Seray Şahiner’in kaleme aldığı Antabus romanı, ismi gibi roman kurgusu ve oyunlaştırılması bakımından oldukça
dikkat çekici. Oyunlaştırılmasında romanın dilindeki esneklikler kadar
konunun da büyük bir payı var. Romanın 'kısa oluşu' ve farklı bir kurgu denemesiyle iki farklı sonuca bağlanması oyunlaştırma olanakları açısından bir avantaj olarak
kenara not edilmeli.
Son yıllarda tiyatroda anlatısal olanın sahneye çağrılma
olanaklarının sıklıkla tartışıldığını ve bu konuda çok sayıda girişimin öne çıktığını biliyoruz. Dolayısıyla Antabus'un dikkat çekmesini, yazım
zamanı ile tiyatroda yeni arayışların çakışması olarak değerlendirebililiriz.
Romanın kahramanı Leyla, 'eğitimsiz', sıradan bir ev kadını olmasına rağmen, olaylara yaklaşımı, temel besin kaynağı olan TV programlarına dair
eleştirileri ve yanlışlar karşısında takındığı tutumlar “olması gereken” standardın üstünde çizilmiştir. Dolayısıyla bir kadın işçinin yaşantısını ve dilini başarılı biçimde sergilemiş bir metin karşımızdaki. Eğitimsiz emekçi bir kadının aile içindeki rolü ve dilini başarılı biçimde
yansıttığını söylesek de çizdiği karakter ile konuşan sesin uyumlu olduğunu
söylemek biraz güç. Şahiner’in geçmişindeki işçilik deneyimleri Leyla’nın
atölyedeki işçilik dönemine ait sesi yakalamada işlevli olmuş görünse de karakterin geliştirilip dönüştürülmesi sürecinde bu başarının aynı seviyede
yakalandığını söylemek güç görünüyor.
Orhan Koçak bu durumu Şahiner’in “insanların en aptalının bile artık çok enayi olamadığı bir dünyadan
yazıyor” olmasına bağlamış. Bu durumu, yani yazarın dil konusundaki tek
sesliliğini de bir zorunluluk, ‘bu dünyada sağ kalmanın hem de yazının
inandırıcılığının koşulu” olarak görmüş, hatta “Yazar açısından da bir sonraki esere sağ çıkmanın” zorunlu bir
gereği olarak ifade etmiştir.
Leyla, hikâyesini anlatırken oldukça akıcı ve kıvrak bir dil
kullanıyor. Ayrıca gördüğümüz kadarıyla günlük hayatında oldukça aktif, zeki ve
becerikli biri Leyla. Ancak başına gelenler karşısında fazlasıyla edilgen bir tutum göze çarpıyor. Böyle bir karakter nasıl olur da bunca eziyete,
şiddete, tecavüze boyun eğer, sorusunu ister istemez soruyoruz. Bu denli konuşkan ve yaşadıklarının bilincinde olan
bir kadının, onca haksızlığı ataletle, hodbinlikle karşılamasını romanın içeriği açısından bir tutarsızlık olarak not ettim. Böyle bir kadının
tek var oluş stratejisinin kocasına gizlice antabus ilacı vererek onu içmekten
vazgeçirmeye çalışması, dahası ilk bölümün sonunda intihara sürüklenmesi
gerçekliğin bozuma uğradığı noktalar gibi geldi bana...
Romanın konusu oldukça bilindik. Kırsaldan kente göç
eden bir ailenin kızı olan Leyla’nın gittiği şehirde yaşadığı, sömürü, şiddet,
tecavüz gibi trajik olaylara odaklanıyor roman. Bunu da, “üçüncü sayfa haberi” olarak nitelenen bir gazete haberini odağa
alıp yapıyor.
Metni Leyla’nın hikâyesi olduğu kadar, kapitalizmin yok ettiği kırsal üretimden aile yapısının çözülmesine, ahlaki değerlerin yozlaşmasından kapitalist ilişkilerin toplumun tüm katmanlarına
sirayet edişine kadar bir dizi göndermeyle okuyoruz. Trajik ama bir o kadar
mizaha yaslanan bir dille de okuyoruz bu hikâyeyi.
Romanın kahramanı Leyla, karşılaştığı tüm sorunları,
yaşadığı tüm acıları, içinde yaşadığı sayısız depreme rağmen gülümseyerek ve
okuyucuda acılı bir tebessüm yaratarak karşılar. Romana egemen olan ve trajik
havayı, hüznü kıran bu mizahta, derin bir toplumsal eleştiri de vardır. Bu
eleştiri de öyle sezdirme ya da dolaylı yollarla değil, doğrudan izleyicileri /
okuyucuları hedef alarak, bunu onlara söyleyerek gerçekleştiriliyor.
İsim seçimi de oldukça başarılı. Kitaba adını veren Antabus
alkolizm tedavisinde kullanılan bir ilacın adı. Yaygın ve bilinen bir kavram
olmaması hasebiyle daha en başta okuyucuda merak duygusunu kamçılıyor. Bu hem
oyunun içeriğine uygun hem de kurulan mizahi anlatımın doğal bir sonucu olarak
tercih edilmiş gibi görünüyor.
Edebi eserlerde klasik anlamdaki zaman sıçramaları romanda kırılmış, yeni anlatım olanakları denenmiştir. Burada öncelikle roman iki farklı finale bağlanarak apayrı
ve özgün bir dramatik etki yaratılmış diyebiliriz. Böylece okuyucuya bir
seçenek sunulmuştur. Kahramanın sonu için hangisinin daha uygun ya da
kabul edilebilir olduğu, bu noktada okuyucuya bırakılmış olmaktadır.
Birinci bölüm finali baştan verilip, sonra olaylar başa
sarılmıştır. Ancak ikinci bölümü final olarak kabul ettiğimizde “Dahiliye-424
numaralı oda” adlı bölüm romanın ortasına tekabül edecektir. Bu okuyucu
açısından bir zorluk yaratmakla beraber, sahneleme açısından rejiye geniş bir
zaman dilimi olanağı ve zamanı isteği şekilde eğip bükme imkanı vermektedir.
Ayrıca kimi bölümlerdeki zaman dizgesi o denli organik bölünmüş ki parçaları
alıp zamanı doğrusal biçimde düzenlediğimizde roman dilinde herhangi bir
zorlama ile karşılaşmayacağımızı söyleyebiliriz.
ANLATISAL
(DİEGETİK) ÖGELER
Ailesiyle köyden şehre göç eden Leyla, önce eve kapatılır.
Dışarı çıkması yasaklanır. Ama şehirde yaşamanın güçlükleri ve küçük burjuva
yapısına sahip ailesinin ev alma, iş kurma hayalleri onun da işçi olarak
çalışması gereğini doğurur. Bir konfeksiyon atölyesinde çalışan Leyla, bu iş
fikrini, “haftalığı babasının eline
sayıldığı” halde kabul eder, çünkü dışarıyla ancak böyle bağ
kurabilecektir.
Hayattan da çok bir beklentisi yoktur Leyla’nın. Sessiz
sakin, sıradan bir hayat kurmak ister sadece. Her işçi kadın gibi… Ehh, tabi ki
bunu da sevdiği erkekle birlikte inşa etmek ister. Fakat hayat kendisinin
seçimleriyle değil, ona dayatılanlarla şekillenecektir. Ev hapishanesinden
kurtulup iş hayatına dâhil olması, emek sömürü, taciz vb. sorunları beraberinde
getirdiği gibi hayatının trajedisi olan tecavüze de burada uğrayacaktır.
Ardından bitmeyen evlilik işkencesi gelecektir.
Roman “Kızıyla ölüme
atladı” başlığıyla sunulan bir üçüncü sayfa haberiyle başlar. Burada dikkat
çeken hiçbir şey yok gibidir. Ama bir kadının, annenin, hamile bir kadının hem
de çocuğuyla intihar etmesi sıradan bir olay değildir. Okur açısından göz önüne
getirilince dahi sarsıcıdır.
Bu anlatının kahramanı, işçi sınıfına mensup genç bir kadın
olan Leyla. Romanda ağırlıklı olarak “anlatıcı
(kahraman) bakış açısı” kullanılmıştır. Başka bir deyişle içsel (iç) odaklanma kullanılmıştır. Leyla,
evleninceye kadar salt “Leyla” iken evlendikten sonra “Leyla Taşçı”ya dönüşür.
Burada “haber”
aktarım biçiminde ve gözlemci bakış açısıyla verilmiştir. Haber dilinde tercih
edilen bu anlatımla iç içe geçmiş bir biçimde Tanrısal bir bakış açısı da söz
konusudur. Bunu da yine girişteki haber yazısını bize seslendiren refakatçi
Ülker’in iç dünyasına dair verilen ortaya konmasından anlamaktayız.
Devam eden ve “Dahiliye-424
Numaralı Oda – İki gün önce” diye başlayan kısımda gazeteye haber olan
Leyla ile Ülker’in ilk karşılaşma anları anlatılmıştır. Burada da aynı gözlemci
bakış açısı söz konusudur. Devamındaki bölümde yine bir zaman geçişi yapılıp
gazete haberi kısmına dönüş yapılır. Burada okuduğumuz Ülker karakteri,
intiharla sonuçlanan hikâyeye özgü bir karakterdir. Şöyle ki “Bir de sevdiği
vardı galiba: Mazlum’muş adı” derken aslında Leylayı pek de tanımadığını
anlıyoruz. Kaldı ki diğer anlatıda Ülker, Leyla’yı daha yakından tanımış,
hayatına müdahil olmuş, kocasının içki alışkanlığını kırmak üzere de ona
antabus ilacını önermiştir. Dolayısıyla burada ifade edilen göndermeler, aşk
üçgenleri, intihar vs. aslında yaşanan olayın bir Yeşilçam klasiği gibi ele
alınmayacağına dair alaylı bir gönderme olarak değerlendirilebilir.
Zaten sonrasındaki kısımda: “Sayfayı
çevirmeyin. Üçüncü sayfa haberleri üç-beş satırdan ibaret olsa da hikâyeleri;
‘kırk katır mı kırk satır mı?’dır.” derken de okuyucunun burada
duraklamasını, bunun sıradan bir haber olmadığını, arkasında kocaman bir hayat
ve sayısız dram olduğunu işaret eder. Bu alıntıdaki diğer dikkat çeken yan ise farklı bir sesin,
yazarın kendi sesinin ortaya çıkmasıdır. Yazar sadece çok az yerde kendini
belli etmektedir. Onun dışındaki tüm bölümlerde yazardan habersiz bir
anlatıcının anlatımıyla karşı karşıya kalmaktayız.
Şahiner “Uydurmanın
İncelikleri: Uydurmanın Süreci” (Bıçakçı, 2018) adlı bir söyleşinde
Antabus’a ilişkin şu önemli tespiti yapmıştır: “Antabus karakterin ağzından
konuşan bir kitaptı. Karakterin yazarla aynı şeyleri bilmemesi gerekiyordu.”
demiştir. Devamında da eserde bundan kaynaklanan bazı kusurların olduğunu ve bu
kusurların da bilinçli olarak romana dâhil edildiğini açıklıyordu.
Romanında konuşmaya devam eden yazar, okuyucuya şöyle bir
vaatte bulunur:
“Siz
sayfayı çevirmeyin, ben hikâyeyi iki gün geriye alayım: Ben Leyla Taşçı, bu
haber matbaaya gitmeden iki gün önce morgda değil hastane odasında yatıyordum…”
Görüldüğü gibi burada yazar ile anlatıcı ayrı ayrı
görülmekle birlikte aynı paragrafta bir arada bulunuyorlar. Seray Şahiner
(yazar), yazar olmanın olanaklarını kullanarak zamanda bir sıçrama yapmakta,
ondan sonra da sözü bütünüyle anlatıcıya (Leyla Taşçı’ya) bırakmaktadır.
Romanda anlatılan olaylar, dramatik çerçeve baştan sona doğru gelişiyormuş gibi
görünse de romandaki Leyla karakteri, sonunu bildiği bir serüveni (iki şekilde
de) geri dönüş anlatısı olarak okuyucusuna aktarmaktadır.
Burada anlatıcı açısından bir tutarsızlık çıkıyor
karşımıza, önce tanrısal konumdaki anlatıcı (Her şeyi görüp bilen anlatıcı)
bize anlatmaya başlıyor. Ve iki gün önce bir hastane odasında yatan Leyla’nın
intihar ettiğini öğreniyoruz. Buraya kadar sorun yok ancak yazar farklı bir
anlatı kipine geçtiğinde ve bu anlatı kipi 3. tekil kişi olduğunda sıkıntı
başlıyor. Burada hikâyenin anlatıcının kendi ağzından anlatılmasının şöyle bir
handikabı ortaya çıkıyor. Hikâyeyi bize bir “ölü” anlatıyor! Burada anlatım açısından kuşkusuz mantıksal bir
kaidenin gözardı edildiği söylenebilir. Birinci kısımda, yani anlatıcının
(Leyla’nın) intihar ettiği anlatıda, anlatanın intihar etmiş olması ve anlatıyı
da kendisinin anlatıyor olması (olaylar yaşandıktan sonra anlatacağına göre)
bir mantık hatası ortaya çıkarıyor. Yani intiharını anlatan bir anlatıcının
varlığının gerçekçi olmadığını söylemeye gerek yok sanırım. İkinci anlatı için
aynı sorun ortaya çıkmıyor. Sonuçta anlatıcı, kendisinin işlediği cinayetle
sonuçlanan bir olayı bize aktarmış oluyor.
TELEVİZYONDAKİ
SES
Burada dikkat çekici bir ses daha işin içine karışmaktadır:
Televizyon.
“TELEVİZYON
/ SES
Beyaz
et, kırmızı etten sağlıklı.
Tavuk
etten ucuz diye öyle diyor herhalde televizyonlar.”
Televizyondaki ses, olay akışı içinde, anlamlı ya da anlamsız,
ama sessel ve sözel bir uyum içerisinde olay akışının bir parçası olacaktır. Bu
sesi takip ettiğimizde aslında Leyla’nın bu sınırlanmış yaşam içerisinde “dış dünyaya” ilişkin bilgisinin
neredeyse tamamının bu sese TV’ye dayandığı yorumunu da yapmak mümkündür.
Aslında sadece TV de değil, sokaktan yansıyan sayısız ses, günlük hayatın
didişmeleri, okuldaki çocuklardan çok aileler arasındaki rekabet, ilaç
prospektüsleri, kısacası yaşamdan akıp gelmiş her şeyi gerçekçi bir biçimde
görmekteyiz romanda...
"Televizyon
sesi Şahiner’in diğer eserlerinde de kullandığı başat bir unsur. Filmlere
benzeyen, filmler gibi yaşanılabileceği bir dünya kuran, buna kendi anlatısında
sürekli yer veren yazar, ‘Antabus’ta da bunu yine başat bir unsur olarak
kullanıyor. Televizyon sesinin hayatımızın her aşamasında bu kadar içimize
işlemediğini düşünmek zor. Şahiner’in eserlerinde bu durum eğer kahramanımız
olan kadın okumuş bir kadını temsil ediyorsa Türk filmleri sahneleriyle kendi
hayatını birleştirirken, okumamış yoksul kadınlarda televizyon sesinin bir arka
fona dönüşmesi şeklinde ortaya çıkıyor.” (IstanbulArtNews, Eylül, 2014
Sayı: 12)
Televizyon sesine, zaman zaman başkaları ne der sesleri
karışıyor. Tüm bu seslerden kurtulmak için ise Leyla uyuma yolunu seçiyor.
Yaşadığı bunalımın bir anlamı da bu kuşkusuz. Elbette bir sonuç alamıyor. Çünkü
onu sınırlandıran ve esir alan toplum ve o topluma ait bütün kurallar onu
korumak bir yana bu felaketinin bizzat sebebi haline geliyor. Dahası bu toplum
yaşadıklarını görmüyor, gördüğünde ise sadece izlemekle yetiniyor. Tüm toplum
adeta bir seyirci. Bu noktada televizyonun Şahiner’in eserlerindeki anlamı bir
eleştiriye de dönüşüyor. Sürekli izleyen eylemsiz bir toplum eleştirisine. Ve
böylesi bir toplumun değişime ve değiştirmeye mecali yoktur.
Başka bir açıdan bakarsak televizyondan gelen sesler
Leyla’nın dünya algısı, olaylara dair yorumları olduğu kadar bilinç akışı gibi
de işletilmiş gibi görünüyor. Bir anlatıcı olarak anlatının sınırlarına
geldiğinde, yani anlatamadıkları söz konusu olduğunda televizyonun sesinden
kelimelere dökülen sözcükleri yardıma çağırıyor gibi: “Bir
de televizyonu beğenmezler. Ben ne öğrendiysem ondan öğrendim. Hep üniversite
mezunu insanlar çıkıyor. Oh, açık öğretim gibi. Beni okutmadılar. Ben
televizyon mezunuyum...”
MİZAHIN
İŞLEVİ
Romanda anlatıma dair dikkat çeken birkaç temel öge
bulunuyor. Bunların başında elbette, kitaba dair yazan her eleştirmenin de
vurguladığı mizah meselesi geliyor. Şahiner, hayatta mizahı en çok kullananların ruhen ya da
bedenen genel kalıpların dışında olanlar olduğuna inanan bir yazar. Bu yüzden
de: “Hayatta kalmak için bir yol ararken
mizah bir saçak altı vazifesi görüyor. Mizah herkese lazım, ama güneşli
iklimlere doğmayanlar yahut bir şemsiyesi olmayanlar için hayati vazife görüyor.”
diyor.
“Zaten
benim kocama ‘beyefendi’ deseler, kocam hiiç üstüne alınmaz. Eeee erkek dediğin
kendini bilecek!” örneğinde olduğu gibi hem alay hem durum
anlatımında işlevli bir mizahtan bahsediyoruz.
Burçak Karadağ ile yaptığı söyleşide “Mizahın kimi zaman hayat kurtardığını öğrenip sırf yazarken değil,
günlük hayatta da başvurduğum bir ablamdır.” diyor ve ekliyor: “Benim de yazarken yapmaya çalıştığım şey
ele aldığım dertlerle mizah yoluyla başa çıkmak…”
Romanda, aile içi şiddet, kadının toplumsal yeri,
kimliksizliği ve Türkiye’de kapitalizmle birlikte çözülen, çürüyen aile yapısı
adeta Leyla Taşçı’nın gözünden resmedilmiş gibidir. Leyla’nın dilinden
fazlasıyla nükteli hatta iğneleyici bir dille anlatılan bu hikâye özellikle
sıradanlaşan şiddeti alaya alarak onu görünür kılmaya ve sıradanlıktan,
duyarsızlıktan kurtarmaya çalışıyor gibi.
Başka bir deyişle tüm trajik anlatısına rağmen mizahı bir
silaha dönüştürüyor Leyla:
“Evet,
bende konuşma reflüsü var. Yıllardır laflarımı o kadar çok yuttum ki, yalnız
kaldı mıydı böyle içimden çıkıyor laflar.” diyen roman karakterine
esşdeğer biçimde Seray Şahiner şöyle söylüyor:
“Mizahta
da hem bir gard, hem de şifa var. Susturucu olmayan ve sana baş etmeyi, cephane
toplamayı öğreten bir silah bu. Bu yüzden de özellikle Antabus’u, öz savunma
sonucu hapse giren kadınlar okusun çok isterim. Bu yolla birbirimize dokunmayı
çok isterim.” (Günsu Özkarar, 2017, http://arsizsanat.com)
Sonuç olarak Antabus’taki mizahi dil, aşırı derecede
rahatsız edici. Yazar belki de bu yolla bir toplum eleştirisi yapmaya çalışmış,
ayrıca toplumun duyarsızlığına ve toplumu oluşturan kurumlara (aileye, devlete)
dönük de sert bir gönderme yapmaya çalışmış gibi.
YEREL
SÖYLEYİŞLER VE DEYİMLER
Romanda hem mizaha hem de yerelliğe işaret eden bir öge de
yöresel söyleyiş kalıplarının kullanılması: “Alyansı
parıl parıl parlıyor. Yeni evli zaar. Yeni evliler hep böyle ocakta yemekleri
varmış gibi telaşla koşar kocalarına.” örneğinde olduğu gibi aynı
anda hem yerel söyleyiş (zaar) hem de deyimlerle zenginleştirilmiş bir dil var
karşımızda.
Bunlar dışında deyim ve atasözlerine de anlatıma uygun bir
biçimde sıklıkla yer verildiğini görmekteyiz. Özellikle topluma egemen olan
eril dili yansıtan atasözü ve deyimlerin bu denli sıklıkla kullanılması oldukça
işlev kazanmış ve metnin anlam evreni daha da zenginleştirmiştir.
“Gözünü
bende açtın da bacağını kimde açtın?!”, “Dil kesiiik baş selamet.”, “Burası
medeni bir ülke”, “dağ gibi”, “Her koyun kendi bacağından”, “Nal sökmeye ölmüş
eşek aramak” “Kurt kuzuyu suyumu bulandırdın diye dava edermiş”…
örneklerinde olduğu gibi hem deyimlere hem de atasözlerine oldukça yoğun bir
biçimde yer verilmiş metinde.
Bu deyim ve atasözleri anlamı zenginleştirmenin yanında
mizahı da daha etkili kılmış gibi görünüyor. Ayrıca bu söz kalıpları, toplumda
egemen olan düşünce anlayışlarını, eril düşüncenin egemenliğini ve cinsiyetçi
yaklaşımları sergilemesi açısından hayli işlevli olmuştur diyebiliriz.
OKURLA
KONUŞAN YAZAR / ANLATICI
Romanda birçok noktada okurla konuşuyormuş gibi bir üslup
özelliğine rastlıyoruz. Bu konuşan ses kimi zaman yazarın sesi olurken zaman
zaman da Leyla’nın sesi olabilmektedir. Bu anlatım kimi zaman bilinçli bir şekilde romana
serpiştirilmiş kimi zaman da merak ögesinin altını çizmede bu yönteme
başvurduğunu görüyoruz:
“Siz
de meraktan kurdeşen dökmüşsünüzdür şimdi; ‘Kim bu Mazlum?’ diye... Ne? Orda
olduğunuzu biliyorum! Seyredenler hep olur...”
Anlatıcı aslında bu noktada bizi şaşırtıyor. Mazlum’un kim
olduğuna dair bir merak uyandırırken diğer yandan “seyredenler” ifadesiyle de
okura apayrı bir Leyla, uğradığı şiddete sessiz kalan, bunu atalet içinde
izleyen ve üç maymunu oynayan tanıklara sert bir dille seslenir:
“Belki
gece yatarken kocanıza-karınıza, ‘Adam da Leyla’ya ne zulmediyor vallahi içim
parçalandı,” diye dertlenir, benim kaşım gözüm paralanırken parçalanan içiniz
için merhamet toplarsınız. Aileniz de anlar ki siz çok insaniyetli birisiniz.
Sonra da insaniyetli insaniyetli zıbarır uyursunuz. Ertesi gün uyanırsınız, e
sizin de hayat gaileniz var, beni mi düşüneceksiniz? Her koyun kendi bacağından…”
Çünkü yazarın da Leyla’nın da söylediği gibi: “Seyirciler hep olur. Önceleri utanırdım.
‘El âleme rezil oluyoruz’ diye. Asıl el âlem bana rezil oluyor... Görüp de
görmeyerek. Madem beni yok sayıyorsunuz, ben de sizi yok sayıyorum...” Bu
ifade aslında karşısındakiyle konuşmaktan çok bir iç monoloğu da andırır.
Bilinç akışına benzer ifadelerin olduğu kısımlarda da adeta
bir diyalog havasına giriyor: “Babamlara
anlatsam mesela, ‘Baba, burası medeni bir ülke ama bu kocam olacak beyefendi
beni eşşek sudan gelinceye kadar dövüyor’ diye...”
Kuşkusuz romanın en baskın yanlarından biri de eril ve
duyarsız bir toplum eleştirisi yapması. Kimi zaman toplumla, kimi zaman okurla
konuşma havasında yazılan bu bölümlerde yazarın da dayanamayıp söze dâhil
olduğunu görmekteyiz:
“Siz
karışmazsınız. Bana üzülürsünüz tabii ama taraf tutmazsınız... Öyle de bir
tutarsınız ki: Ben zulüm çekerken susuyorsanız,
kocamın tarafındasınız. Siz, erkek tarafısınız...”
ÜÇ
NOKTA’NIN ARDINDAN GELENLER (…)
Romanda yazılı ifadelerde dikkat çeken unsurlardan biri de
üç nokta (…) kullanımına sıklıkla yer verilmesi. Zaman zaman bitmeyen ve
okuyucunun düşüncesine bırakılan cümleler için kullanılan bu üç nokta, kimi
zaman da cümle tamamlanmış olsa bile “aslında daha söylenecek şeyler var ama
söylemiyorum” manasında da kullanılmış gibidir.
“Pratik
kadındır şu hemşire...”,
“Belki
bir sakıncalı durum vardır diye kocama sormamış...”
“Bizim
hemşire bu saflıkla koca fakülteyi nasıl bitirmiş bilmem...”
“Madem
ki duyup duymazdan geliyorlar, yok sayıyorum ben de onları...”
Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi cümlelerde anlam
tamamlanmış görünüyor; ancak konu tam da cümlelerin sonunda kesintiye uğradığı
için yazar adeta “daha söylenecek şeyler var, ama bu kafi” anlamında üç nokta
kullanmayı tercih etmiş olabilir.
Öte yandan;
“Amaan,
el âleme konuşup da ne...”
“Böyle
ben Ömer’i gördüm müydü...”
“On
beşimdeydim...”
“Onu
evlat katili mi yapacakmışım. Zaten İstanbul’a geleli bozulmuşum...”
“Siteler,
kalabalıklar, geniş boş araziler...”
“İçim
nasıl kıyır kıyır...” gibi örneklerde de ifadelerdeki anlamın
tamamlanmadığını göstermek amacıyla yine üç nokta kullanma yolu tercih edilmiş
görünüyor.
Kuşkusuz bir metinde üç nokta kullanmak noktalama kuralları
gereğidir. Ancak bunların dikkat çekici bir sıklıkta kullanılması, ki
Antabus’ta hayli dikkat çekici, anlam / anlatım evrenini genişletmede bana
kalırsa önemli bir işleve sahip. Diğer yandan okuru salt bir okur olmaktan öte
metni, okurun üzerine düşündüğü bir metin haline getirmektedir. Ayrıca yazarın
bilinçli olarak bıraktığı kimi boşlukları okurun doldurmasını istemesi, bir
bakıma yapıtın yeniden anlam kazanmasını ve her okurda bambaşka imgesel
kapıların açılmasına neden olmaktadır.
ANLATISAL
VE MİMETİK ÖĞELERİN KESİŞME NOKTALARI
Roman için iki farklı son yazılmış. Bu sonların ikisini de
bir arada okuyoruz. İlkinde yaşadıklarından bunalan ve çıkış bulamayan Leyla,
çocuklarını ve kendini öldürüyor. (bir çocuğuna daha hamiledir ayrıca)
İkincisinde ise kocasını öldürür. Aslında bu da planlı bir cinayetten öte,
yaşadıkları karşısında ortaya çıkan bir patlama sonucu gelişen bir eylemdir.
Bu finallerin hiçbirinde Leyla’da bir kişilik değişimi, bir
uyanış göremiyoruz. Zaten ikinci finalde de Leyla’nın eylemi mahkemece “meşru müdafaa” denilerek serbest kalmasını
sağlıyor. Yani bilinç anlamında her iki sonuçta da Leyla, aynı Leyla.
Kimi eleştirmenler Şahiner’in bu yapıtını (diğer
yapıtlarıyla birlikte) “Feminist
manifeto” olarak değerlendirse de bu yapıtı doğrudan böyle değerlendirmek
bana göre fazla abartılı olur.
“Bu
metinlerin ve Şahiner’in daha önceki yazılarının düpedüz radikal feminist
manifestolar olduğunu, yazarın bütün “kahramanlarının” imtiyazsız kadınlar
olduğunu niçin kaydetmedik?” (Koçak, 2018,
https://t24.com.tr)
Kaldı ki manifesto olarak tabir edilebilmesi için en
azından yapıtın düşünsel (bilinç) ya da eylemsel düzeyde en azından bir yön
çizmesi beklenir. Oysa bu roman salt olanı anlatmış gibi görünüyor. Kuşkusuz
kadına yönelik şiddete ilişkin bir farkındalık yarattığı iddia edilebilir; ama
yine de manifesto olacak kadar derin bir kurgu taşıdığını söylemek gerçekçi
değil.
Nesrin Karadağ’ın bu konudaki değerlendirmesi bana daha
anlamlı geldi:
“Keşke
oyun dramaturjik olarak feminist bir bakışla ele alınmış olsa, toplumsal
cinsiyet rollerini sorgulayan bir anlayışla, üçüncü sayfa haberi bozularak
başka son seçenekleri yaratılabilseydi. O zaman Leyla’nın bireysel değişim ve
uyanış hikâyesi anlatılmış olacaktı ki; bu da tiyatronun toplumsal, tarihsel ve
hukuksal kaynakları olan bir meseleyi mekanizmasını açığa çıkaran, düşünme
alternatifleri sunan bir sorumlulukla ele almasını sağlayacaktı. Leyla kendi
meselesine mesafe alarak bakacak, gelişine yaşamak yerine karar vermeyi
öğrenecek, bilinçlenecekti. Bu bağlamda belki ölmek ve öldürmek dışındaki
seçenekler de görünür hale gelecekti. Leyla uyanacak ve kendisi için başka
yollar bulacaktı.” (Karadağ, 2017, https://bianet.org)
Romanın sonunda Leyla’nın düşünme biçimi değişmediği gibi,
buna dair, yaşadığı hayata dair bir sorgulama gereği içine de girmiyor. Ne
kendi düşünme biçiminde bir değişim ne de özneleşme yönünde bir adım ya da buna
dair bir işaret görmüyoruz. Kocasını da öldürme nedeni bir var oluş meselesi ya
da bilinç sıçramasından öte kendi algısının kızının önünde değişmesine dair
duyduğu korkuya dair bir patlama olarak çizilmiş. Romanın kimi noktalarındaki
önsemeler de aslında Leyla’nın en hassas yanının “kızının annesine dair algısı”
olduğu görülüyor zaten. Diğer taraftan devletin Leyla’yı bu davada mağdur
olarak görüp serbest bırakması da kadın sorunundaki en başat sorun olan devlet
ve yasaların sorumluluğunu gölgeleyen bir sonuç olarak görülebilir. Yazarın
buna ilişkin bir kaygısı var mı bilemiyorum ama yaşadığımız realiteye pek de
uymayan ve sorumlulara dair pozitif algı yaratabilecek bu sonu romanın bir
başka eksikliği olarak not etmek gerekiyor.
Şahiner’in bu romanda başarıyla gerçekleştirdiği bir
yaklaşım var. Bu da zeminle figür arasındaki farkı kaldırmasıdır:
“Şahiner,
‘arka plan’da ‘toplumsal doku’yu ince ince işliyor ama bunu bizi çok da
rahatsız etmeksizin, toplumsal antagonizmayı çok da gözümüze batırmaksızın
yapıyor, öyle mi? Biz orada hem bir ‘bireyi’ izliyoruz, hem de onun perdelediği
veya süzgeçlediği bir genel toplumsal durumu (bir ayıbı) seyrediyoruz, öyle mi?
-- Şahiner’in o iki romanda şiddetli bir kasıtlılıkla (veya kasıtlı bir
şiddetle) yapabildiği bir şey varsa eğer, figürle zemin arasındaki, bireysel
kahramanla toplumsal doku arasındaki bu yatıştırıcı temsil mesafesini Tayyip
Erdoğan’ın deyimiyle ‘ayaklarının altına alması’dır.” (Koçak,
2018, https://t24.com.tr)
Yazar aynı anda hem karakterini izlemeye alıyor, aynı anda
buna bizleri de dâhil ediyor. Hatta zaman zaman şiddetin dozajını öyle abartılı
bir seviyeye ulaştırıyor ki gerçeklik algısında kırılmalar yaratıyor. Ve sanki
bize içten içe fısıldıyor: “Leyla yok,
siz varsınız! Sorun da sizin hastalıklı beyinleriniz!” Aslında bunu demeye
kalmadan da izleğin yanından usulca geçerek uzaklaşıyor, yani aslında demiyor,
bir anlatı evreninde gezinirken bizi bir enginliğin ortasına getirip oradaki
gölü görmemizin önünü açıyor, görüp görmemekse okuyucuya kalıyor.
Şahiner, kadınlar arasında erkekler yüzünden bir iktidar
ilişkisi geliştiği gereceğine de işaret ediyor. Özellikle bu egemenlik ilişkisi
üzerinden birbirlerini hedef alan kadın gerçeğini adeta ters yüz ediyor. Antabus’ta
aynı erkeğe aşık olan Leyla ve Necibe’nin bir erkek yüzünden birbirlerine
düşman olmalarına değil, sonradan dost olmalarına; hatta birbirlerinin can
yoldaşı olmalarına dair bir tabloyla karşılaşıyoruz. Feministlerin sıkça
değinip şiddetle reddettiği “Kadın,
kadının kurdudur” yaklaşımının tam aksine aynı erkeğin “kazığını” yemiş iki kadın kendileri
arasındaki anlamsız rekabete son verip yoldaşlaşma yoluna girmelerine tanık
oluruz.
SINIFSALLIK
Şahiner bir Adalet Çavdar ile yaptığı bir söyleşide “Kul”
ile “Antabus”taki kadın karakterlerin farkını şöyle ortaya koyuyor. “Antabus’taki
Leyla, hayatta kalmak için etrafındaki insanlardan kurtulması gerektiğine
inanıyordu. Kul’daki Mercan ise, yaşamak için etrafında insanlar olması
gerektiğine inanıyor. Birbirine taban tabana zıt iki karakter. Ama ikisinin de
derdi, bakıp da görmezden gelenle, başkasının acısı üzerinden kendine vicdan biçenle…”
(Çvdar, 2017, https://ilknusha.com)
Antabus’ta Leyla, bir asi ve kural tanımaz olarak ortaya
çıksa da yazarın (ve karakterin) öfkesi özellikle vicdani, ahlaki ve insani
değerlerini yitiren topluma karşı, öfkesini kusarken en çok onları hedef
alıyor.
Şahiner, bir başka söyleşinde: “Eleştirilmek, eleştirilmekten korkup susmaktan daha büyük bir risk
değil.” derken de tamda bu duyarsızlığı işaret etmiş gibidir.
Burçak Karadağ ile yaptığı bir başka söyleşide Orhan Kemal
ödülünü kazanması hakkındaki değerlendirmesi de sınıfsal yaklaşımı açısından dikkat
çekicidir: “Edebiyatta temel dertlerimden
biri sınıf meselesi olduğu için, bu alanda kürsü sahibi olacak konumda bir
yazarın adına verilmiş bir ödülü almak büyük mutluluk.” olmuş. Kuşkusuz
“gıyabi ustam” dediği ve sınıfsal yaklaşımını örnek aldığını belirttiği böyle
bir ödülü almak bu çizgide yazan bir yazar için çok kıymetli olsa gerek.
Sınıf meşelisinde biraz yanlı davrandığını, olaylara ve
kahramanlara bilinçli müdahalelerde bulunduğunu da başka bir söyleşide şöyle
dile getirmiştir:
“Sınıf
meselesini temel alan romanlar ve öyküler yazıyorum. Biraz da taraflı
davrandığımı kabul ediyorum. Hiçbir kitabımda bir pankart açmıyor veya parmak
sallamıyorum. Haddim de değil. Zaten o karakterleri seçerek taraflı davranmış
oluyorum. Genelde ya göç etmiş aileler veya onların büyük şehirlerde yaşayan 3.
kuşak çocuklarını yazdım şimdiye kadar. Aslında figüran olarak gördüğümüz
kadınları ben başrol olarak ele aldım.” (Günsu Özkarar -
http://arsizsanat.com)
KARAKTER
ANALİZİ
Leyla’nın İstanbul diye geldiği yer gecekondu mahallesi,
Leyla göçmen. Babasının sokağa çıkmasına izin vermediği ama merdiven altı
konfeksiyonda çalışmaya gönderilen işçi Leyla. İlk aşkının hayal kırıklığını
yaşayan aşık Leyla ve patronunun tecavüzüne uğrayan kadın Leyla. Sonra ailenin namusu
temizlensin diye koyun gibi satılması... Her gün tecavüzü ve dayağı yaşadığı
yuvası, garip Leyla.
Ama o bunların hiçbiri olmak istemez. İçten içe bireysel
var oluşunu ortaya koymaya çalışan Leyla’nın meramını şu ifade aslında özetler
gibidir:
“Ben,
Osman kızı Leyla, Remzi’nin karısı Leyla oldum. Bana sorsalar, sadece ‘Leyla’
olmak isterim. ‘Leyla’yla Mecnun’ bile değil, düz Leyla.”
Hiç öpüşmemiş (parktaki heykeli saymazsak), hiç sinemaya
gitmemiş olan Leyla, adeta hiç gülmemiş hayatı boyunca. Ne zaman gülümsese
adeta kursağında kalır her gülüş. Leyla hep televizyon izler, her şeyi oradan
görür, hiç kendi hayatına benzemez televizyondakiler.
“Televizyon’da
hep söylüyorlar… Bir de televizyonları beğenmezler. Ben ne öğrendiysem ondan
öğrendim. Hep üniversite mezunu insanlar çıkıyor. Oh, açık öğretim gibi. Beni
okutmadılar. Ben televizyon mezunuyum”
Seray Şahiner Leyla’yı anlatıyor; ama biz Leyla’nın neye
benzediğini hiç bilmiyoruz. Uzun mu kısa mı; güzel mi çirkin mi, bilmiyoruz! Leyla’yla
ilgili fiziksel detayların anlatılmamasının ardında bu anlatılan kişinin
toplumdaki herhangi bir kadın olduğuna dair alt mesaj söz konusu olabilir.
Zaten Leyla’nın hikayesi çok aşina olduğumuz bir hikâye... sürekli duyduğumuz,
okuyup geçtiğimiz, zaman zaman dehşete düşsek de yanından geçip gittiğimiz bir
hikaye. Haliyle biz her gün aslında nice Leylaların yanından geçiyor
olabiliriz! Peki ne yapıyoruz, ya görmezden gelip yanından geçiyoruz ya sayfayı
çeviriyoruz ya kanal değiştiriyoruz ya da duymazlıktan gelip olağan hayatımıza
devam ediyoruz!
HİKÂYENİN
MERAMI
Antabus’ta günümüzde pek çok kadının yaşadığı bir drama
tanık oluyoruz. Birçok kadının benzerlerini yaşadığı halde sanki Leyla Taşçı’ya
o kadar özgür bir çerçeve çizilmiş ki olay ne toplumsal bir sorun olarak ele
alınabiliyor ne de bu sorunu yaratan mekanizmalara dair bir ışık tutuyor. Belki
sadece anlatılanlara ve yaşanan dehşetin şiddetine rağmen bir düşünme penceresi
açıyor bize.
***
Antabus’ta genel olarak İstanbul’u bir refah kapısı olarak
gören 70-80’lerde şekillenen şehir algısına dair bir eleştiri olarak çizilen bir
aile profili ve bu anlatının merkezine oturtulmuş bir Leyla karakteri var. Roman,
şehirleşemeyen, gettolaşan şehir bölgelerinde salt ayakta durmaya çalışan,
küçük hayaller (ev, kendi işini kurma vb.) peşinde koşan, küçük burjuva mülk
sahiplerinin mülksüzleşme ve kapitalist dönüşüme ayak uydurmalarının hikâyesi
bir bakıma. Kuşkusuz şehir kapitalizminin zorunlulukları geleneksel aileyi
çözerken, katı ahlaki kurallarda da bir kırılma yaratıyor. Bu kırılma öyle bir
noktaya evrilebiliyor ki en sonu çürüme kaçınılmaz olabiliyor. Ahlaki çerçevesi
kalın, Türkiye’nin geleneksel aile yapısının kapitalist dönüşümle birlikte
yaşadığı krizin bir sanatçı gözüyle ve içerden bir tasviri açısından bana
kalırsa oldukça başarılı ve kendini bir çırpıda okutabilen bir roman.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler