Adnan Yücel’in 1970′li yılların sonlarında
başladığı yazma serüveni, diğer dergi ve gazetelerde çıkan ürünleri dışında
somut olarak ilk şiir kitabının yayınlanmasıyla başlar (1979). Yücel’in şiiri
özellikle ‘80 öncesinde gelişen devrimci sınıf hareketinden bağımsız
düşünülemez. Zaten ilk şiir kitabı bu dönemi yansıtan bir isimle yayınlanır:
Kavgalara Sözlenen Sevda..
Çok geçmeden 1980 faşist darbesi gerçekleşir. Bu süreç ilerici her kesimi vuran
“koyu bir eylül sarısı” olarak dile gelecektir daha sonraki şiirlerinde. Öyle
ki Adnan Yücel, 12 Eylül döneminde olsun, 90’ların ikinci yarısından itibaren
ortaya çıkan liberal tasfiyecilik süreci olsun; aydınların, sanatçıların ve
şairlerin günün havasına “uyum sağladıkları”, sistemin ve düzenin suyuna
gittikleri yerde gerçekten başı dik üretimini sürdürmüştür.
Şiirin evrensel dili
Adnan Yücel şiirlerinde evrensel temalar kullanmıştır kuşkusuz: Kavga, direnme, umut, güven… Romantik, kırılgan, yer yer naif bir algı ve iç düşünüş vardır mısralarında. O açıdan da evrensellik, asıl olarak onu derinden etkileyen süreçlerin, iç dünyasında yarattığı patlamaların duygusal imgelemi olarak kalır. Tarihsel - toplumsal koşulların bütünlüğü ve akışın içindeki devinimin bu bütünsellik içinden algılanıp imgelere dökülüşünden ve evrensel olanın buradan yakalanmasından ziyade, daha lokal ve etkileyici bir yoğunluk taşıyan kesitler içinden yakalamaya ve aktarmaya çalışır meramını.“Şiir çevirisi zordur” denir. Burada esas sorun aslında şiirin ulusal algı ve söylemler üzerinden şekillenmesidir. Vaptsarov’un şiirini okurken ya da Nazım’ın başka dillerdeki çevirilerine baktığımızda onların bu sınırlılıkları aştıklarını rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Hangi dilde okunursa okunsun ortak bir duygulanım ve coşkunluğu aktarabilmeleri, yaratabilmeleri bu söylediğimizi doğrular; bu da onların çevirisinin hiç de “zor” olmadığı anlamına geliyor. Anlatılan kavga da olsa aşk da olsa bunlar, yerel duyuş ve anlatım sınırlarına hapsoldukça söyleyişin evrensel bir anlatımın düzeyine ulaşması pek de mümkün olmaz.
Yaşamın gri tonlarına direnmek
1982’de yayınlanan Soframda Kaval Sesi adlı yapıtı Yücel’in kararlı üretkenliğinin ilk habercisi olur. Bu eserinde şiirlerinin tümüne nüfuz eden eş bir söylem düzeyinden söz edemiyoruz. Şiirlerinin neredeyse tümü bireysel bir anlatı kurgusuna dayanır. Bu bireysellik bastırılan, soluksuz kalmış bir sesi çığlıklama çabasıdır aslında; ama yorgundur ve biraz da kırgın! “Yaşamın baharı” belirsiz bir gelecek düşü içerisinde gözden yitmiştir. Bunu bir arayış nüvesi olarak değerlendirmek de mümkün; çünkü bu süreci anlama ve tarif etme kaygısını da görebilmekteyiz: “Selam söyle yaşamın baharına / De ki korkular çökmüş vadilere / Şimdi menderesler çiziyor ırmaklar / Zaman lekeli bir utanç sessizliğinde”Adnan Yücel’in şiirde kullandığı ve “nehir şiir” olarak adlandırılan uzun bir anlatı örgüsüne dayalı iki şiir kitabını (“Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” ve “Ateşin ve Güneşin Çocukları”) özellikle anmak gerekiyor. Türkiye’de çok da yaygın olmayan hikaye şiir olarak adlandırılan bu biçim, onun şiirlerinin, kendi deyimiyle, “doruğunu” oluşturur.
“Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek”
Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’te (1986), ikinci şiir kitabındaki yalnızlığı kırmıştır artık. Çoğul konuşan bir söylencedir artık şiir. Zaten Yücel, bu şiire arayışlarının sonuçlarını aldığının ifadesiyle başlıyor: “Aşksız ve paramparçaydı yaşam / Bir inancın yüceliğinde buldum seni / Bir kavganın güzelliğinde sevdim. / Bitmedi daha sürüyor o kavga / Ve sürecek / Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”“İnancın yüceliğinde” ve “kavganın güzelliğinde” bulunan neydi? “Siz ki anlardınız aşkın dilinden…/ Şiirlerde türkülerde tanımıştım” dedikleri ve 12 Eylül darbesine karşı direnmeyi bir ilke düzeyinde kabul eden “kır çiçekleri” ve “yer altı nehirleriydi” elbette. Oldukça güçlü bir ses yakaladığı aşikar olan bu nehir, “kavga” sınıflı toplumların evrimi ve toplumsal dönüşümle ele alınarak günümüze kardar gelir. Bu eserinde “biz” in sesini yakalamış bir Adnan Yücel’le yüz yüze geliyoruz: “Oysa toprak yorulur biz yorulursak / Susarsak bütün dünya susar”
Şiirin arka planı ve temel beslenme kaynaklarını incelediğimizde Türkiye panoramasını verişte “içeriden” bir sesle konuşur; ancak toplumsal dönüşümün kendisi sınıfsal gelişim ekseninde düşünüldüğünde zayıf ve yüzeysel kalır. Toplumsal dönüşümün temel gücü olan işçi sınıfı onun şiirinde bir söylem olarak belirir; ama bu söylem öznel bir duyuştan öteye geçmeye, sınıfsal çelişkileri dillendirmeye ve bunları bir sınıf perspektifiyle çözümlemeye yönelmez. Burada Anadolu’nun direngen yüzü öne çıkar: Pir Sultan’dan Dadaloğlu’na, Hallac-ı Mansur’a değin Anadolu farklı dönemleri ve mücadeleci soluğuyla dile gelir adeta.
1984 – 1986 yılları faşist cuntaya karşı kıpırdanışların başladığı, hapishanelerde direnişlerin ve ölüm oruçlarının, kıran kırana mücadelelerin sürdüğü bir dönemdir. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’in özellikle yedinci ve sekizinci bölümleri bu mücadele sürecinde “teslim bayraklarını çekenlerden” “zulüm tufanı”na direnen “bir tutam kır çiçeğine” kadar farklı tutum ve duruşları anlatır. Şiirin son bölümü ise “çoğul” olmanın verdiği bir güçle meydan okumaya dönüşür: “İmgelerin en ulaşılmaz doruğunda / Ey her şeye bitti diyenler / Korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler / Ne kırlarda direnen çiçekler / Ne kentlerde devleşen öfkeler / Henüz elveda demediler”
Adnan Yücel’in felsefi, kültürel bir derinlik ve estetik değer taşıyan yapıtları düşünüldüğünde, ilk ürünlerinde yakaladığı etkiyi ve gücü sonrakilerde bulamıyoruz, hatta bir yerden sonra hep aynı simgelerle ve söyleyiş biçimiyle aynı şiiri yazıyor izlenimini doğuruyor. Şairin şiirinin gelişiminde doruk noktasını ifade eden Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ten sonraki ürünlerinde dil, biçim ve içerik bakımından ciddi anlamda bir tekrar göze çarpmaktadır. Hatta son kitabında (Sular Tanıktır Aşkımıza) bu tekrar, anlam boyutunu aşıp dize tekrarına dönüşecektir.
Adnan Yücel'in ağzından kendi şiiri...
Şiir ile Toplumsal Mücadele
Bu tekrarda dikkati çeken önemli bir nokta vardır: Söz konusu dönem, yani 1996
sonrası süreç toplumsal hareketin gerilemeye başladığı bir dönemdir. Bir önceki
şiir kitabından (Çukurova Çeşitlemesi) bu yana geçen beş yıllık süre zarfında üretkenliğinde
bir durgunluk göze çarpmaktadır. Oysa 1984′ten sonraki süreçte neredeyse her
yıl bir şiir kitabı yayınlanmıştır. Olgunluk dönemi diyebileceğimiz bu süreçte
bir durgunluk yaşamasının sebebini tam da toplumsal mücadele ile sanatı
arasında kurduğu bağda aramak gerekir.
Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi yazarları da düşündüğümüzde aslında onlarda temel bir özellik vardır: Bu yazarlar yapıtlarını oluştururken gözlemlerini ustaca aktarmayı başarırlar. Daha çok izlenimci bir çizgi sürdüren bu yazarlar, mesela Çukurova’daki kapitalistleşme süreciyle birlikte çözülen toplumsal- kültürel- ekonomik yapıyı olağanüstü bir yetenekle gözlemleyip bunu hikayeleştirmeyi başarırlar. Bizler Eskici Dükkanı‘ndaki baba karakterini okurken onun aslında geleneksel yapıyı temsil ettiğini, çocuklarının eğilimlerinin ise yeni şekillenen yapıya denk düştüğünü anlarız. Burada yazınsal anlamda hiçbir zorlama ya da sürtünme hissetmeyiz. Ama içeriden yapılan bu gözlemlerde genel eleştirellik sınırları çok da zorlanmaz. Yani yeni olanın eleştirisine çok da rastlamayız. Var olan eleştirellik daha çok karakterlerin yaşadıkları zorlanma, çıkışsızlık ve kırılmalarda belirir. onlar ne yaşarlarsa biz de eserde bunları okur, görürüz.
Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi yazarları da düşündüğümüzde aslında onlarda temel bir özellik vardır: Bu yazarlar yapıtlarını oluştururken gözlemlerini ustaca aktarmayı başarırlar. Daha çok izlenimci bir çizgi sürdüren bu yazarlar, mesela Çukurova’daki kapitalistleşme süreciyle birlikte çözülen toplumsal- kültürel- ekonomik yapıyı olağanüstü bir yetenekle gözlemleyip bunu hikayeleştirmeyi başarırlar. Bizler Eskici Dükkanı‘ndaki baba karakterini okurken onun aslında geleneksel yapıyı temsil ettiğini, çocuklarının eğilimlerinin ise yeni şekillenen yapıya denk düştüğünü anlarız. Burada yazınsal anlamda hiçbir zorlama ya da sürtünme hissetmeyiz. Ama içeriden yapılan bu gözlemlerde genel eleştirellik sınırları çok da zorlanmaz. Yani yeni olanın eleştirisine çok da rastlamayız. Var olan eleştirellik daha çok karakterlerin yaşadıkları zorlanma, çıkışsızlık ve kırılmalarda belirir. onlar ne yaşarlarsa biz de eserde bunları okur, görürüz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler