, Dost Kitabevi Yay., Ankara, 1983,  S. 34

 

[6] Bertolt Brecht, Epik Tiyatro, Çev. Kamuran Şipal, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011, S. 127

[7] Jack Stevenson, Lars von Trier, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2005, S. 187

[8] Didem YILDIRIM, Teatralliğin Sinemadaki İzleri: Dogville Gerçek bir Oyunun Filmidir, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, 34:2012/2, S. 41

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 2: "UNUTULAN"

Nazım Hikmet'in kayıp ikinci şiiridir "Unutulan" ... Aslında eski baskı kitaplarında bulunan; ancak son yıllarda yapılan bası...