15 Şubat 2024 Perşembe

ADNAN YÜCEL ŞİİRİNDE İMGESEL BİR SERÜVEN

Adnan Yücel 27 Mart 1953 tarihinde Elazığ’da doğar. Diyarbakır Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümünü bitirir. Bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra Çukurova Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalışır. “Ter Şiirleri” başlıklı ilk şiirleri  “Yeni Adımlar” dergisinin 24.12.1974 tarihli sayısında çıkmıştır. İlk şiir kitabı “Kavgalara Sözlenen Sevda” 1979’da yayınlanır. 

“On yaşında büyürse insan
Alın terini yerse damla damla
Ve on beşinde
Çekerse elli beş yaşın çilesini
Böyle olur işte
İsyan bıçağı yapar
Saplar kahpeliklere sesini 

(Kavgalara Sözlenen Sevda)

Adnan Yücel’in ilk şiirlerinde bireysel temalar bile toplumsal bir algı içinde ele alınır. Burada bireyi toplumsal ilişkilerinden koparmayan diyalektik bir şiir anlayışıyla karşılaşıyoruz. Özellikle geçmiş yaşantılarından devşirdiği deneyimlerini her daim hayatın olağanca doğallığı ve diyalektik devinimi içerisinden aktarmıştır. Daha ilk kitabında sosyalist kimliğinin yansımalarını, işçi sınıfından, ezilenden yana tutumunu açıkça ortaya koyar:

 

ACILARA KARŞI

İyi ki silahlanmışız acılara karşı

Türküsüz çıkmamışız yollara

Ekmekten ve gömlekten önce

Aşk

Ve sevinç doldurmuşuz koynumuza

İyi ki koparmamışız çiçekleri

Sevgiyi öfkesiz takmışız yakamıza

 

Hani ağlamasın diye başaklar

Yüreğimizi biçerek çıktık tarlalardan

Şimdi yürümek zamanıdır dedik

Yepyeni sonsuzluklara

Yepyeni güzelliklere doğru

Meğer

Ne çok düşmanı varmış güzelliğin

 

Öyle uzak öyle uzak ki sabahlar

Ne hayalden geliyor sesi

Ne düşten

Bir demet çaresizlik olmuş her sabah

İntihar karşılığı toplanıyor güneşten

 

Ey acılara tat veren güzellik

Yüreğimize hoş geldin

Geldin de

Çiçekli dallara döndürdün öfkemizi

Artık ister dolu yağsın ömrümüze

İsterse kar

Biz ki bildikten sonra sevmeyi

Bütün sabahlar

Acı renginde olsa ne çıkar (Bir Özlem Bir türkü, s. 7)

 

Onun şiirini sadece okudukları yazdıkları değil bunlar kadar ve belki de hepsinden çok yaşadıkları biçimlendirir. Anadolu insanını ve bu coğrafyanın yapısını daha çocuk yaşlarda tanımaya başlar. Ama hep bir merak ve bitmek tükenmek bilmez bir sorgulayıcıdır o. Şiirlerinde de bu gelişimin izlerine rastlarız. Mesela “türküler” önemli bir yer tutar dizelerinde. Belli ki çocukluğunda dinlediği bu Anadolu türküleri onu şiirle buluşmasına da önayak olmuştur. Bazen bir özlem ifadesi, bazen saflık, bazen de bir meydan okumadır türküler…

 

“Aysız akşamlarda kimse ağlamasın

Kimse yanmasın

Gülmek

Yitirilmiş bir türküdür bazen”

 ***

“Türküler ki damla damla

Süzülüp anaların gözlerinden

Acı makamında çalgısız bestelenir…

 

Nasıl da kaldık böyle uzaklarda

Anam anam

Otursam taş

Yürüsem beton bu yerler

Ne olur şimdi sanki

Binsem türkülerin kanatlarına

Uçup yanına konsam

Bir çocuk denli rahat ve sıcak

Başımı dizlerine koysam

Ağlasam ağlasam

Gözlerinde unutsam geçen yılları

Dizlerinde uyuyakalsam (Bir Özlem Bir türkü, “Geriye Kalan” s. 60)

 

***

Adnan Yücel’in yaşamındaki sancılı süreçler aslında ülkemizin de geçtiği keskin virajların izdüşümüdür. Onun yaşamındaki en önemli süreci “özgürlüğe sevdalanma” olarak tarif edebiliriz. Mücadeleci yönü neredeyse her şiirde belli simgelerle ifadesini bulur.  Bu direngenliğin kaynağı elbette yaşanmışlıklardır. Çocukluğundan kalan bir anısını, ilk mahpusluğunu anlatan şiiri, hem kitaplara verdiği değeri hem de toplumda yaratılmış kitap algısına eleştiriler yöneltir:

 

OCAKTA KİTAP

Susmuştu zamanın çılgın öfkesi

Sürgün bitmiş rüzgar salınmıştı

Vakitlerden bir sabah

Kapınız kırıla kırıla çalınmıştı

Anam anam güzel anam

Kitapta cahil

Toprakta bilgin anam

Kayısılar da yeni kızarmıştı

Mutluluk adına söylenen şarkılar

Sabah düşmanlığında suç sayılmıştı

 

Ben düşmüşüm kasaba yollarına

Yaşım çocuk başım çocuk

İki yanımda iki insan iki silah

Anam arkamda bir gözyaşı seli

Arkamsa dağlar yıkan bir ah

 

Ağlamasın diye dalda kayısı

Ve yeniden kırılmasın diye kapılar

Kırılmış kanatları kitapların

Nehirler dizilmiş ocak başına

Denizler dalgalar dizilmiş

Anam bakmış kitaplara

kitaplar bakmış anama

Odun dese çalı çırpı dese değil

Kömür dese tezek dese hiç değil

Anam anam güzel anam

Kitapta cahil

Toprakta bilgin anam

Kendi gözlerinde yaş

Kitapların gözlerinde kan

Puhur dediğimiz o kerpiç bacadan

Gün boyu alev alev

Bir çağın yüreği savrulmuş durmadan

(Acıya Kurşun İşlemez, s. 38)

 Birçok şiirinde aydınlığa, aydınlanmaya vurgu yapar Yücel. “Kül Kalabalığı” şiirinde bu anlamda bir ateş yakma çabasını anlatır. Sonra bir betimleme ile yaşanılan “an”ı anlatır. Bir değişimi beklemektedir; ama henüz zamanı gelmemiştir. İşte bu an içinde kendini değişimin öznesi olarak görür:

 Kar yağıyor yaktığım ateşlere

İçimde kül kalabalığı bir isyan

Beni anlatacak kadar

Kalabalık değil daha bu sokaklar

***

Binlerce kıvılcım yanıyor ağaçlarda

Dağları göğsüme dolduran rüzgâr

Akşamın sislerini dağıtıyor saçlarımda

Gelinlikler içinde uyanan sabah

Tül dudaklarından öperek kalkıyorum

Şu anda zaman

Çatlamış bir narçiçeği avuçlarımda

Bir elim vardiyalarda koşuyor

Bir elim saraylara çarpıyor durmadan

Saltanatlar savruluyor yamaçlarımda

Ben yürüdükçe zaman yürüyor

Kentlerde kondular koşuyor izimden

Kırlarda tarlalar sıçrıyor güneşe

Kalemler aşktan söz ediyor

Okullar koşarak dağılıyor caddelere

Şaha kalkıyor fırçalar

Sevginin savunmasını çiziyor tuvallere

 

Ben yürüdükçe zaman yürüyor

Yer altında yanan kömür

Tornada ağlayan demir gülüyor

Kapıları zorlayan ölüm sesleri

Korkuyu salamıyor yüreğin sularına

Her damlada pınarlar diriliyor

Bir çocuğun billur bakışlarında

Yaşamı değiştirecek dünyalar birikiyor.


Ve çocuklar… Çocuklar bildiğimiz manada nasıl ki geleceği simgeler Adnan Yücel’in şiirlerinde de bu yönüyle sık sık çocuklar çıkar karşımıza, bu gelecek tüm insanlığın ortak ve mutlu geleceğinin simgesidir. Çocukların sevinçleri de acıları da toplumsal değişimlerimizin sureti gibidir. :

 

“Ne olur

Gülmeyi unutmayın çocuklar

Gülmeyi unutmayın ki

Coşkunuzda tükenmesin bahar” (Bir Özlem Bir türkü, “Yürürken”, s.36)

Öyle bakıp durma gözlerime

Suçlama beni Montaigne

Varsın

“Erkekler ağlamaz” desin atalar

Ben bu yargıyı yıkıyorum

Ve alabildiğine ağlıyorum

Zamansız koptu fırtına

Ve ecelsiz ölen çocuklara

Dolu vurgunu çiçekler diyorum ((Bir Özlem Bir türkü, “Montaigne’le Ölüm Söyleşileri”, s.47)

  

Onun şiirleri, evrensel bir duyarlılık da taşır. Sadece yaşadığı coğrafyanın değil, tüm dünyanın acılarıyla kavrulur yüreği. Nerede bir çocuk ağlasa derdi beller bunu. İşte bu anlayıştandır ki mülteci kamplarında ölümle pençeleşen, kurşunlara karşı sapan ve taşlarıyla direnen Filistin’in çocuklarını da unutmaz:

 

“Çocuklar koşuyordu göğsümün kırlarında

Gözleri çöl

Bakışları Kızıldeniz çocuklar

Gecenin sularını

Geçerken şafağın atları

Binlerce kurşun sıkıldı göğsüme

Kırıldı rüzgârın kanatları”

 ***

İlk kitaplarında belirgin bir arayış içinde olduğu hissedilir. Bunu bireysel özü ağır basan, yer yer toplumsal temler de taşıyan ancak kişisel algı sınırları içinde kalan dizelerle ifade eder. Bu arayış, soluğunu soluklarına katacak bir “Kutup Yıldızı” arayışıdır, en karanlık ve karamsar anlarda içini ışıtan, yemyeşil bir nefes tazeliğinde… 

Ah benim coşkulu çocukluğum

Bir özlemi dindirebilmek uğruna

Şiir pınarımı susuz koyduğum

Nasıl diner şimdi susuzluğum

Uykusuzluğum nasıl (Bir Özlem Bir türkü, “Ay Işığında”, s.49)

 

Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’te (1986), önceki şiir kitabında anlattığı yalnızlığı kırmıştır artık. Çoğul konuşan bir söylencedir artık şiir. Zaten Yücel, bu şiire arayışlarının sonuçlarını aldığını ifade ederek başlar: Orada aşkla ifadesini bulan bir vuslat gibi tarif edilir bu hal:

 

 “Aşksız ve paramparçaydı yaşam

Bir inancın yüceliğinde buldum seni

Bir kavganın güzelliğinde sevdim

Bin kez budadılar körpe dallarımızı

Bin kez kırdılar

Yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz

Bin kez korkuya boğdular zamanı

Bin kez ölümlediler

Yine doğumdayız işte yine sevinçteyiz” (Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek )

“İnancın yüceliğinde” ve “kavganın güzelliğinde” bulunan neydi? “Siz ki anlardınız aşkın dilinden…/ Şiirlerde türkülerde tanımıştım” dedikleri ve 12 Eylül darbesine karşı direnmeyi bir ilke düzeyinde kabul eden “kır çiçekleri” ve “yer altı nehirleriydi” elbette. Kuşkusuz bunlar da birer simgeydi. Özellikle 80 darbesine karşı direnme kararı alan bir hareketin temsilcilerine göndermeler. Oldukça güçlü bir ses yakaladığı aşikâr olan bu nehir şiirde, “kavga” ve sosyalizm mücadelesi, sınıflı toplumların evrimi, toplumsal dönüşümle birlikte ele alınarak günümüze kadarki değişimleriyle anlatılır. Bu eserinde “biz” in sesini yakalamış bir Adnan Yücel’le yüz yüze geliyoruz:

"Tarihin her anı tanıktır bize

İlk kez bu topraktan dinlemiştik

Toprak bölünüp parçalandığı zaman

Çitlerle çevrilip sınırlandığı zaman

Ve topraklılar tanrılaşıp

Topraksızlar köleleştiği zaman

Acının ilk yangını

O zaman tutuşmuştu içimizde

Sevginin ilk yaprağı o zaman solmuş

O zaman kurumuştu ellerimizde" (Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek, s. 10)

“Kır çiçekleri”, “yer altı nehirleri”, “rüzgâr”, “yekpare mermer” sözcükleri Adnan yücelin şiirlerinde kendi mücadele yoldaşlarını tarif eden simgelerdi. Kır çiçekleri gibi kış vurgunlarına rağmen kökleriyle yaşama tutunan ve ilkbaharın çağrısıyla yaprak yaprak, çiçek çiçek coşan kır çiçekleri, onlar devrimcilerdi elbette! Darbelere ve işkencelere direnen yaşamı güzelleştirme kavgası veren komünistlerdi… Bu siyasi topluluğun kimlerden teşkil olduğunu, "Adressiz Sorgular" adlı kitaptan anlayabilirsiniz... 

***

Sen ki bilirsin kır çiçeklerini

Hangi rüzgar dağıtırsa dağıtsın
Düştükleri yerde yeniden çoğalırlar
Taşlara taşça sorarlar baharı
Toprağa toprakça sorarlar
Koysan sığmazlar saksılara
Dağların öfkesiyle uyanır
Yağmurun sevinciyle dağılırlar
Ve bir gün
Güneşin suları öptüğü zaman
Özgürlük renginde sevgiye açılırlar

 ***

Toprağın ilk sancısından beri
Kaç ihanet gördü kır çiçekleri
Kaç güzelliği kurban verdi çığlara
Ne yıllar tükendi ne baharlar
Bitmedi daha sürüyor o kavga
Ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek 

                                                                                              

Kavga, çoğu kez çetinleşir. Düşman aman vermez olur. Ama mücadele kesinti kabul etmez. İşte bu yüzdendir ki düşmanın saldırılarından korunmak için mücadele düşmanın saldırılarından korunmak için gizli yöntemlere başvurur. Bu mücadele biçimi Marksist-Leninist parti modelinin gereğidir. İşte bu noktada “Yer altı nehirleri” girer devreye. Yer altı nehirleri bir öznenin tarifi olduğu kadar bu mücadelenin strateji ve taktiklerine de gönderme yapıyordu:

 

Onlar ki bir yeraltı nehridirler
Her gün bin beladan kurtulur
Bin engelden geçerler
Bazen durulur
Yayılır
Gerinirler
Bazen coşar
Kabarır
Köpürürler
Karalarda görünmeden kimselere
Denizlerde güneşi gösterirler
Okul yolunda bir öğrenci
İş yerinde bir grevcidirler artık
Okunan kitapta
Yazılan defterdedirler
Yükselen bilinçte
Ve eriyen cevherdedirler
Yer altında o nehirler - o nehirler

 

Yer altında o nehirler... Aslında Marksist-Leninist parti modelinin açık ve gizli örgütlenme biçimlerinden özellikle, ağır baskı koşullarında gizli örgütlenen modellere bir atıf gibi okunabilir. 

Devrimci mücadelede temel uğrak yerlerinden biridir hapishaneler. Şimdilerde neredeyse her muhalif sesin parmaklıklar ardına gönderildiği bir süreçten geçiyoruz. Kuşkusuz direniş destanları mayalanmada. Hapishaneler ülkemizde nice destansı direnişe ev sahipliği yapmıştır. Ama oraya giden yolda, en az onun kadar çetin sorgu ve işkence süreçleri olmuştur. Yücel burada bize düşman karşısında her koşulda alnı dik duran, düşmanın bütün insanlık dışı uygulamalarına, işkencelerine rağmen direnmekten vazgeçmeyen “yekpare mermer” dediği direngen devrimcileri anlatır. Özellikle 80 sonrası cezaevlerinin dayanılmaz hale gelen koşullarına ölüm oruçlarıyla direnenleri de duyurma ve onları unutulmaz kılma çabasına girer:

 

Tepeden tırnağa maviydi her şey
Kara - kapkara kirli bir mavi
Hele damatlıklar ve gelinlikler
Renklere zulüm bulaştığı bir anda
Yekpare mermer dediler onlara
Nasıl da severler oysa maviyi
Gökyüzü gibi sonsuz
Denizler gibi kusursuz olunca

Yekpare mermer dediler adlarına
Bazan kıyılarda çığlıkçığlığa
Bazan doruklarda sessiz
Karanlığın silinişiydiler oysa
Sessizliğin tükenişiydiler
Ve yaşamın anlam kazandığı her anda
Doğanın birdenbire sevilişiydiler

Ey bugünden yarınları görenler
Yekpare mermer dediler adınıza
Yekpare mermer
Kavganın kuraklığında denizleşirken
Aşkın sularında sonsuzlaşırken dediler
Gecenin karnında gündüzleşirken
Ölüm oruçlarında şiirleşirken dediler
Ve kuraklığın yetmiş beşinci gününde
Bir filizde bahçeleşirken
Bahçeler dolusu çiçekleşirken dediler

Yekpare mermer dediler adınıza
Ki koca bir tarihti sözleriniz
Der ki şimdi her okunuşunda
Dikileceğiz karşısına bu gecenin
Dağlarla - ormanlarla dikileceğiz
Ve asla çekilmeyeceğiz
Sularla birlikte aşıp dağları
Güneşle birlikte yükseleceğiz
Öyle yalansız - öyle içten
Bitinceye dek yürüyeceğiz
Ama hiç bir zaman bitmeyeceğiz

 

 Adnan Yücel, mücadele arkadaşlarıyla tanıştıktan kısa bir süre sonra 1980 darbesi gerçekleşir. Kendi silahıyla, şiirleriyle, darbe karşıtlığını açıkça dile getirir. Darbe karşıtlığı şimdilerde moda olsa da o ateş günlerinde dik durmak yürek istiyordu. O, bu kocaman yüreği taşıyanlardandı. Sadece eleştirmekle de kalmıyor. Kukla cuntacıları ve onların hamilerini de deşifre eder. Darbe talimatı Okyanuslar ötesinden destek bulmuş ve icraya girişilmişti. Her ne kadar “dirlik düzeni sağlamak” gibi kılıflara büründürülse de dönemin gelişen devrimci hareketini ve işçi sınıfı mücadelesini yok etmekti asıl amaç. Darbeciler ne kadar kanlı olurlarsa olsunlar, tarihe destansı direnişlerin notunu düşürecek devrimciler teslim olmamıştır. O bu derin farkındalığını şiirine kendi dilince aktarmaya çalışır:

 

Bir düdük çalınacak denilmişti
Bir düdük
Üfürüğü New York'ta Washington'da
Sesi kulaklarımızda bir düdük
Nice güller solacak denilmişti
Nice güller
Kökleri her yerinde dünyanın
Yaprakları bağrımızda nice güller
Ve doğacak olan gün
Daha doğmadan kararacak denilmişti
Hepsi gerçekleşti bir yıldırımla
Bir şey kaldı unutulan
Solan güllerin kökleri yine toprakta
Yine dimdik ve tomurcuğa durmakta
Belki yorgun
Belki yenik
Belki yaralı
Bitmedi daha sürüyor o kavga
Ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek

 

12 Eylül tüm toplumu ezme harekâtıydı. Ülkemizin belliğinde silinmez izler bırakacak, apolitik, düşünmeyen, sorgulamayan kuşaklar yaratacaktı. Ama en ağır bedeli yine devrimciler ödeyecekti.

Neye baksam tuzaklarda sanki
Neye uzansam uzaklarda
Uykuları kurşunlanan kondular
Tekmesiz açılmayan kapılar
Ve alınıp götürülen umutlar
Turnalar ey turnalar
Yemen'e gerek yok şimdi
Gideni döndürmüyor zindanlar
 
Analar yine yırtıyor yazmalarını
Kara haberler koşuyor her yerde
Telgraf tellerinde
Haber bültenlerinde
İlk çağların bir uzay çağdaşlığı
Okunuyor yine kan efsanelerinde

Yürüdükçe ölümler takılıyor ayaklarımıza
Genç ölümler
Zamansız ölümler
Direnen ve ölümsüzleşen ölümler
Türküler ey türküler
Seferberliğe gerek yok şimdi
Seferberlikten beter olmuş yürekler

Gelinlikler şimdi kelepçeli
Düğünler-doğumlar zindanlarda
Bu türküleri hangi sazla çalayım
Hangi sözle söyleyeyim sana
Ölüm kara bir yazgı değil artık
Bembeyaz bir şiirdir koynumuzda
İmgelerin güzelliğinde kan
Bu kanı nasıl okuyayım sana
Nice gurbetler yaşanıyor içimizde
Nice ayrılıklar
Nice yarım yolculuklar
Turnalar ey turnalar-turnalar
  
Aşka çamurlar sürülüyor her gün
Zamana duvarlar örülüyor
Saksılar yine sulanıyor oysa
Sevgiler yine yeşeriyor
Her şey bir yanılma gibi karanlıkta
Yer üstünde kaçanlar
Yer altında savaşanlar yürüyor
 
Bu manzaraya dehşet ve öfke ile bakmaktadır. En çok da duyarsızlığa öfkelidir. Bu denli ezilen, hor görülen, ayaklar altına alınan bir toplum tüm bu saldırıları nasıl sessizce kabul ederdi? İsyanı en çok bunadır işte. Sokakları resmettiği bir başka şiirinde insanların duymadığı utancı sokaklara atfederek seslenir:
 
Baharın çağrısı yetmiyor artık
Enginlerin acısı yetmiyor
Kentlerin kucağında her akşam
Bir ihanet seli sanki duvarlar
Akıp duruyor meyhanelere
Ve durmadan umutsuzluk
Durmadan korku dökülüyor kadehlere
Ne sınırlar ötesi bir özlem
Ne devleşen bir öfkenin sesi
Tek umut diye sunulan yüreklere
Gazetelerde boy boy orospu resimleri
Bir de sportotolar
Ve adım başı piyango biletleri
 
Ey yürüdükçe çürüyen sokaklar
Gürültüler içinde sessiz
Ve kimsesiz
Korkunun yokuşunu tırmanan sokaklar
Hiç konuşmayın isterseniz
Gizleyin utancınızı
Gizleyin çoğalan fahişeliklerden
Yıkılan onur kalelerinden
Çamur çamur akan
Ve aktıkça kokan bu ihanet selinden
Gizleyin utancınızı gizleyin
Bütün kuyruklarda küfreden
Kuyruklar bitince sesi kesilenlerden
Ekmekleri alınsa bile ellerinden
Her gün açlığa şükredenlerden
Gizleyin utancınızı gizleyin
Bu susturulmuş özgürlük seslerinden

 

Yine de en büyük öfkesi “devrim” iddiasında olup, savaş meydanını dövüşsüz terk eden kaçkınlaradır, kaldı ki bu teslimiyet içinde direnenler de vardır, Adnan Yücel’in yoldaşları direnmektedir. Onun da asıl meramı bu destansı direnişi anlatmaktır: Bir selam göndermektir direnen yoldaşlarına, mücadelenin her şeye rağmen sürdüğünü anlatmaktır…

Bir kez kırıldı rüzgârın kanatları
Her ölüm bir düş kırıklığı şimdi
Bir güvensizlik belgesi gözlerinizde
Ve ihanetler
Savaşsız çekilen teslim bayrakları
Verilen adresler
Listeler dolusu arkadaş adları
Ve uğrunuzda yıllar boyu ölenler
Ölürken bile durmadan yürüyenler
Az önce yine ölmeye gittiler

Burada anlatılan 80 darbesi sonrası sol harekette meydana gelen çözülmenin özetidir. Darbeyi başarıya ulaştıran da muhtemelen bunca karşıt dinamiğe ve örgütlü güce rağmen bir direnme hattının örülememesi olmuştur. Bu yüzden savaşsız çekilmiştir teslim bayrakları.. Tablo adeta bir teslimiyet halidir ve şairde tarifsiz bir düş kırıklığı yaratmıştır.


Nasıl vurulursa vurulsun mühürler
Bir selamımız var bugünün yarınına
Bir selamımız
Belki yenik-belki ihanet yorgunu
Ama soluklu
Belki adım adım-belki dura dura
Ama umutlu
Başka nasıl çıkılır
Nasıl tarihin karşısına 

 

Bu teslimiyet ortamına rağmen "bir selamımız var bugünün yarınına" diyerek aslında her şeyin bitmediğini müjdeler. Çünkü az da olsa bir avuç da olsa direnenler vardır! İşte onlar da "bir avuç" kır çiçeğinden başka bir şey değildir. Devrimci mücadelenin onuru bu bir avuç devrimcinin omuzundadır!

Şu anda gözleri bağlı bir karanlıkta
Belki susulacak
Hiç konuşmadan yaşam savunulacak
Belki de bir zaman usta bilinenler 
Çıraklardan önce adlar sayacak
Kurumuş otlar arasında güller gibi
Evlerde umutlar yandı yanacak
 ***
Bu direnmenin ilk ayağını elbette işkencehaneler oluşturacaktır. "Hiç konuşulmadan", arkadaşlarının
ismini vermeden direnen devrimciler, umudun tek adresidir

Kalabalık cehennemi bu yalnızlıkta
Yalnızca direnmeler suluyor çiçekleri
Yalnızca gerilemeyen adımlar besliyor
Ey yüreğe yaslanan güzellik
Sen ki anlarsın
Pınarların en susuzunda bile
Bir damlada denizlere dalarsın
 ***
İşte ihanet tutanakları işte biz
Kaç kez küllediler bu toprakları
Kaç kez kurakladılar
Yine denizlerdeyiz işte
Yine okyanuslardayız
İnançlarda şahlanan deli bir rüzgâr
Öpüyor gönlümüzün altın sahillerini
Yılmayan gözler dikiliyor ufuklara
Okuyorlar birer birer
Dayanmanın bitimsiz şiirlerini

Yücel'in şiirlerini okurken devrimci Bulgar şiirinin ölümsüz sesi Nikola Vaptsarov'u da anmalıyım.
Ki evrensel bir mücadele sesi olarak ikisinin buluştuğu pek çok mecra vardır aslında. Mesela;
İnanç adlı şiirinde yine böylesine bir inancı okuruz onda da. Sanki aynı sesin farklı tınılarını duyarız.

İnanç

İnancım

zırhla kaplıdır göğsümde

ve bu zırha işleyecek

kurşun

icat edilmemiştir, henüz!

icat edilmemiştir. (N. Vaptsarov, Çev. E. Alova)


Aynı sesi farklı bir tınada duyabilirsiniz aşağıdaki dizelerde...

Bir bir çekilirken teslim bayrakları
Ve kaçmalarla uzarken
Göçmelerle tozarken Avrupa yolları
Durdu bir avuç yiğit
Bir tutam kır çiçeği
Ölüm dediğiniz de ne ki
Gözümüzde hainler kadar küçük
Ve zafere inancımız
Ölümsüzleşen ölümler kadar büyük
Onlar ki bir ayrıkotu tarlasında
Bir tutam çiçektiler
Binlerce ihanet çirkinliğinde
Bir avuç direnci güzellediler
Hiç bir şey bitmemişti daha
Gülerek girdiler zulüm tufanına
Ölerek girdiler
Ve en dayanılmazında tufanların
Adlarını bile söylemediler

 

Yine 12 Eylül darbesini takip eden günlerde destansı direnişler de sergilenir. Bu direnişlerin mimarları yine Adnan Yücel’in yoldaşlarıdır. Bir anda bıçakla kesilmiş gibi susturulan devrimci hareket tamamen bitirilememiştir. İşte “Gelenek Tohumu” adlı şiirinde bu direnişi ölümsüzleştirir, bu sefer zindanlardan sokaklara yönelir algısı. Sokakta bir direniş abidesinin yükselişine an be an tanık olmuş gibidir:


Sokaklar kanarken içten içe kimsesiz

Kentler ağlarken ve ihanet tortularıyla kirlenirken deniz

Yürüyordu soluğu rüzgar bir adam

Her adımda bir geleceği kucaklarken gibi

Sonsuz ışıklar taşıyordu ufuklardan

Yağmurda toprak kokusuydu bakışları

Yüreğinde kanatlanmış bir heyecan

Yükseliyordu sevginin gökyüzüne

İnancı çicekleyen eylem doruklarından

Bu sessizliğe bir çığlık gerek diyordu

Korkunun yüreğine korkular saracak

Ölümleri çaresiz kılacak

Bir çığlık

Bir geleneği tohum tohum ekip toprağa

Enginleri baştan sona saracak bir çığlık

….


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 2: "UNUTULAN"

Nazım Hikmet'in kayıp ikinci şiiridir "Unutulan" ... Aslında eski baskı kitaplarında bulunan; ancak son yıllarda yapılan bası...