Adnan Yücel 27 Mart 1953 tarihinde Elazığ’da doğar. Diyarbakır Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümünü bitirir. Bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra Çukurova Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalışır. “Ter Şiirleri” başlıklı ilk şiirleri “Yeni Adımlar” dergisinin 24.12.1974 tarihli sayısında çıkmıştır. İlk şiir kitabı “Kavgalara Sözlenen Sevda” 1979’da yayınlanır.
“On yaşında
büyürse insan
Alın terini
yerse damla damla
Ve on beşinde
Çekerse elli
beş yaşın çilesini
Böyle olur işte
İsyan bıçağı
yapar
Saplar
kahpeliklere sesini
(Kavgalara Sözlenen Sevda)
Adnan Yücel’in
ilk şiirlerinde bireysel temalar bile
toplumsal bir algı içinde ele alınır. Burada bireyi toplumsal ilişkilerinden
koparmayan diyalektik bir şiir anlayışıyla karşılaşıyoruz. Özellikle geçmiş
yaşantılarından devşirdiği deneyimlerini her daim hayatın olağanca doğallığı ve
diyalektik devinimi içerisinden aktarmıştır.
ACILARA KARŞI
İyi ki silahlanmışız acılara karşı
Türküsüz çıkmamışız yollara
Ekmekten ve gömlekten önce
Aşk
Ve sevinç doldurmuşuz koynumuza
İyi ki koparmamışız çiçekleri
Sevgiyi öfkesiz takmışız yakamıza
Hani ağlamasın diye başaklar
Yüreğimizi biçerek çıktık tarlalardan
Şimdi yürümek zamanıdır dedik
Yepyeni sonsuzluklara
Yepyeni güzelliklere doğru
Meğer
Ne çok düşmanı varmış güzelliğin
Öyle uzak öyle uzak ki sabahlar
Ne hayalden geliyor sesi
Ne düşten
Bir demet çaresizlik olmuş her sabah
İntihar karşılığı toplanıyor güneşten
Ey acılara tat veren güzellik
Yüreğimize hoş geldin
Geldin de
Çiçekli dallara döndürdün öfkemizi
Artık ister dolu yağsın ömrümüze
İsterse kar
Biz ki bildikten sonra sevmeyi
Bütün sabahlar
Acı renginde olsa ne çıkar (Bir Özlem Bir türkü, s. 7)
Onun şiirini
sadece okudukları yazdıkları değil bunlar kadar ve belki de hepsinden çok
yaşadıkları biçimlendirir. Anadolu insanını ve bu coğrafyanın yapısını daha
çocuk yaşlarda tanımaya başlar. Ama hep bir merak ve bitmek tükenmek bilmez bir
sorgulayıcıdır o. Şiirlerinde de bu gelişimin izlerine rastlarız. Mesela “türküler” önemli bir yer tutar
dizelerinde. Belli ki çocukluğunda dinlediği bu Anadolu türküleri onu şiirle
buluşmasına da önayak olmuştur. Bazen bir özlem ifadesi, bazen saflık, bazen de
bir meydan okumadır türküler…
“Aysız
akşamlarda kimse ağlamasın
Kimse yanmasın
Gülmek
Yitirilmiş bir
türküdür bazen”
“Türküler ki damla damla
Süzülüp anaların gözlerinden
Acı makamında çalgısız bestelenir…
Nasıl da kaldık
böyle uzaklarda
Anam anam
Otursam taş
Yürüsem beton
bu yerler
Ne olur şimdi
sanki
Binsem
türkülerin kanatlarına
Uçup yanına
konsam
Bir çocuk denli
rahat ve sıcak
Başımı
dizlerine koysam
Ağlasam ağlasam
Gözlerinde
unutsam geçen yılları
Dizlerinde
uyuyakalsam (Bir Özlem Bir türkü, “Geriye Kalan” s. 60)
***
Adnan Yücel’in yaşamındaki sancılı süreçler aslında ülkemizin de geçtiği keskin virajların izdüşümüdür. Onun yaşamındaki en önemli süreci “özgürlüğe sevdalanma” olarak tarif edebiliriz. Mücadeleci yönü neredeyse her şiirde belli simgelerle ifadesini bulur. Bu direngenliğin kaynağı elbette yaşanmışlıklardır. Çocukluğundan kalan bir anısını, ilk mahpusluğunu anlatan şiiri, hem kitaplara verdiği değeri hem de toplumda yaratılmış kitap algısına eleştiriler yöneltir:
OCAKTA KİTAP
Susmuştu
zamanın çılgın öfkesi
Sürgün bitmiş
rüzgar salınmıştı
Vakitlerden bir
sabah
Kapınız kırıla
kırıla çalınmıştı
Anam anam güzel
anam
Kitapta cahil
Toprakta bilgin
anam
Kayısılar da
yeni kızarmıştı
Mutluluk adına
söylenen şarkılar
Sabah
düşmanlığında suç sayılmıştı
Ben düşmüşüm
kasaba yollarına
Yaşım çocuk
başım çocuk
İki yanımda iki
insan iki silah
Anam arkamda
bir gözyaşı seli
Arkamsa dağlar
yıkan bir ah
Ağlamasın diye
dalda kayısı
Ve yeniden
kırılmasın diye kapılar
Kırılmış
kanatları kitapların
Nehirler
dizilmiş ocak başına
Denizler
dalgalar dizilmiş
Anam bakmış
kitaplara
kitaplar bakmış
anama
Odun dese çalı
çırpı dese değil
Kömür dese
tezek dese hiç değil
Anam anam güzel
anam
Kitapta cahil
Toprakta bilgin
anam
Kendi
gözlerinde yaş
Kitapların
gözlerinde kan
Puhur dediğimiz
o kerpiç bacadan
Gün boyu alev
alev
Bir çağın
yüreği savrulmuş durmadan
(Acıya Kurşun
İşlemez, s. 38)
İçimde kül kalabalığı bir isyan
Beni anlatacak kadar
Kalabalık değil daha bu
sokaklar
***
Binlerce
kıvılcım yanıyor ağaçlarda
Dağları göğsüme
dolduran rüzgâr
Akşamın
sislerini dağıtıyor saçlarımda
Gelinlikler
içinde uyanan sabah
Tül
dudaklarından öperek kalkıyorum
Şu anda zaman
Çatlamış bir
narçiçeği avuçlarımda
Bir elim
vardiyalarda koşuyor
Bir elim
saraylara çarpıyor durmadan
Saltanatlar
savruluyor yamaçlarımda
Ben yürüdükçe
zaman yürüyor
Kentlerde
kondular koşuyor izimden
Kırlarda
tarlalar sıçrıyor güneşe
Kalemler aşktan
söz ediyor
Okullar koşarak
dağılıyor caddelere
Şaha kalkıyor
fırçalar
Sevginin
savunmasını çiziyor tuvallere
Ben yürüdükçe
zaman yürüyor
Yer altında
yanan kömür
Tornada ağlayan
demir gülüyor
Kapıları
zorlayan ölüm sesleri
Korkuyu
salamıyor yüreğin sularına
Her damlada
pınarlar diriliyor
Bir çocuğun
billur bakışlarında
Yaşamı
değiştirecek dünyalar birikiyor.
Ve çocuklar…
Çocuklar bildiğimiz manada nasıl ki geleceği simgeler Adnan Yücel’in
şiirlerinde de bu yönüyle sık sık çocuklar çıkar karşımıza, bu gelecek tüm
insanlığın ortak ve mutlu geleceğinin simgesidir. Çocukların sevinçleri de
acıları da toplumsal değişimlerimizin sureti gibidir. :
“Ne olur
Gülmeyi
unutmayın çocuklar
Gülmeyi
unutmayın ki
Coşkunuzda
tükenmesin bahar” (Bir Özlem Bir türkü, “Yürürken”, s.36)
…
Öyle bakıp durma gözlerime
Suçlama beni
Montaigne
Varsın
“Erkekler
ağlamaz” desin atalar
Ben bu yargıyı
yıkıyorum
Ve alabildiğine
ağlıyorum
Zamansız koptu
fırtına
Ve ecelsiz ölen
çocuklara
Dolu vurgunu
çiçekler diyorum ((Bir Özlem Bir türkü, “Montaigne’le Ölüm Söyleşileri”, s.47)
Onun şiirleri, evrensel bir duyarlılık da taşır. Sadece yaşadığı coğrafyanın değil, tüm dünyanın acılarıyla kavrulur yüreği. Nerede bir çocuk ağlasa derdi beller bunu. İşte bu anlayıştandır ki mülteci kamplarında ölümle pençeleşen, kurşunlara karşı sapan ve taşlarıyla direnen Filistin’in çocuklarını da unutmaz:
“Çocuklar
koşuyordu göğsümün kırlarında
Gözleri çöl
Bakışları
Kızıldeniz çocuklar
Gecenin sularını
Geçerken
şafağın atları
Binlerce kurşun
sıkıldı göğsüme
Kırıldı rüzgârın
kanatları”
İlk kitaplarında belirgin bir arayış içinde olduğu hissedilir. Bunu bireysel özü ağır basan, yer yer toplumsal temler de taşıyan ancak kişisel algı sınırları içinde kalan dizelerle ifade eder. Bu arayış, soluğunu soluklarına katacak bir “Kutup Yıldızı” arayışıdır, en karanlık ve karamsar anlarda içini ışıtan, yemyeşil bir nefes tazeliğinde…
Ah benim
coşkulu çocukluğum
Bir özlemi
dindirebilmek uğruna
Şiir pınarımı
susuz koyduğum
Nasıl diner
şimdi susuzluğum
Uykusuzluğum
nasıl (Bir Özlem Bir türkü, “Ay Işığında”, s.49)
Yeryüzü Aşkın
Yüzü Oluncaya Dek’te (1986), önceki şiir kitabında anlattığı yalnızlığı
kırmıştır artık. Çoğul konuşan bir söylencedir artık şiir. Zaten Yücel, bu
şiire arayışlarının sonuçlarını aldığını ifade ederek başlar: Orada aşkla
ifadesini bulan bir vuslat gibi tarif edilir bu hal:
“Aşksız ve paramparçaydı yaşam
Bir inancın
yüceliğinde buldum seni
Bir kavganın
güzelliğinde sevdim
Bin kez budadılar
körpe dallarımızı
Bin kez
kırdılar
Yine çiçekteyiz
işte yine meyvedeyiz
Bin kez korkuya
boğdular zamanı
Bin kez
ölümlediler
"Tarihin her anı tanıktır bize
İlk kez bu
topraktan dinlemiştik
Toprak bölünüp
parçalandığı zaman
Çitlerle
çevrilip sınırlandığı zaman
Ve topraklılar
tanrılaşıp
Topraksızlar
köleleştiği zaman
Acının ilk
yangını
O zaman
tutuşmuştu içimizde
Sevginin ilk
yaprağı o zaman solmuş
“Kır çiçekleri”, “yer altı nehirleri”, “rüzgâr”, “yekpare mermer” sözcükleri Adnan yücelin şiirlerinde kendi mücadele yoldaşlarını tarif eden simgelerdi. Kır çiçekleri gibi kış vurgunlarına rağmen kökleriyle yaşama tutunan ve ilkbaharın çağrısıyla yaprak yaprak, çiçek çiçek coşan kır çiçekleri, onlar devrimcilerdi elbette! Darbelere ve işkencelere direnen yaşamı güzelleştirme kavgası veren komünistlerdi… Bu siyasi topluluğun kimlerden teşkil olduğunu, "Adressiz Sorgular" adlı kitaptan anlayabilirsiniz...
***
Sen ki bilirsin kır çiçeklerini
Hangi rüzgar dağıtırsa dağıtsın
Düştükleri yerde yeniden çoğalırlar
Taşlara taşça sorarlar baharı
Toprağa toprakça sorarlar
Koysan sığmazlar saksılara
Dağların öfkesiyle uyanır
Yağmurun sevinciyle dağılırlar
Ve bir gün
Güneşin suları öptüğü zaman
Özgürlük renginde sevgiye açılırlar
Toprağın ilk sancısından beri
Kaç ihanet gördü kır çiçekleri
Kaç güzelliği kurban verdi çığlara
Ne yıllar tükendi ne baharlar
Bitmedi daha sürüyor o kavga
Ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek
Kavga, çoğu kez
çetinleşir. Düşman aman vermez olur. Ama mücadele kesinti kabul etmez. İşte bu
yüzdendir ki düşmanın saldırılarından korunmak için mücadele düşmanın
saldırılarından korunmak için gizli yöntemlere başvurur. Bu mücadele biçimi Marksist-Leninist
parti modelinin gereğidir. İşte bu noktada “Yer altı nehirleri” girer devreye. Yer altı nehirleri bir öznenin tarifi olduğu kadar bu mücadelenin strateji ve taktiklerine de gönderme yapıyordu:
Onlar ki bir yeraltı nehridirler
Her gün bin beladan kurtulur
Bin engelden geçerler
Bazen durulur
Yayılır
Gerinirler
Bazen coşar
Kabarır
Köpürürler
Karalarda görünmeden kimselere
Denizlerde güneşi gösterirler
Okul yolunda bir öğrenci
İş yerinde bir grevcidirler artık
Okunan kitapta
Yazılan defterdedirler
Yükselen bilinçte
Ve eriyen cevherdedirler
Yer altında o nehirler - o nehirler
Yer altında o nehirler... Aslında Marksist-Leninist parti modelinin açık ve gizli örgütlenme biçimlerinden özellikle, ağır baskı koşullarında gizli örgütlenen modellere bir atıf gibi okunabilir.
Devrimci
mücadelede temel uğrak yerlerinden biridir hapishaneler. Şimdilerde neredeyse
her muhalif sesin parmaklıklar ardına gönderildiği bir süreçten geçiyoruz.
Kuşkusuz direniş destanları mayalanmada. Hapishaneler ülkemizde nice destansı
direnişe ev sahipliği yapmıştır. Ama oraya giden yolda, en az onun kadar çetin
sorgu ve işkence süreçleri olmuştur. Yücel burada bize düşman karşısında her
koşulda alnı dik duran, düşmanın bütün insanlık dışı uygulamalarına,
işkencelerine rağmen direnmekten vazgeçmeyen “yekpare mermer” dediği direngen
devrimcileri anlatır. Özellikle 80 sonrası cezaevlerinin dayanılmaz hale gelen
koşullarına ölüm oruçlarıyla direnenleri de duyurma ve onları unutulmaz kılma
çabasına girer:
Tepeden tırnağa maviydi her şey
Kara - kapkara kirli bir mavi
Hele damatlıklar ve gelinlikler
Renklere zulüm bulaştığı bir anda
Yekpare mermer dediler onlara
Nasıl da severler oysa maviyi
Gökyüzü gibi sonsuz
Denizler gibi kusursuz olunca
…
Yekpare mermer dediler adlarına
Bazan kıyılarda çığlıkçığlığa
Bazan doruklarda sessiz
Karanlığın silinişiydiler oysa
Sessizliğin tükenişiydiler
Ve yaşamın anlam kazandığı her anda
Doğanın birdenbire sevilişiydiler
…
Ey bugünden yarınları görenler
Yekpare mermer dediler adınıza
Yekpare mermer
Kavganın kuraklığında denizleşirken
Aşkın sularında sonsuzlaşırken dediler
Gecenin karnında gündüzleşirken
Ölüm oruçlarında şiirleşirken dediler
Ve kuraklığın yetmiş beşinci gününde
Bir filizde bahçeleşirken
Bahçeler dolusu çiçekleşirken dediler
…
Yekpare mermer dediler adınıza
Ki koca bir tarihti sözleriniz
Der ki şimdi her okunuşunda
Dikileceğiz karşısına bu gecenin
Dağlarla - ormanlarla dikileceğiz
Ve asla çekilmeyeceğiz
Sularla birlikte aşıp dağları
Güneşle birlikte yükseleceğiz
Öyle yalansız - öyle içten
Bitinceye dek yürüyeceğiz
Ama hiç bir zaman bitmeyeceğiz
Adnan Yücel, mücadele arkadaşlarıyla
tanıştıktan kısa bir süre sonra 1980 darbesi gerçekleşir. Kendi silahıyla,
şiirleriyle, darbe karşıtlığını açıkça dile getirir. Darbe karşıtlığı şimdilerde
moda olsa da o ateş günlerinde dik durmak yürek istiyordu. O, bu kocaman yüreği
taşıyanlardandı. Sadece eleştirmekle de kalmıyor. Kukla cuntacıları ve onların
hamilerini de deşifre eder. Darbe talimatı Okyanuslar ötesinden destek bulmuş
ve icraya girişilmişti. Her ne kadar “dirlik düzeni sağlamak” gibi kılıflara
büründürülse de dönemin gelişen devrimci hareketini ve işçi sınıfı mücadelesini
yok etmekti asıl amaç. Darbeciler ne kadar kanlı olurlarsa olsunlar, tarihe
destansı direnişlerin notunu düşürecek devrimciler teslim olmamıştır. O bu
derin farkındalığını şiirine kendi dilince aktarmaya çalışır:
Bir düdük çalınacak denilmişti
Bir düdük
Üfürüğü New York'ta Washington'da
Sesi kulaklarımızda bir düdük
Nice güller solacak denilmişti
Nice güller
Kökleri her yerinde dünyanın
Yaprakları bağrımızda nice güller
Ve doğacak olan gün
Daha doğmadan kararacak denilmişti
Hepsi gerçekleşti bir yıldırımla
Bir şey kaldı unutulan
Solan güllerin kökleri yine toprakta
Yine dimdik ve tomurcuğa durmakta
Belki yorgun
Belki yenik
Belki yaralı
Bitmedi daha sürüyor o kavga
Ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek
12 Eylül tüm toplumu ezme harekâtıydı. Ülkemizin belliğinde silinmez izler bırakacak, apolitik, düşünmeyen, sorgulamayan kuşaklar yaratacaktı. Ama en ağır bedeli yine devrimciler ödeyecekti.
Neye baksam tuzaklarda sanki
Neye uzansam uzaklarda
Uykuları kurşunlanan kondular
Tekmesiz açılmayan kapılar
Ve alınıp götürülen umutlar
Turnalar ey turnalar
Yemen'e gerek yok şimdi
Gideni döndürmüyor zindanlar
Analar yine yırtıyor yazmalarını
Kara haberler koşuyor her yerde
Telgraf tellerinde
Haber bültenlerinde
İlk çağların bir uzay çağdaşlığı
Okunuyor yine kan efsanelerinde
…
Yürüdükçe ölümler takılıyor ayaklarımıza
Genç ölümler
Zamansız ölümler
Direnen ve ölümsüzleşen ölümler
Türküler ey türküler
Seferberliğe gerek yok şimdi
Seferberlikten beter olmuş yürekler
…
Gelinlikler şimdi kelepçeli
Düğünler-doğumlar zindanlarda
Bu türküleri hangi sazla çalayım
Hangi sözle söyleyeyim sana
Ölüm kara bir yazgı değil artık
Bembeyaz bir şiirdir koynumuzda
İmgelerin güzelliğinde kan
Bu kanı nasıl okuyayım sana
Nice gurbetler yaşanıyor içimizde
Nice ayrılıklar
Nice yarım yolculuklar
Turnalar ey turnalar-turnalar
Aşka çamurlar sürülüyor her gün
Zamana duvarlar örülüyor
Saksılar yine sulanıyor oysa
Sevgiler yine yeşeriyor
Her şey bir yanılma gibi karanlıkta
Yer üstünde kaçanlar
Yer altında savaşanlar yürüyor
Bu manzaraya dehşet ve öfke ile bakmaktadır. En çok da duyarsızlığa öfkelidir. Bu denli ezilen, hor görülen, ayaklar altına alınan bir toplum tüm bu saldırıları nasıl sessizce kabul ederdi? İsyanı en çok bunadır işte. Sokakları resmettiği bir başka şiirinde insanların duymadığı utancı sokaklara atfederek seslenir:
Baharın çağrısı yetmiyor artık
Enginlerin acısı yetmiyor
Kentlerin kucağında her akşam
Bir ihanet seli sanki duvarlar
Akıp duruyor meyhanelere
Ve durmadan umutsuzluk
Durmadan korku dökülüyor kadehlere
Ne sınırlar ötesi bir özlem
Ne devleşen bir öfkenin sesi
Tek umut diye sunulan yüreklere
Gazetelerde boy boy orospu resimleri
Bir de sportotolar
Ve adım başı piyango biletleri
Ey yürüdükçe çürüyen sokaklar
Gürültüler içinde sessiz
Ve kimsesiz
Korkunun yokuşunu tırmanan sokaklar
Hiç konuşmayın isterseniz
Gizleyin utancınızı
Gizleyin çoğalan fahişeliklerden
Yıkılan onur kalelerinden
Çamur çamur akan
Ve aktıkça kokan bu ihanet selinden
Gizleyin utancınızı gizleyin
Bütün kuyruklarda küfreden
Kuyruklar bitince sesi kesilenlerden
Ekmekleri alınsa bile ellerinden
Her gün açlığa şükredenlerden
Gizleyin utancınızı gizleyin
Bu susturulmuş özgürlük seslerinden
Yine de en büyük öfkesi “devrim” iddiasında olup, savaş meydanını dövüşsüz terk eden kaçkınlaradır, kaldı ki bu teslimiyet içinde direnenler de vardır, Adnan Yücel’in yoldaşları direnmektedir. Onun da asıl meramı bu destansı direnişi anlatmaktır: Bir selam göndermektir direnen yoldaşlarına, mücadelenin her şeye rağmen sürdüğünü anlatmaktır…
Bir kez kırıldı rüzgârın kanatları
Her ölüm bir düş kırıklığı şimdi
Bir güvensizlik belgesi gözlerinizde
Ve ihanetler
Savaşsız çekilen teslim bayrakları
Verilen adresler
Listeler dolusu arkadaş adları
Ve uğrunuzda yıllar boyu ölenler
Ölürken bile durmadan yürüyenler
Az önce yine ölmeye gittiler
…
Burada anlatılan 80 darbesi sonrası sol harekette meydana gelen çözülmenin özetidir. Darbeyi başarıya ulaştıran da muhtemelen bunca karşıt dinamiğe ve örgütlü güce rağmen bir direnme hattının örülememesi olmuştur. Bu yüzden savaşsız çekilmiştir teslim bayrakları.. Tablo adeta bir teslimiyet halidir ve şairde tarifsiz bir düş kırıklığı yaratmıştır.
Nasıl vurulursa vurulsun mühürler
Bir selamımız var bugünün yarınına
Bir selamımız
Belki yenik-belki ihanet yorgunu
Ama soluklu
Belki adım adım-belki dura dura
Ama umutlu
Başka nasıl çıkılır
Nasıl tarihin karşısına
Bu teslimiyet ortamına rağmen "bir selamımız var bugünün yarınına" diyerek aslında her şeyin bitmediğini müjdeler. Çünkü az da olsa bir avuç da olsa direnenler vardır! İşte onlar da "bir avuç" kır çiçeğinden başka bir şey değildir. Devrimci mücadelenin onuru bu bir avuç devrimcinin omuzundadır!
Şu anda gözleri bağlı bir karanlıkta
Belki susulacak
Hiç konuşmadan yaşam savunulacak
Belki de bir zaman usta bilinenler
Çıraklardan önce adlar sayacak
Kurumuş otlar arasında güller gibi
Evlerde umutlar yandı yanacak
***
Bu direnmenin ilk ayağını elbette işkencehaneler oluşturacaktır. "Hiç konuşulmadan", arkadaşlarının
ismini vermeden direnen devrimciler, umudun tek adresidir
Kalabalık cehennemi bu yalnızlıkta
Yalnızca direnmeler suluyor çiçekleri
Yalnızca gerilemeyen adımlar besliyor
Ey yüreğe yaslanan güzellik
Sen ki anlarsın
Pınarların en susuzunda bile
Bir damlada denizlere dalarsın
***
İşte ihanet tutanakları işte biz
Kaç kez küllediler bu toprakları
Kaç kez kurakladılar
Yine denizlerdeyiz işte
Yine okyanuslardayız
İnançlarda şahlanan deli bir rüzgâr
Öpüyor gönlümüzün altın sahillerini
Yılmayan gözler dikiliyor ufuklara
Okuyorlar birer birer
Dayanmanın bitimsiz şiirlerini
Yücel'in şiirlerini okurken devrimci Bulgar şiirinin ölümsüz sesi Nikola Vaptsarov'u da anmalıyım.
Ki evrensel bir mücadele sesi olarak ikisinin buluştuğu pek çok mecra vardır aslında. Mesela;
İnanç adlı şiirinde yine böylesine bir inancı okuruz onda da. Sanki aynı sesin farklı tınılarını duyarız.
İnanç
İnancım
zırhla kaplıdır göğsümde
ve bu zırha işleyecek
kurşun
icat edilmemiştir, henüz!
icat edilmemiştir. (N. Vaptsarov, Çev. E. Alova)
Aynı sesi farklı bir tınada duyabilirsiniz aşağıdaki dizelerde...
Bir bir çekilirken teslim bayrakları
Ve kaçmalarla uzarken
Göçmelerle tozarken Avrupa yolları
Durdu bir avuç yiğit
Bir tutam kır çiçeği
Ölüm dediğiniz de ne ki
Gözümüzde hainler kadar küçük
Ve zafere inancımız
Ölümsüzleşen ölümler kadar büyük
Onlar ki bir ayrıkotu tarlasında
Bir tutam çiçektiler
Binlerce ihanet çirkinliğinde
Bir avuç direnci güzellediler
Hiç bir şey bitmemişti daha
Gülerek girdiler zulüm tufanına
Ölerek girdiler
Ve en dayanılmazında tufanların
Adlarını bile söylemediler
Yine 12 Eylül
darbesini takip eden günlerde destansı direnişler de sergilenir. Bu
direnişlerin mimarları yine Adnan Yücel’in yoldaşlarıdır. Bir anda bıçakla
kesilmiş gibi susturulan devrimci hareket tamamen bitirilememiştir. İşte
“Gelenek Tohumu” adlı şiirinde bu direnişi ölümsüzleştirir, bu sefer zindanlardan sokaklara yönelir algısı. Sokakta bir direniş abidesinin yükselişine an be an tanık olmuş gibidir:
Sokaklar
kanarken içten içe kimsesiz
Kentler
ağlarken ve ihanet tortularıyla kirlenirken deniz
Yürüyordu
soluğu rüzgar bir adam
Her adımda bir
geleceği kucaklarken gibi
Sonsuz ışıklar
taşıyordu ufuklardan
Yağmurda toprak
kokusuydu bakışları
Yüreğinde
kanatlanmış bir heyecan
Yükseliyordu
sevginin gökyüzüne
İnancı
çicekleyen eylem doruklarından
Bu sessizliğe
bir çığlık gerek diyordu
Korkunun
yüreğine korkular saracak
Ölümleri çaresiz kılacak
Bir çığlık
Bir geleneği
tohum tohum ekip toprağa
Enginleri
baştan sona saracak bir çığlık
….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler