Her toplum tarihsel ve kültürel birikimini
sanat üretimine yansıtır. Bir boyutu, insanın kendini anlamlandırma ve ifade
etme çabası olan sanat, bu birikime göre de şekillenir. “Türk tiyatrosu” olarak
ifade edilen Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan geniş coğrafya içerisinde, çok
sayıda halkın ve kültürün etkileşimi olarak gelişen geleneksel Türk
tiyatrosunun en önemli boyutunu “gelenek” ifadesi oluşturuyor diyebiliriz.
Özellikle halkbilimini yakından
ilgilendiren bu gelenek kavramı durağan ya da “değişmez olanı” değil
geçmişi referans alarak geleceğin yaratılması olarak da değerlendirilebilir. Bu
anlamıyla gelenek düşünülenin aksine dinamik bir kavram olarak değerlendirilmelidir.
Çünkü hiçbir gelenek oluştuğu koşulları stabilize etmemekte, toplumsal, tarihsel
değişim ve ihtiyaçlar ekseninde biçimlenmekte, zamana uyum sağlamaktadır. Aksi
halde geleneğin sürekli değişim halinde olan insanın ve toplumların
ihtiyaçlarına yanıt vermesi mümkün olmaz.
Değişim, olgu ve etkinliklere yaratıcı bir
özgürlük alanı açarken işlevsizleşen, atıl duruma düşen, anlamını kaybeden
öğelerin de arındırılmasına yardımcı olur. Gelenekler, sürekli değişim
halindedir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki gelenek sadece geçmişe özgü bir
kavram değildir. Bugün de insanlar birtakım gelenekler yaratmakta, var olan
gelenekleri değiştirmekte, dönüştürmekte ya da tamamen ortadan
kaldırmaktadırlar. Kimi gelenekler de bugün yeniden yorumlanarak yeniden
üretilebilmektedirler.
Geleneksel Türk tiyatrosunun bugününe dair
yorum yapmadan önce tiyatronun kaynağına ve işlevlerine değinmemiz gerekir.
Nutku’ya göre: “Tiyatronun kaynağı,
yaşamsal gereksinimlerini sağlayan ilkel insanların, onları yaşatan, üreten ve
geliştiren eylemlere, duygulara ve düşüncelere karşı takındıkları tavırdadır.”[1]
O halde bugün geleneksel Türk tiyatrosunun varoluş sorunlarına ya da durumuna
dair yorum yapmaya kalkıştığımızda, bu tiyatronun ortaya çıktığı koşulları, o
dönemde hangi ihtiyaçlara karşılık geldiğini ve geçmişteki insanlar açısından
işlevselliğini tartışılmamız gerekir ki bugün bu tiyatronun geleceğine dair bir
çıkarım yapılabilelim.
…
Türk Tiyatrosunun gelişimi Osmanlı siyasal
değişimleri ile paralel yürümüştür dersek yanlış olmaz. Bu anlamıyla Türk
tiyatrosunun Batı’ya yüzünü dönmesi ya da Batılı tarzda tiyatro eserleri
yazılmaya, sahnelenmeye başlanması Tanzimat Dönemi’ne denk düşer. Bu tarihten
sonra Osmanlı aydınları, geleneksel tiyatronun ögelerini büsbütün reddetmeseler
de giderek atıl hale getirmiş ya da ikinci plana düşmüşlerdir. Geleneksel
tiyatro ile bağımıza belki de ilk büyük darbe bu dönemde inmiştir denilebilir.
Osmanlının sonu yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması da bu kopuş sürecini
hızlandırmıştır. Osmanlı mirasını reddeden genç Cumhuriyet muhtemelen
“Osmanlı’ya ait” olan her şeyi reddeden bir anlayış üzerinden şekillenmiştir.
Kuşkusuz bu dönemde Türkiye’de özellikle Batı Tiyatrosu alanında önemli adımlar
atılmış ancak gelenekle olan bağın giderek zayıfladığına tanık olunmuştur.
…
Geleneksel Türk tiyatrosu kavramı, Batılı
tarzda tiyatrodan farklılığı belirtmek için kullanılmaktadır. Tiyatromuz
Tanzimat’tan sonra her ne kadar Batıdan önemli ölçüde etkilenmişse Türk
Tiyatrosunu etkileyen ve besleyen diğer iki önemli kaynak da köy seyirlik
oyunları ve halk tiyatrosu geleneğidir.
Geleneksel Türk tiyatrosunun birçok
özelliği ve unsuru ritüellere dayanmaktadır. Halen varlığını sürdüren çeşitli
köy seyirlik oyunlarında bu ritüellere ilişkin ögeleri görebilmekteyiz. Her
toplumda olduğu gibi doğa ile mücadele ve ona egemenlik kurma çabasıyla gelişen
ritülleri zaman içerisinde dönüşerek bugünkü seyirlik oyunların temelini
oluşturmuştur. “İlkel insan ya da
topluluklar, yaşamlarını daha iyi sürdürebilmek ve güçlükleri yenmek için büyü
tören gibi çeşitli yollara başvurmuşlardır (Artun, 2004: 197–201).”
Günümüze
kadar gelmiş olan, Türkiye köylüsünün bu dramatik gösterilerinin kaynaklarına
inildiğinde; tarih öncesi zamanların bolluk törenlerine, eski inançların
tapınma törenlerine ulaşılır.[2] Ritüel
törenlere dayanan seyirlik oyunlar toplumsal ihtiyaçlar temelinde dönüşerek
farklı konuları işleyen oyunlar haline dönüşmüştür. Bu noktada daha önce
törenlerde olmayan eğlendirme, eğitme ve güldürme özellikleri de oyunlara
katılmıştır.
İnsanın doğaya egemen olması ve teknoloji
alanındaki gelişmeler ritüellere özgü “büyü” ihtiyacını ortadan kaldırmış
dolayısıyla oyunların günlük hayattaki işlevi de azalmıştır.
Köy seyirlik oyunlarında inanç kaynaklı
ihtiyaçlardan eğlenceye doğru bir evrim söz konusudur. Günümüzde her nekadar
ritüel özellikleri kaybolmamış olsa da bu oyunların sosyal, siyasal ve iktisadi
hayattaki gelişmeler ışığında eski işlevlerini yitirerek eğlenceğe yönelik
işlevlerinin öne çıktığı söylenebilir.
Bilimin
gelişmesiyle birlikte, kut-törenlerin inanç boyutunda çözülmeler de meydana
gelmeye başlamıştır. Önceki dönemlerde verimliliğin artırılması, bolluğun
sağlanması için başvurulan ritüeller, günümüzde yerlerini yeni ve farklı
disiplinlere ve uygulamalara bırakmak zorunda kalmıştır. Yılın değişmesiyle
ilgili oyunlar, genel olarak evren, özel olarak dünyanın düzeni ve işleyişi
hakkındaki yeterli bilgi birikiminin oluşturulamadığı ya da insanların belirli
bir bilinç düzeyine ulaştırılamadığı dönemlerin eseridir.[3]
Mesela özellikle Osmanlı’nın merkez
kentlerinde gelişen meddah, karagöz ve ortaoyunlarındaki temel amacın güldürme
olduğu söylenebilir. Her bir oyun türünde güldürme farklı bir boyutta oluşur.
Geleneksel tiyatromuzun bugünü ve
geleceğine dair öngörü ve yönelimler saptarken aslında bunların hangi ihtiyacın
ürünü olduğunu ve bugüne, özellikle geçmişte kullanılmış halleriyle yanıt verip
veremeyeceği sorusu sorulmalıdır.
19. yüzyıldan itibaren geleneksel
tiyatronun revaçtan düşmesi ve Batılı tiyatro tarzının öne çıkması aslında tam
da değişen ihtiyaçlara mevcut sanatsal üretimin yanıt verememesinden
kaynaklanmaktır. Bu durum karşısında zor durumda kalan geleneksel Türk tiyatrosu
Avrupa tiyatrosu ile geleneksel Türk tiyatrosunun sentezini yapmış, yeni
biçimler ortaya çıkarmıştır. Batı tiyatrosunun temel nitelikleri olan olan sahne,
dekor vb. ortaoyununa uyarlanarak tuluat tiyatrsosunu ortaya çıkardı. Ancak bu
tür de uzun soluklu olamadı ancak belki de bugün tiyatromuzun ihmal ettiği bir
yolu göstermesi bakımından önemli bir adımdı. Çünkü bana göre Türk tiyatrosunun
özgün bir karakter kazanmasının yegane yolu geleneksel tiyatromuzdan beslenen
bir sentezden meydana gelecektir. Aynı şeyi özellikle tiyatro alanındaki
çalışmalarıyla bilinen İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu da savunur. Ona göre Türk
tiyatrosu, Batı taklitçiliği yerine, geleneksel halk tiyatrosu ve köy seyirlik
oyunları gibi kaynaklardan beslenmelidir. (Erkoç, 2003: 13).
Aslında bu alanda çalışma yürüten birçok
araştırmacının ortak kanısı da bu yöndedir. Geleneksel tiyatromuzun içerik,
biçim, üslup gibi özellikleriyle Batılı tiyatro tekniğinin sentezlenmesi amacı
sıklıkla işlenegelmiştir. Ancak bunun nasıl olacağına dair açılımlar ne yazık
ki yetersiz kalmıştır. Özellikle bugün yine batı kaynaklı çok sayıda tür ve
tekniğin yaygın olmamakla birlikte geçmişe nazaran daha sık kullanıldığı
düşünüldüğünde geleneksel tiyatrodan kaynaklanan yeni denemelere girişilmesi
için fazlasıyla cesarete ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Çağdaş tiyatromuzun geleneksel
tiyatromuzun temelleri üzerinde gelişeceği tezi çokça işlense de ülkemizde bu
yönde pek de örneğe rastlayamıyoruz. Bu işin en önemli boyutunu denemeler
oluşturmaktadır. Ancak geçmişin ihtiyaçları ekseninde şekillenen bu oyunlarımız
hangi boyutuyla bugüne taşınacaktır? Bana kalırsa içeriği ne kadar güncellersek
güncelleyelim biçimsel olarak oyunları olduğu gibi bugüne taşımak romantik bir
nostaljik girişimden öteye geçmeyecektir. Kuşkusuz kendi öz temelleriyle bağı
olmayan bir “modern” tiyatronun da taklitçilikten öteye geçemeyeceği de bir
gerçektir. O halde bu ikisi arasındaki denge nasıl gözetilecektir? Bir yandan
Batı’da gelişen yeni biçim ve türlere sırtını dönmeyen öte yandan da
gelenekleriyle bir biçimde ilişkilenmiş ve bunun içerisinden de kendi özgün
sesini yakalamış bir tiyatro arayışıdır esas olan.
Köksüz bir ağacın meyve vermeyeceği gibi kendi
kaynaklarından ilhamını, gücünü almayan bir kültürün de geleceğe taşınması
gelecekteki sanata yön vermesi olası görünmüyor. Cumhuriyetten bu yana tiyatro
alanında geldiğimiz nokta bu durumun açık göstergesi olsa gerek. Türkiye’de kendine
has bir tiyatro oluşturmak her şeyden önce bu sanatı seçkinci bir anlayışın
dışına çıkarmaktan geçiyor. Şu unutulmamalıdır: İster taşrada ister büyük
kentlerde olsun Türkiye toplumu göstermeci sanatlara yabancı değildir. Bu
sanatın halka yeni bir buluş gibi sunulması sanıyorum sorunun temelini
oluşturmaktadır. İkincisi geleneksel Türk tiyatro türlerini olduğu gibi bugüne
uyarlayan, biçime, yapıya dokunmayan romantik anlayış da terk edilmelidir. Yine
işin çözüm noktasında bu alanda hem düşünsel hem de pratik çaba içinde olanlar
durmaktadır.
Evrensel bir tiyatro anlayışı geliştirmek
için kendi kaynaklarımıza yönelmek durumundayız. Bu işi de sadece sanat
boyutuyla değil bir kültür hamlesi olarak ele almalı ve birçoğu sözlü gelenekte
yaşarken yitip giden birikimin planlı ve programlı bir biçimde kayıt altına
alınması sağlanmalıdır.
Bu gün geleneksel seyirlik sanatlarımız
yok olmakla karşı karşıyadır. Bunlar artık az sayıda sanatçı tarafından icra
edilmekte o da ancak özel zamanlara sıkıştırılmaktadır. Sanatçısı da izleyicisi
de tükenen bir sanatı yaşatmaya çalışmak zamanı gelmiş bir ölümü zorla ertelemeye
benziyor bana göre. “Tiyatroyu ölümsüz
yapan hiç yaşlanmayan, hiç bitmeyen büyüsüdür.”der Özdemir Nutku. O halde
bu konuda kaygısı olanların her şeyden önce bu geleneksel formlar içinde
bulunan “büyü”yü bulup çıkarmak zorundadır. Bu sanatların yol olup gitmesine
müsaade etmeden ancak bu işe akademik bir misyon kazandırarak ve bunları günün
ihtiyaçları ekseninde yeniden üreterek işe başlanabilir. Bunun için en önemli
iş devlete ve dolayısıyla üniversitelere düşmektedir.
Halk tiyatrosu, köylü tiyatrosunu gözeten,
girişimleri seyirciyle buluşturan sistemli ve bilimsel bir çabanın bu süreci
tersine çevirebileceği kanısındayım. Geleneksel tiyatroya ilişkin belge ve
bilgilerin toplanacağı merkezler kurulması, bu yönde usta çırak ilişkisiyle
yetişen sanatçıların desteklenmesi, oyunların sadece belli zamanlarda
hatırlanan nostaljik meşgaleler olmaktan kurtarılıp bilinçli ve tam zamanlı bir
etkinliğe dönüştürülmesi, üniversitelerde bu alanda kürsülerin kurulması ve bu
yönde planlı programlı bir araştırma, derleme ve deneme faaliyetine girişilmesi
en azından bu yok oluş sürecini kesintiye uğratacaktır. Ortaya çıkan ürün ve
sonuçlar ekseninde de zaten tiyatromuz yeni yollar, yeni söyleyişler bulma
noktasında zorlanmayacaktır.
KAYNAKÇA
And
Metin, Geleneksel Türk Tiyatrosu, İnki1ap Yayınevi, İstanbul,1985.
And Metin, Türk Tiyatrosunun Evreleri,
Turhan Kitabevi, Ankara 1983.
And Metin, Tanzimat ve lstibdad Döneminde
Türk Tiyatrosu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, Ankara 1972.
NUTKU, Özdemir, Dünya Tiyatro Tarihi,
İstanbul, 1985
NUTKU, Özdemir, Dram Sanatı, kabalcı
Yayınevi, İstanbul, 2001
[1]
Özdemir Nutku, Dram Sanatı, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2001, s.15
[2]
Süreyya Karacabey, Gelenekselden Batı’ya Türk Tiyatrosu
[3]
Erman Altun, Tarihsel Süreçte Değişen Geleneksel Tiyatromuz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler