Türkiye’de şiirin, özellikle toplumcu şiirin gelişiminin özellikle 1950’lerden sonra daha belirgin çizgilerle ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu gelişim seyri elbette toplumsal mücadelenin gelişimi ekseninde; ondan beslenen ve esinlenen bir seyirdir.
Bu dönem şiiri, Divan Edebiyatına bir tepki olarak gelişen Garip akımının “her tabakadan insana seslenen” anlayışından sıyrılarak bir duruş oluşturma çabasını taşır bağrında. Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Melih Cevdet Anday, Ahmed Arif, A. Kadir ve Hasan Hüseyin Korkmazgil gibi şairlerle başlayıp gelişen bu şekilleniş 1960’lardan sonra da devam eder. Toplumsal mücadelenin değişken seyri içinde bu süreçte farklı şiir anlayışları (İkinci Yeni vb.) şekillense de aslolarak toplumcu şiir vuracaktır damgasını bu döneme.
Adnan Yücel’in 1970′li yılların sonlarında
başladığı yazma serüveni, diğer dergi ve gazetelerde çıkan ürünleri dışında
somut olarak ilk şiir kitabının yayınlanmasıyla başlar (1979). Yücel’in şiiri
özellikle ‘80 öncesinde gelişen devrimci sınıf hareketinden bağımsız
düşünülemez. Zaten ilk şiir kitabı bu dönemi yansıtan bir isimle yayınlanır:
Kavgalara Sözlenen Sevda..
Çok geçmeden 1980 faşist darbesi gerçekleşir. Bu süreç ilerici her kesimi vuran
“koyu bir eylül sarısı” olarak dile gelecektir daha sonraki şiirlerinde. Öyle
ki Adnan Yücel, 12 Eylül döneminde olsun, 90’ların ikinci yarısından itibaren
ortaya çıkan liberal tasfiyecilik süreci olsun; aydınların, sanatçıların ve
şairlerin günün havasına “uyum sağladıkları”, sistemin ve düzenin suyuna
gittikleri yerde gerçekten başı dik üretimini sürdürmüştür.
Şiirin evrensel dili
Adnan Yücel şiirlerinde evrensel temalar kullanmıştır kuşkusuz: Kavga, direnme,
umut, güven… Romantik, kırılgan, yer yer naif bir algı ve iç düşünüş vardır
mısralarında. O açıdan da evrensellik, asıl olarak onu derinden etkileyen
süreçlerin, iç dünyasında yarattığı patlamaların duygusal imgelemi olarak
kalır. Tarihsel - toplumsal koşulların bütünlüğü ve akışın içindeki devinimin
bu bütünsellik içinden algılanıp imgelere dökülüşünden ve evrensel olanın
buradan yakalanmasından ziyade, daha lokal ve etkileyici bir yoğunluk taşıyan
kesitler içinden yakalamaya ve aktarmaya çalışır meramını.
“Şiir çevirisi zordur” denir. Burada esas sorun aslında şiirin ulusal algı ve
söylemler üzerinden şekillenmesidir. Vaptsarov’un şiirini okurken ya da
Nazım’ın başka dillerdeki çevirilerine baktığımızda onların bu sınırlılıkları
aştıklarını rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Hangi dilde okunursa okunsun ortak bir
duygulanım ve coşkunluğu aktarabilmeleri, yaratabilmeleri bu söylediğimizi
doğrular; bu da onların çevirisinin hiç de “zor” olmadığı anlamına geliyor.
Anlatılan kavga da olsa aşk da olsa bunlar, yerel duyuş ve anlatım sınırlarına
hapsoldukça söyleyişin evrensel bir anlatımın düzeyine ulaşması pek de mümkün
olmaz.
Yaşamın gri tonlarına direnmek
1982’de yayınlanan Soframda Kaval Sesi adlı yapıtı Yücel’in kararlı
üretkenliğinin ilk habercisi olur. Bu eserinde şiirlerinin tümüne nüfuz eden eş
bir söylem düzeyinden söz edemiyoruz. Şiirlerinin neredeyse tümü bireysel bir
anlatı kurgusuna dayanır. Bu bireysellik bastırılan, soluksuz kalmış bir sesi
çığlıklama çabasıdır aslında; ama yorgundur ve biraz da kırgın! “Yaşamın
baharı” belirsiz bir gelecek düşü içerisinde gözden yitmiştir. Bunu bir arayış
nüvesi olarak değerlendirmek de mümkün; çünkü bu süreci anlama ve tarif etme
kaygısını da görebilmekteyiz: “Selam söyle yaşamın baharına / De ki korkular
çökmüş vadilere / Şimdi menderesler çiziyor ırmaklar / Zaman lekeli bir utanç
sessizliğinde”
Adnan Yücel’in şiirde kullandığı ve “nehir şiir” olarak adlandırılan uzun bir
anlatı örgüsüne dayalı iki şiir kitabını (“Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” ve
“Ateşin ve Güneşin Çocukları”) özellikle anmak gerekiyor. Türkiye’de çok da
yaygın olmayan hikaye şiir olarak adlandırılan bu biçim, onun şiirlerinin,
kendi deyimiyle, “doruğunu” oluşturur.
“Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek”
Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’te (1986), ikinci şiir kitabındaki yalnızlığı
kırmıştır artık. Çoğul konuşan bir söylencedir artık şiir. Zaten Yücel, bu
şiire arayışlarının sonuçlarını aldığının ifadesiyle başlıyor: “Aşksız ve paramparçaydı
yaşam / Bir inancın yüceliğinde buldum seni / Bir kavganın güzelliğinde sevdim.
/ Bitmedi daha sürüyor o kavga / Ve sürecek / Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”
“İnancın yüceliğinde” ve “kavganın güzelliğinde” bulunan neydi? “Siz ki
anlardınız aşkın dilinden…/ Şiirlerde türkülerde tanımıştım” dedikleri ve 12
Eylül darbesine karşı direnmeyi bir ilke düzeyinde kabul eden “kır çiçekleri”
ve “yer altı nehirleriydi” elbette. Oldukça güçlü bir ses yakaladığı aşikar
olan bu nehir, “kavga” sınıflı toplumların evrimi ve toplumsal dönüşümle ele
alınarak günümüze kardar gelir. Bu eserinde “biz” in sesini yakalamış bir Adnan
Yücel’le yüz yüze geliyoruz: “Oysa toprak yorulur biz yorulursak / Susarsak
bütün dünya susar”
Şiirin arka planı ve temel beslenme kaynaklarını incelediğimizde Türkiye
panoramasını verişte “içeriden” bir sesle konuşur; ancak toplumsal dönüşümün
kendisi sınıfsal gelişim ekseninde düşünüldüğünde zayıf ve yüzeysel kalır.
Toplumsal dönüşümün temel gücü olan işçi sınıfı onun şiirinde bir söylem olarak
belirir; ama bu söylem öznel bir duyuştan öteye geçmeye, sınıfsal çelişkileri
dillendirmeye ve bunları bir sınıf perspektifiyle çözümlemeye yönelmez. Burada
Anadolu’nun direngen yüzü öne çıkar: Pir Sultan’dan Dadaloğlu’na, Hallac-ı
Mansur’a değin Anadolu farklı dönemleri ve mücadeleci soluğuyla dile gelir
adeta.
1984 – 1986 yılları faşist cuntaya karşı kıpırdanışların başladığı,
hapishanelerde direnişlerin ve ölüm oruçlarının, kıran kırana mücadelelerin
sürdüğü bir dönemdir. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’in özellikle yedinci ve
sekizinci bölümleri bu mücadele sürecinde “teslim bayraklarını çekenlerden”
“zulüm tufanı”na direnen “bir tutam kır çiçeğine” kadar farklı tutum ve
duruşları anlatır. Şiirin son bölümü ise “çoğul” olmanın verdiği bir güçle
meydan okumaya dönüşür: “İmgelerin en ulaşılmaz doruğunda / Ey her şeye bitti
diyenler / Korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler / Ne kırlarda direnen
çiçekler / Ne kentlerde devleşen öfkeler / Henüz elveda demediler”
Adnan Yücel’in felsefi, kültürel bir derinlik ve estetik değer taşıyan
yapıtları düşünüldüğünde, ilk ürünlerinde yakaladığı etkiyi ve gücü
sonrakilerde bulamıyoruz, hatta bir yerden sonra hep aynı simgelerle ve
söyleyiş biçimiyle aynı şiiri yazıyor izlenimini doğuruyor. Şairin şiirinin gelişiminde
doruk noktasını ifade eden Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ten sonraki
ürünlerinde dil, biçim ve içerik bakımından ciddi anlamda bir tekrar göze
çarpmaktadır. Hatta son kitabında (Sular Tanıktır Aşkımıza) bu tekrar, anlam
boyutunu aşıp dize tekrarına dönüşecektir.
Adnan Yücel'in ağzından kendi şiiri...
Şiir ile Toplumsal Mücadele
Bu tekrarda dikkati çeken önemli bir nokta vardır: Söz konusu dönem, yani 1996
sonrası süreç toplumsal hareketin gerilemeye başladığı bir dönemdir. Bir önceki
şiir kitabından (Çukurova Çeşitlemesi) bu yana geçen beş yıllık süre zarfında üretkenliğinde
bir durgunluk göze çarpmaktadır. Oysa 1984′ten sonraki süreçte neredeyse her
yıl bir şiir kitabı yayınlanmıştır. Olgunluk dönemi diyebileceğimiz bu süreçte
bir durgunluk yaşamasının sebebini tam da toplumsal mücadele ile sanatı
arasında kurduğu bağda aramak gerekir.
Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi yazarları da düşündüğümüzde aslında onlarda temel
bir özellik vardır: Bu yazarlar yapıtlarını oluştururken gözlemlerini ustaca
aktarmayı başarırlar. Daha çok izlenimci bir çizgi sürdüren bu yazarlar, mesela
Çukurova’daki kapitalistleşme süreciyle birlikte çözülen toplumsal- kültürel-
ekonomik yapıyı olağanüstü bir yetenekle gözlemleyip bunu hikayeleştirmeyi
başarırlar. Bizler Eskici Dükkanı‘ndaki baba karakterini okurken onun aslında
geleneksel yapıyı temsil ettiğini, çocuklarının eğilimlerinin ise yeni
şekillenen yapıya denk düştüğünü anlarız. Burada yazınsal anlamda hiçbir
zorlama ya da sürtünme hissetmeyiz. Ama içeriden yapılan bu gözlemlerde genel
eleştirellik sınırları çok da zorlanmaz. Yani yeni olanın eleştirisine çok da
rastlamayız. Var olan eleştirellik daha çok karakterlerin yaşadıkları zorlanma,
çıkışsızlık ve kırılmalarda belirir. onlar ne yaşarlarsa biz de eserde bunları
okur, görürüz.
İnce Memed'in Sesi Yankılanıyor!
Yücel’in şiirlerinde Çukurova, pamuk tarlalarınca bembeyaz, buğday tarlalarınca
altın sarısı görümleriyle girer şiire. Özelde Çukurova daha genel anlamdaysa
Akdeniz ve Anadolu doğal ve tarihi özellikleriyle şiirinin temel beslenme
kaynağı olur. Çukurova Çeşitlemesi adlı kitabını da “gerçek bir çeşitleme” olarak
niteler. Orada Çukurova’nın doğal yapısından tarihsel dokusuna değin bir dizi
ögeye rastlamak mümkündür. İki bölümden oluşan eserinin ilk bölümünü bu doğal -
tarihsel yapı oluştururken ikinci kısımda insanıyla direngen ve baş eğmez bir
Çukurova ile çıkar karşımıza: “Çukurova emek yangını bir yerdir / Mutlaka
bilmen gerekir / O kartal ki / kazancılar çarşısında çekiç sesidir / Sayacılar
çarşısında dikiş sesidir / Bir eli Kiremithane mahallesindedir” Ama sözünü
ettiğimiz izlenimcilik Adnan Yücel’de de belirgindir. O da gözlemledikleri
üzerinden duygusal - düşünsel izlenimlerini yansıtır çoğunlukla. Onun yazma
eyleminin en etkin itici gücü toplumsal mücadelenin gelişkinliğidir. Mesela
yaşanan yenilgi süreci sonrası bir hareketlenme süreciyse o da aynı heyecan ve
coşkuyla bu halaya katılır şiirleriyle. Onun şiirinde İnce Memed'in başkaldırısını da Kuvayi Milliye'yi de duyarsınız... Kısacası ilhamı kavga olan bir şairdi
Adnan Yücel. Ama şiir sadece anlık resimleri ya da duygusal dorukları
yansıtıyorsa eninde sonunda üretimi vuran bir noktaya gelmektedir. Ama sadece
Çukurova değildir Yücel’in eserlerinin konusu. “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” demesi de yüzünü bir dünya düşüne
döndürdüğü anlamına gelmez mi zaten.