1872’de devlet memuru bir subayın kızı olarak dünyaya geldi. İyi bir eğitim gördü. Birçok ülke gezdi ve bu sayede birçok yabancı dil öğrendi.
19. yüzyılın sonunda
sosyalist düşünceyle tanıştı. Birinci Dünya Savaşı öncesinde özellikle toplumsal
sorunlar ve kadınların özgürleşmesi konularıyla ilgilendi.
Paris’teyken Lenin’le
karşılaştı.
1914’te Almanya’da savaş
karşıtı bir konuşma yüzünden tutuklandı. Zorlu çabalardan sonra 1917’de
Rusya’yageçti. Ekim Devrimi’ne katıldı. Birçok işçi ve kadın toplantısında
konuşmalar ve örgütlenme faaliyetleri yürüttü. Petrograd’ta dört bin çamaşırcı
kadının gevinin örgütlenmesinde öncü rol oynadı. Aynı dönemde Kerenski Hükümeti tarafından
tutuklandı. Gorki ve Krassşn’in çabalarıyla, kefaletle serbest kaldı. Yasağa
karşın “Kadın İşçiler Konferansı’nın Önündeki Görevler” adlı makalesini
Pravda’da yayımladı.6 Kasım’ı 7 Kasım’a bağlayan ayaklanma gecesini Smolny’deki
ayaklanma karargahında geçirdi.
Sovyetlerin İkinci
Kongresinde Halk Komiserleri ilk meclisinde devletin sosyal yardımla görevli
halk komiserliğine getirildi.
Çocuklara süt dağıtılmasından kreşler ve çocuk yuvaları açılmasına kadar bir dizi konuda mücadele etti. Analığın Korunması’na ilişkin yasayı kaleme aldı. Evlilik Yasası’na ilişkin ilk tasarı ondan geldi.
"Büyük aşk kaderin az
rastlanır bir armağanıdır ve az sayıda şanslı insan tarafından
paylaşılmaktadır… Büyük aşkın tüm insanlığın mirası olabilmesi için sevginin
ruhu soysuzlaştıran okulundan geçilmelidir. Açık havaya çıkmak için yasak
kapıyı hızla açmak, cinsler arasında sevgi dolu, içtenlikli ve bunun sonucunda
daha mutlu ilişkilerin yolunu bulmak, ancak insan ruhundaki temel
değişikliklerle, sevme gücünün zenginleşmesiyle olanaklıdır ki bu kaçınılmaz
biçimde sosyo-ekonomik ilişkilerin dönüşümünü öngörür…"
Kollontai bunu 1918’de
çıkan “Yeni Ahlak ve İşçi Sınıfı” adlı broşüründe yazıyordu. Cinsler arasında özlenen mutlu ilişkinin
alışılmadık devrimci portresini ise şöyle çiziyordu: “Legal evlilik aynı ölçüde
yalana dayalı iki temel üzerinde yükselir: Bir tarafta evliliğin çözülmezliği,
öteki tarafta mülkiyete ilişkin düşünüş, yani eşlerden birinin ötekine bölünmez
aidiyeti… Ama evlilik birliğinin üçüncü biçimde, özgür yaşam ortaklığında da
karanlık olan birçok nokta var… ‘Büyük Aşk’ temelinde kurulu evlilikte
unutmamamız gereken, bu ‘Büyük Aşk’ın kaderin az rastlanır bir armağanı olması
ve az sayıda talihli tarafından paylaşılmasıdır. Parlayan renklerle gri
varlığımızı süsleyen güçlü büyücü ‘Büyük Aşk’, sihirli değneğini cimrice
kullanır ve insan yüreklerini birbirinden esirger. Milyonlarca insan, onları
büyüleyecek ateşin mutlak kudretini yaşayamaz. Bu mirastan yoksun kalanlar, bu
talihsizler ne yapacaklardır?”
1910’lu yıllarda
yayımlanan “Cinsel Kriz” adlı psiko-sosyolojik kitabında şu yolu önerir: ‘Büyük
Aşk’’ın olmadığı yerde bu boşluk ‘aşk oyunları’yla doldurulacaktır. Büyük aşkın
tüm insanlığın mirası olabilmesi için sevginin ruhu soysuzlaştıran okulundan
geçilmelidir. ‘Aşk oyunu’ sevme gücünü insan ruhunda biriktirme olanağı sunan
bir okuldur. “Elbette burada tanımlanan, bugün çok başka anlamda kullanılan
‘teknik terim’den tümüyle farklı, yepyeni bir ruh-gövde bütünlüğüdür.
Hikâyelerden Süzülen bir yaşam
Kollantai’nin
hikâyelerinin kahramanlarını pozitif anlamda kadınlar oluşturuyor. Bir kadın;
ama özellikle komünist bir kadın olarak, kadın duyarlılığı, kadının düşünüş
biçimi ve davranış örüntülerini yansıtması bakımından olağanüstü bir anlatım
yeteneğine sahip olduğu rahatlıkla söylenebilir. Özellikle öykülerindeki
psikolojik çözümleme ve diyaloglar, yaşam deneyimlerine ve gözlem yeteneğine
dayandığından hiç de yabancısı olmadığımız insani ilişkiler dünyasının
kapılarını aralarken gerçeklik duygusunu asla yitirmez.
Kimi feminist çevrelerce
öne çıkarılan yazar, feminizmle arasında kalın çizgiler çizmiştir. Öykülerinden
bile bunu çıkarmak güç değildir. Ki öykülerindeki karakterlerin her biri emekçi
birer kadındır. Bununla beraber komünist kişilikleri ve örgütlü kimlikleriyle
de farklılaşıyorlar. Dolayısıyla öykülerini okurken devrimci kadın – erkek
ilişkilerine yapıcı bir eleştirel yaklaşım geliştirdiğini söylemek de yanlış
olmaz.
Yaşamı boyunca “evlilik”
ve “aşk” üzerine bir dizi deneme yazan Kollantai’nin öykülerinde anlattığı
kadın karakterler, devrim davasına sonuna kadar bağlı, küçük burjuva alışkanlık
ve bağımlılıklardan uzak; ama en çok da değer yargıları bakımından geçmişin
gerici birikimiyle amansız bir savaşım içindeler.
Trajik(?) sonla,
genellikle ayrılıklarla, biten bu öykülerde kadın –erkek ayırımı ilk elde
cinsiyete dayalı bir ayırım olarak algılansa da bu büyük bir yanılgı olur! Esas
ayırım, yani öyküdeki kadın ve erkek karakterler arasında ortaya çıkan ayrılık
vb. krizler, söz konusu kahramanların karakterlerinde bir parçalanma ve
farklılaşma olarak beliriyor.
Gündelik yaşamda olduğu
gibi... İlk elde salt biçimsel olarak görünen değişimlerle başlayan kopuş
süreçleri esasen bir karakter, duruş ve bakış açısı farklılaşmasını anlatmaz mı
zaten?
İnsan bilinçli bir varlıktır; dolayısıyla
eylem ve edimleri, yaşam deneyimleri ışığında şekillenir. “An”lara
doldurduğumuz soluksuz yaşantılarımızın kendileri, ömrümüzü adayacağımız
adımlara vesile olabilir mi? Düşüncelerimizi perdelemiyorsak, düşünmekten
kaçınmıyorsak; adımlarımız ve yaşadığımız “an”lar gri bir belirsizlik bulutunun
ardına gizlenmiyorsa elbette bu soruya rahatlıkla “evet” yanıtını verebiliriz.
“Beraberlik” in
açılımlarını aşk veya sevgi olarak kabul edelim. Birliktelikleri eskiye göre
(tekilliğe göre) daha gelişkin bir varlık biçimi kabul edersek böylesi varlık
koşullarının, tıpkı toprak-tohum birlikteliğinde olduğu gibi, “eski” ve
birbirinden bağımsız tekil varlık koşullarından farklı ve “gelişkin” olarak
“yeni” ve üst” bir form yarattığını söyleyebiliriz. Bunlar arasında ihtiyaç,
zorunluluk ve fizyolojik bir dizi bağdan da söz edebiliriz... (Buradaki
“gelişkinliği”, “kendinde” bir gelişkinlik olarak değerlendirmediğimizi
unutmayalım. Toplumsal varlık koşullarında, her birlikteliği “olumlu” algılamak
ya da gelişkin kabul etmek safsatadan başka bir şey olmaz! Çünkü insan
etkinlikleri asla kendinden menkul bir formda kalamaz, dolayısıyla davranışlarımızın
değer ölçütünü, onların neye hizmet ettiği, hangi hedeflere yöneldiği ya da
nasıl amaçlar yarattığı da belirler.)
Sözü fazla dolandırmadan
birlikteliğin karşıtı olan “ayrılık”a dair de birkaç kelam edelim: Ayrılık,
nesnelerden birinin, “öteki”nin (sonradan “öteki”leşmiştir!) görüş alanından
çıkmasıdır. Ama bundan da öte ve aslolarak varlıkların birbirlerinin duyuş, ve
algı alanından çıkmasıdır. Birlikteyken bambaşka bir varlık, varoluş gösteren
unsurların, kendinde ve “öteki”nden farklı olarak devinime girmesidir.
(Ayrılık, çoğu kez biçimsel olarak zuhur etmese de yani zaman ve uzam olarak
bir farklılık belirmese de yukarda söz ettiğimiz duyuş ve algı deformasyonu
bunun varlığına delalet etmeye yeter.)
“Ama siz komünistler,
kadınların ortaklaşalığını getirmek istiyorsunuz, diye bağırıyor tüm burjuvazi
bir ağızdan. Burjuva, kendi karısını dahi, salt bir üretim aracı olarak
görüyor…
Burjuvalarımız kendi
proleterlerinin karılarını ve kızlarını ellerinin altında bulundurmakla
yetinmiyorlar, resmi fuhuşu bir yana bırakırsak, birbirlerinin karılarını
baştan çıkarmaktan da büyük zevk duyuyorlar. Burjuva evlilik, gerçekte, evli
kadınların ortaklaşalığıdır ve dolayısıyla komünistler, olsa olsa kadınların
ikiyüzlüce gizlenmiş ortaklığı yerine açıkça yasallaştırılmış olanı getirmekle
suçlanabilirler…” (Komünist manifesto, K. Marks, F. Engels, Sol Yayınları, s.
137-138)
Aldatmak
ya da aldanmak
Kollantai’in öyküleri ne
anlatıyor diye sorulsa kuşkusuz tek bir sözcükle yanıt verilebilir: “Aşk”
“Aşk”ı bir doruk olarak
tarif eden Kollantai, bunun vazgeçilmez bir koşulu olarak da başa sevgiyi
yazar. Aslında sevgi, aşkı doğuran bir sebep mi yoksa bir sonuç mudur buna net
bir cevap vermek mümkün değildir. Zaten öteden beri konu üzerine yazılan birçok
yazıda bu sorgulanmıştır. Kollontai’in sözünü ettiği sevgi, temel birtakım
referanslara dayanır. Bu referansların başında da “bilinçli emek” gelir.
Bir düşünce ya da duygu
olsun belli bir birikim üzerinden şekillenir. Birikimlerimiz, deneyimlerimiz
arttıkça, duygu ve düşünce sistematiğimiz de değişir, farklılaşır. Burada
belirleyici olan ise “üretken emeğin” kendisidir. Üretken emek, geçmiş
referansı oluşturacak bir birikim yaratır. Bu da söz konusu düşünce ve
duygularla, bir ilişkinin “gelecek düşünü” cisimleştirmede etken olur.
Kollantai’nin çizdiği
ilişkilerde geçmiş referansları güçlüdür. Zaten ilişkilerin öznelerini
sarmalayan esas birikimler de bunlardır. Ama bunların yeniden yeniden ve daha
gelişkin biçimde üretilememesi, ilişkilerde yaşanan krizlerin esas kaynağını
oluşturur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler