Lise son sınıfta zaralı yayınlar okuduğu ve askeri isyanda bulunma nedeniyle tutuklanırlar. Bu arada Nazım Hikmet de askeri kişileri isyana teşvikten tutuklarlar. A. Kadir bu olayı daha sonra “Harp Okulu Olayı ve Nazım Hikmet” kitabında anlatır. Nazım Hikmet'le dostlukları mahkeme salonlarında başlar. Ankara Cezaevinde aylarca bir arada kalırlar.
Nazım'a dair izlenimler edinir:
"Onun her hareketini şaşarak izledim. Yaşama olan bağlılığı, insan sevgisi, dostluğu, alçakgönüllülüğü, memleketseverlliği, halka düşkünlüğü... Nerede yumuşak, nerede sert olmak gerekiri bilmesi, direnmesi, bütün bunlar bende derin izler bıraktı. Anam nasıl çocukluk günlerimin yol göstericisi olmuşsa, Nazım da gençlik günlerimin yol göstericisi olmuştur diyebilirim rahatlıkla."
Ankara Cezaevi'nde Nazım Hikmet’le kalınca A. Kadir'in başlangıçta Faruk Nafiz Çamlıbel ile Necip Fazıl etkisinde yazdığı şiirlerin yerini toplumcu gerçekçi şiirler alır.
Cumhuriyet sonrası Türk şiirinde yenilik Nazım Hikmet’le gelir. Sağlıklı, biçim ve özde devrim yapan bir yeniliktir bu. Ölçüyü atan Nazım Hikmet’tir; özü biçimin bağlarından kurtaran da. Bu ise biçimin öze bağlı olarak sürekli değişmesi, bir değişkenlik içinde olmasıdır. Değişmeyen, sanata yüklediği işlevdir. İşlevi belirleyen de toplumcu dünya görüştür. Nazım Hikmet şiiri 1930’lu yıllarda birçok genç ozanı etkisi altına alır. Ama günümüzde, içlerinde yalnızca İlhami Bekir Tez ile Hasan İzzettin Dinamo’nun kaldığı bu genç ozanlar, toplumcu çizgide kendilerine özgü bir şiiri geliştiremezler.
Asıl bağlantı 1940’larda kurulur. Yanlış bir deyimlemeyle "1940 Kuşağı" adıyla anılan ozanların içindedir A. Kadir. “Yalın, duru süssüz bir söyleyişi vardır. Bu söyleyişiyle tatlı ve pürüzsüz bir lirizme ulaşır. Anlatımındaki arılık, seçtiği konuların ağırlığına(?) gölge düşürmez. A.Kadir’in amacı karmaşıklığı, basitlikle yakalamaktır, düşünselliği bulandırmak, çetrefil kılmak değil; düşünselliği herkesin anlayacağı biçimde dışa açmaktır. Ustası gibi iyimser bakar dünyaya; acılı da olsa sevinçli de olsa umutludur; kırgınlıklardan umutsuzluk çıkarmaz."
Cumhuriyet sonrası Türk şiirinde yenilik Nazım Hikmet’le gelir. Sağlıklı, biçim ve özde devrim yapan bir yeniliktir bu. Ölçüyü atan Nazım Hikmet’tir; özü biçimin bağlarından kurtaran da. Bu ise biçimin öze bağlı olarak sürekli değişmesi, bir değişkenlik içinde olmasıdır. Değişmeyen, sanata yüklediği işlevdir. İşlevi belirleyen de toplumcu dünya görüştür. Nazım Hikmet şiiri 1930’lu yıllarda birçok genç ozanı etkisi altına alır. Ama günümüzde, içlerinde yalnızca İlhami Bekir Tez ile Hasan İzzettin Dinamo’nun kaldığı bu genç ozanlar, toplumcu çizgide kendilerine özgü bir şiiri geliştiremezler.
Asıl bağlantı 1940’larda kurulur. Yanlış bir deyimlemeyle "1940 Kuşağı" adıyla anılan ozanların içindedir A. Kadir. “Yalın, duru süssüz bir söyleyişi vardır. Bu söyleyişiyle tatlı ve pürüzsüz bir lirizme ulaşır. Anlatımındaki arılık, seçtiği konuların ağırlığına(?) gölge düşürmez. A.Kadir’in amacı karmaşıklığı, basitlikle yakalamaktır, düşünselliği bulandırmak, çetrefil kılmak değil; düşünselliği herkesin anlayacağı biçimde dışa açmaktır. Ustası gibi iyimser bakar dünyaya; acılı da olsa sevinçli de olsa umutludur; kırgınlıklardan umutsuzluk çıkarmaz."
Savaş, yoksulluk, sürgün, hapislik acılarını yaşayan insanın duygularını, iyiye, doğruya, eşitliğe olan özlemini yalınlık, gerçeklik ve lirizmle yansıtır. Ustası Nazım Hikmet'te olduğu gibi onda da mahpusluk teması başlıca temalardandır.
"Hani bir dışarda olsam Hep yürürüm durmam
Benimle beraber yürür gökyüzü, toprak Özgürlük benimle beraber Gökyüzü, toprak ve özgürlük ne güzel şeyler
Hani bir dışarda olsam Belki günlerce uyumam."
Bu şiirinde en göze çarpan şey mahpusluğu öylesine duru ve içten bir anlatımla yansıtabilmesidir. İnsanı şiirden kovan şiir anlayışlarının aksine şiirinin baş kahramanı elle tutulur, acılarıyla, sevinçleriyle gerçek insandır.
Mapustan çıktıktan sonra antifaşist nitelikli Ses ve Yeni Edebiyat dergilerinde yayınlamaya başlar şiirlerini. Bu şiirlerde Nâzım Hikmet etkisi açıkça görülür. Bu dergilerin ömrü çok sürmez ve sıkıyönetimce kapatılır. Arkadaşlarıyla "Yürüyüş" dergisini çıkarır. O zamanı kendinden dinleyelim.
“Dünyada savaş vardır o zaman. İstanbul'da sıkıyönetim, yoksulluk ve açlık. Ve İstanbul'da o zamanlar Alman ordularının zaferini alkışlayan bir sürü ırkçı, faşist, yardakçı dergiler çıkardı. Bu faşist dergilerin bir tanesi Çınaraltı'ydı. Orhon Seyfi Orhon çıkarırdı bu dergiyi. Beni o dergide jurnal etti. Gittim Beyazıt'taki kitaplıktan çıkardım “Çınaraltı”ları beni ve İbrahim Sadri'yi (Nazım Hikmet'i) jurnal eden yazıyı buldum. Başlığı “Allah cümlemize rahatlık versin.”
BİR ANI
O ara daha çok böyle eleştiriler çıkar. Hepsi birbirine benzer ipe sapa gelmez şeyler. Arada bir doğru konuştuğu da olmuyor değil Orhon Seyfi'nin. “Bunca yılın adamı kırk yılda bir doğru laf etmesin miydi? Bir sınıfın açlık ve ıstırabına dair şiirler” başlığı altında bir jurnal yazdıydı Çınaraltı'nın 81. sayısında yine benim, Rıfat Ilgaz'ın, Cahit Irgat'ın şiirleri üzerine. O yazının başında ne güzel laflar ediyordu Orhan Seyfi: 'Son çıkan aylık solcu bir mecmua, hem de tanınmış milliyetçi muharrirlerin bile seve seve bahsettiği bir mecmua, bu sayısında bir sınıfın açlık ve ıstırabını haykıran şiirlerle doldurulmuş! Hayret ediyorum: Acaba, Türkiye'de bir sınıf mücadelesi olmadığını zannetmekle ben mi yanılıyorum! Acaba Türkiye'nin sınıfsız bir memleket olduğunu savunmak yalnız benim mi hatamdır? Bu rejime aykırı düşünceler taşıyan ben miyim? Yoksa bu şiirleri ters mi anlıyorum? Onlar bu rejimi terennüm eden halis inkılap şiirleridir de benim geri ve kalın kafam mı bunu almıyor?' Bu soruların cevabını A. Kadir, bir sınıfın yaşamını bir kayısı ağacının dilinden anlatarak vermeye çalışır.
ŞİİRDEN TÜRKÜLERE
Bir hikaye havasında yazılan bu şiir, toplumcu şiir anlayışının, estetik bir duyarlılıkla ele alınışının çok güzel bir örneğini sunar bize. Bu şiirde kaba bir “şikayetçi” anlayış yerine olanı resmederek okura yoksulluğu doğrudan anlatmak yerine sezdirmeyi, düşündürmeyi amaçlar; bir konunun sanatçı duyarlılığıyla nasıl da etkili bir dille anlatılabileceğini gösterir bize:
Mapustan çıktıktan sonra antifaşist nitelikli Ses ve Yeni Edebiyat dergilerinde yayınlamaya başlar şiirlerini. Bu şiirlerde Nâzım Hikmet etkisi açıkça görülür. Bu dergilerin ömrü çok sürmez ve sıkıyönetimce kapatılır. Arkadaşlarıyla "Yürüyüş" dergisini çıkarır. O zamanı kendinden dinleyelim.
“Dünyada savaş vardır o zaman. İstanbul'da sıkıyönetim, yoksulluk ve açlık. Ve İstanbul'da o zamanlar Alman ordularının zaferini alkışlayan bir sürü ırkçı, faşist, yardakçı dergiler çıkardı. Bu faşist dergilerin bir tanesi Çınaraltı'ydı. Orhon Seyfi Orhon çıkarırdı bu dergiyi. Beni o dergide jurnal etti. Gittim Beyazıt'taki kitaplıktan çıkardım “Çınaraltı”ları beni ve İbrahim Sadri'yi (Nazım Hikmet'i) jurnal eden yazıyı buldum. Başlığı “Allah cümlemize rahatlık versin.”
BİR ANI
O ara daha çok böyle eleştiriler çıkar. Hepsi birbirine benzer ipe sapa gelmez şeyler. Arada bir doğru konuştuğu da olmuyor değil Orhon Seyfi'nin. “Bunca yılın adamı kırk yılda bir doğru laf etmesin miydi? Bir sınıfın açlık ve ıstırabına dair şiirler” başlığı altında bir jurnal yazdıydı Çınaraltı'nın 81. sayısında yine benim, Rıfat Ilgaz'ın, Cahit Irgat'ın şiirleri üzerine. O yazının başında ne güzel laflar ediyordu Orhan Seyfi: 'Son çıkan aylık solcu bir mecmua, hem de tanınmış milliyetçi muharrirlerin bile seve seve bahsettiği bir mecmua, bu sayısında bir sınıfın açlık ve ıstırabını haykıran şiirlerle doldurulmuş! Hayret ediyorum: Acaba, Türkiye'de bir sınıf mücadelesi olmadığını zannetmekle ben mi yanılıyorum! Acaba Türkiye'nin sınıfsız bir memleket olduğunu savunmak yalnız benim mi hatamdır? Bu rejime aykırı düşünceler taşıyan ben miyim? Yoksa bu şiirleri ters mi anlıyorum? Onlar bu rejimi terennüm eden halis inkılap şiirleridir de benim geri ve kalın kafam mı bunu almıyor?' Bu soruların cevabını A. Kadir, bir sınıfın yaşamını bir kayısı ağacının dilinden anlatarak vermeye çalışır.
ŞİİRDEN TÜRKÜLERE
Bir hikaye havasında yazılan bu şiir, toplumcu şiir anlayışının, estetik bir duyarlılıkla ele alınışının çok güzel bir örneğini sunar bize. Bu şiirde kaba bir “şikayetçi” anlayış yerine olanı resmederek okura yoksulluğu doğrudan anlatmak yerine sezdirmeyi, düşündürmeyi amaçlar; bir konunun sanatçı duyarlılığıyla nasıl da etkili bir dille anlatılabileceğini gösterir bize:
Ben bir kayısı ağacıyım
Ben
bir kayısı ağacıyım
Kırşehir’in
Dinekbağı’ndan.
Küçücük
bir ev önünde yaşarım yapyanlız.
Yılda
bir çiçek açar, yılda bir kayısı veririm, avuç içi kadar.
Yaz
olur,
bir
kadın silkeler dallarımı,
bir
çocuk yerde bağırır,
güler,
bense
hoşnut olurum.
hem zaten benim ne söğütler gibi nezaketim vardır,
ne kavaklar gibi gururum.
Diğer toplumcu şairler gibi A. Kadir de sanata hep bir sınıfın sonsuz penceresinden bakmıştır. Bu pencereden yansıyanlar hep işçi sınıfın çileli yaşamı, özlemleri ve gelecek düşleri olmuştur. Sanatçıya düşen sadece olanı olduğu gibi yansıtmak değildir elbette; sanatçı bu tür duyarlılıklarını sanat anlayışının ve yeteneğinin potasında eritmek ve bunları etkili ve aynı zamanda sanatsal bir zevk ve etki yaratarak vermeye çalışır. A. Kadir’de de bu dengeyi rahatlıkla görebiliriz: Ses uyumları sadece bir sanatsal zevk ögesi gibi gelişir; ama asla bir zorlama hissine kapılmazsınız bunları okurken.
Ve Kadınlar...
Özellikle işçi emekçi kadınlar dikkat çeker şiirlerinde. Emek cehennemlerinde o sesleri solukları hiç duyulmayan, varlıklarından bihaber olunan kadınları çizer şiirlerinde...
"Cibali dendi mi
aklıma siz gelirsiniz, kadınlar,
kiminizin beş çocuğu,
kiminizin nar gibi yanakları var,
kiminiz kocasız kalmış,
kiminiz ihtiyar,
kiminiz daha körpe henüz.
Bana umulmadık,
eskimiş türküler düşündürür
siyah başörtüsü altında yüzünüz."
1943'te savaş karşıtı şiirlerini içeren ilk kitabı “Tebliğ” toplatıldı, sıkıyönetim tarafından İstanbul dışına sürgün edildi. 1943-1947 yılları arasında Muğla, Balıkesir, Konya, Adana ve Kırşehir’de sürgünde yaşadı. 1947'de İstanbul'a döndü. Bir bisküvi fabrikasında çalıştı, yayınevlerinde düzeltmenlik, çevirmenlik yaptı. Sürgün yılları hasretle geçti, hasreti konu oldu şiirlerine. Sevgiliye, İstanbul'a, hürriyete olan hasreti... Ama kırılmaz direnci, hasreti olduğu kadar, umudu da vardır şiirlerinde; çile olduğu kadar direnç de... Yine de sanırım en çok melankoli var şiirlerinde.. hep gecikmiş bir mutluluk hep yarım kalmış bir gülüş...
Mutlu Olmak Varken
Öyle de olsa Nazım onun şiirlerinde insanı sarmalayan saf bir şiir olduğunu vurgular: “A.Kadir'i pek severim. Onun yüreği halis bir şair yüreğidir.” der Nazım Hikmet. İnsanı saran sıcacık bir şiir, bir yürek diye tarif eder onu:
Aşk bundan daha yalın, daha dolaysız ve daha saf nasıl ifade edilebilir ki:
"Gözümü bir açtım bir kapadım."
“Aşk ile sevmek" kavgayı, yaşamı, sevgiliyi... Karısına yazdığı şiirlerden de bunları anlamak zor değildir. Aşk onun şiirinin mayası gibidir. "Cansel'e Evliliğimizin 25. Yıl Dönümü Armağanıdır" dediği şiir adeta bunun cisimleşmiş halidir.
SABAH TÜRKÜSÜ
Ekmek parası, alınteri gibi kavramlar şiirlerinde sıklıkla çıkar karşımıza. Kuşkusuz bunu, yaşadığı dönemde hem ülkede hem de dünyada gelişen sınıf hareketlerinden bağımsız düşünmemek gerekir. “Sabah Türküsü”yle anlatır ekmek parası kazanmayı...1943'te savaş karşıtı şiirlerini içeren ilk kitabı “Tebliğ” toplatıldı, sıkıyönetim tarafından İstanbul dışına sürgün edildi. 1943-1947 yılları arasında Muğla, Balıkesir, Konya, Adana ve Kırşehir’de sürgünde yaşadı. 1947'de İstanbul'a döndü. Bir bisküvi fabrikasında çalıştı, yayınevlerinde düzeltmenlik, çevirmenlik yaptı. Sürgün yılları hasretle geçti, hasreti konu oldu şiirlerine. Sevgiliye, İstanbul'a, hürriyete olan hasreti... Ama kırılmaz direnci, hasreti olduğu kadar, umudu da vardır şiirlerinde; çile olduğu kadar direnç de... Yine de sanırım en çok melankoli var şiirlerinde.. hep gecikmiş bir mutluluk hep yarım kalmış bir gülüş...
Mutlu Olmak Varken
Öyle de olsa Nazım onun şiirlerinde insanı sarmalayan saf bir şiir olduğunu vurgular: “A.Kadir'i pek severim. Onun yüreği halis bir şair yüreğidir.” der Nazım Hikmet. İnsanı saran sıcacık bir şiir, bir yürek diye tarif eder onu:
"Merhaba, yüreğime vuran aydınlık...Yuvamın direğitek dikili ağacım,suyum, ekmeğim, havam.
Sen ne düşünürsün bilmembana sorarsan:Gözümü bir açtım bir kapadım"
Aşk bundan daha yalın, daha dolaysız ve daha saf nasıl ifade edilebilir ki:
"Gözümü bir açtım bir kapadım."
“Aşk ile sevmek" kavgayı, yaşamı, sevgiliyi... Karısına yazdığı şiirlerden de bunları anlamak zor değildir. Aşk onun şiirinin mayası gibidir. "Cansel'e Evliliğimizin 25. Yıl Dönümü Armağanıdır" dediği şiir adeta bunun cisimleşmiş halidir.
1965’ten sonra şiir çevirileri ve kitaplarının yayınıyla uğraştı. “Ömür boyu sürecek bir çalışma bütün dünyada yüreği ezilen halklar için, yurdu için çarpmış halkının ve yurdunun özgürlüğü için savaşmış, bu yola kendini adamış ne kadar demokrat, antifaşist, antiemperyalist şair varsa onları ülke ülke, ulus ulus bir araya getirip hepsini kendi dilimde, bütün bu ırmakları Türkçemin denizinde birleştirme işine giriştim. Bir yandan emperyalizme karşı varoluş savaşına giren Filistinlilerin önde gelen yiğit şairlerinin şiirlerini Filistin Şiiri adlı kitapta yayımlar. Ve kitabın sonuna kendi şiirini koyarak selamlar onları.
Pınarından özgürlüğün al bir yudum,
çek bir soluk rüzgârından sevdamızın.
Seni benden ne bu kapı, ne bu duvar ayıracak,
seni ne bu kara kara gelen ölüm.
çek bir soluk rüzgârından sevdamızın.
Seni benden ne bu kapı, ne bu duvar ayıracak,
seni ne bu kara kara gelen ölüm.
Al bir yudum pınarından özgürlüğün.
Rüzgârından sevdamızın çek bir soluk.
Seni benden ne bu kapı, ne bu duvar ayıracak,
seni ne bu kara kara gelen ölüm.
Rüzgârından sevdamızın çek bir soluk.
Seni benden ne bu kapı, ne bu duvar ayıracak,
seni ne bu kara kara gelen ölüm.
Asıl benim gelen, ölüm değil,
yıkmaya gelen bu kanlı duvarları.
Çırpa çırpa ak kanatlar.
yıkmaya gelen bu kanlı duvarları.
Çırpa çırpa ak kanatlar.
Yürür dupduru kanım benim
aydınlıktan aydınlığa bir düş gibi.
Dağı taşı kıra eze kıra eze gelen benim,
geceleri, korkuları, cellâtları biçe eze biçe eze gelen benim.
Gelen benim, gelen benim,
zincirinden kopmuş gibi.
Asıl benim gelen, ölüm değil.
Benim gelen, benim gelen.
Ben geldim mi kalkacak sabahları bütün çocuklar karınları aç;
uyuyacak geceleri bütün çocuklar karınları tok,
ben geldim mi.
12 Eylül 1980 Faşist darbesi gerçekleştiğinde yine hedeftedir. Evinden alınır, aynı gecenin sabahında. Ve Samandıra'da bir garnizona götürülür. Orada iki ay kalır “Tüm yaşamın suç” derler . Treni kaçırdık diyenlere söyleyecek sözü vardır:
"63 yaşındaydım ve sağlığım oldukça bozuktur. Ama dayanmaktan başka da çarem yoktur" der. ve dayanır da, 1985'e kadar...
aydınlıktan aydınlığa bir düş gibi.
Dağı taşı kıra eze kıra eze gelen benim,
geceleri, korkuları, cellâtları biçe eze biçe eze gelen benim.
Gelen benim, gelen benim,
zincirinden kopmuş gibi.
Asıl benim gelen, ölüm değil.
Benim gelen, benim gelen.
Ben geldim mi kalkacak sabahları bütün çocuklar karınları aç;
uyuyacak geceleri bütün çocuklar karınları tok,
ben geldim mi.
12 Eylül 1980 Faşist darbesi gerçekleştiğinde yine hedeftedir. Evinden alınır, aynı gecenin sabahında. Ve Samandıra'da bir garnizona götürülür. Orada iki ay kalır “Tüm yaşamın suç” derler . Treni kaçırdık diyenlere söyleyecek sözü vardır:
"63 yaşındaydım ve sağlığım oldukça bozuktur. Ama dayanmaktan başka da çarem yoktur" der. ve dayanır da, 1985'e kadar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler