Şiirin Toplumsal Gelişimi
Taşır insanların hem aşkını, hem acısını / Bağrımdaki şu deli, şu ince yürek / İnsan gibi yaşamaktır bugün gerçek din / İnsan gibi yaşamak
(Tevfik Fikret, Tarih-i Kadim)
Sanatın en eski kaynaklarından ve ürünlerinden biridir şiir. İlkel çağlardan bu yana yaşamla iç içe olmuş, kimi zaman yaşamı yansıtırken kimi zamanda onu zenginleştiren ve açıklayan bir öğe olmuştur.
Şiir de diğer sanat dalları gibi insanın gereksinimlerinden ve bu gereksinimleri giderme ihtiyacından doğmuştur. Uygarlık tarihinde şiir ve şair daima önemli bir misyon üstlenmiştir. İlkel kabilelerde bu misyona mistik-ilahi bir sıfat eklenmiş, zaman içinde bu mistik yön törpülenerek kendi doğal gelişim seyrini sürdürmüştür. Her coğrafyada ve kültürde farklı kulvarlarda; ama daima insana dönük bir varoluş içinde üretilegelmiştir. Bir bakıma doğanın yeniden üretildiği bir aracına dönüşmüştür.
"Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli kölesi durumuna getirdi…İlk kapitalist ulus İtalya idi. Feodal ortaçağın sonuna ve modern kapitalist çağın başlangıcına, dev bir kişi damgasını vurdu: hem ortaçağın son şairi hem de modern zamanların ilk şairi bir İtalyan, Dante. 1300'de olduğu gibi, bugün de, yeni bir tarihsel çağ yaklaşıyor. İtalya, bize, bu yeni, proleter çağın doğuş anına damgasını vuracak yeni Dante'yi verecek mi?" (Komünist manifesto)
Bu alıntı tam bir diyalektiğin zorunluluk ilkesine bir atıfı da barındırır içinde. Sanatın kökeninde var olduğunu belirttiğimiz “gereksinimleri karşılama” özelliği, siyasal ve sosyal koşullardan bağımsız değildir çünkü. Kimi dönemlerde bu ifade ediş, yine o sosyal ve siyasal şartlardan dolayı bir içe kapanmaya vesile olsa da ilk fırsatta kabına sığmayan bir atılganlıkla kendi mecrasında akmaya devam etmiştir. Özellikle Türk şiirinin gelişimini bu siyasal ve sosyal değişkenler üzerinden değerlendirmek mümkündür.
Anadolu topraklarında şiirin kökleri çok eskilere dayanır. Yazının kullanılmaya başlanmasından asırlar önce “Halk Edebiyatı” olarak adlandırılan ve bütünüyle söze dayalı bir şiir anlayışı varlığını sürdürmüştür. 13. yüzyıldan sonra “yüksek zümre edebiyatı” olarak da adlandırılan, saraya ve seçkinlere dönük bir elit şiir akımı olan Divan edebiyatı da aynı süreçte gelişim gösterir. Divan şiirinin gelişimi Osmanlının ekonomik-kültürel gelişiminden bağımsız değildir. Kaldı ki Divan edebiyatının doruğu kabul edilen yıllar aynı zamanda bu edebiyatın da en zengin ve etkili ürünlerini verdiği yıllardır. Divan Edebiyatı olarak adlandırılan bu elit edebiyat daha ehil ve bireyci bir şiir olarak gelişirken (elbette içerikte farklı istisnalar da barındırmaktaydı) Halk edebiyatı ise bütünüyle yukarıda sözünü ettiğimiz “gereksinimler” sonucu, geniş toplumsal kesimlerin sosyo-kültürel sorunlarını yansıtmaya olanak sağlayacak şekilde gelişmiştir.
19. yüzyılın ortalarından sonra Türk şiirinde, Avrupa’da meydana gelen siyasal gelişmelerden beslenen bir değişim rüzgârı ortaya çıkar. Bu değişim ve gelişim Osmanlı’daki siyasal değişmeler ekseninde yer yer kesintiye uğramış olsa da şiir toplumsal ihtiyaçların gereği ve bunları karşılama misyonundan soyutlanmamıştır.
Dünyada 20. yüzyılın başlarından itibaren toplumcu bir şiir gelişmeye başlar. Özellikle bu yüzyıl öncesinde yaşanan ihtilaller ve toplumsal ayaklanmalar şiirde de ifadesini bulur. Ekim devrimiyle beraber sosyalist gerçekçi şiir anlayışı bizde de ilk örneklerini vermeye başlar.
“1950-1960 yılları arasındaki siyasal atmosfer içinde rahat manevra alanı bulamayan, hatta bazıları kovuşturmaya uğrayıp tutuklanan veya eserleri toplattırılan” toplumcu gerçekçilerin esas etki alanı aslolarak ancak 60’ların rüzgârıyla bir hareket gücüne ulaşır.
1953 yılından itibaren Yeditepe, Yenilik, A, İstanbul ve Şiir Sanatı gibi dergilerde, 1956’dan sonra ise Pazar Postası dergisi başta olmak üzere dönemin diğer dergilerinde şiirlerini neşreden Turgut Uyar (ö.1985), Edip Cansever (ö.1986), Cemal Süreya Seber (ö.1990), Ece Ayhan (ö.2002), İlhan Berk (d.1916), Ercüment Uçarı (d.1928), Kemal Özer (d.1935), Ülkü Tamer (d.1937) ve dünya görüşü itibariyle farklı bir şahsiyet Sezai Karakoç (d.1933) gibi şairler, İkinci Yeni hareketi olarak daha farklı bir şiir anlayışıyla ortaya çıkarlar.
Şiir üzerine yazmak gerçekten çok zor. Ancak bir insan hangi alanda üretim yaparsa yapsın bu üretim alanının tarihini, gelişimini kavrayamamış bir insan söz konusu alanda tekrarlara düşecek, sıradan olanın sınırlarını aşamayacak en sonunda da orijinal olamadığında yarına hiçbir şey bırakamayacaktır.
Şiirin “bir şey anlatması” onun
türsel özelliğinden değil, sanatın doğuşundaki gereksinim ilişkisinden, yani
yaşamla arasındaki bağdan kaynaklanıyor. Kaldı ki, şiirin “bir şey
anlatması”yla romanın, öykünün “bir şey anlatması” birbirinden çok
ayrı. Her tür, kendi olanakları içinde, kendine özgü
bir biçimde “anlatıyor”.
Sanatın doğuşundaki gereksinim giderme
kökeninden, bu kökenin onu yüz yüze getirdiği yaşamı yansıtma
niteliğinden geliyor. Çünkü şiirin yaşamla bağı, onun
içerdiği bütün ilişkileri kucaklayacak kadar geniş ve kapsamlı.
Yaşamı olanca zenginliğiyle yansıtmaya elverişli bir tarih ve
coğrafya var gerisinde.
Şiir ne zaman bir gerileme içine girse,
saldırı işte bu noktada gösteriyor kendini. Tarihle ve coğrafyayla
bağlantıyı koparma noktasında. Son olarak, 80 sonrasında da böyle
yapıldı. Şiirin tarihine, coğrafyasına sahip çıkan toplumcu
kesimin 80 öncesindeki yükselişini durdurmak
için, “büyük dâva”larla uğraştığı, “ayrıntı”ları önemsemediği, oysa
yaşamın salt “büyük dâva”lardan oluşmadığı, “ayrıntı”ların da önemli olduğu
ileri sürüldü. (80 sonrasında kurulan yayınevlerinden birinin
“ayrıntılar da önemlidir” sloganını kullanmasını anımsayalım.) Bu, şiirin kendi
coğrafyasıyla bağlantısını koparma yolunda bir göstergeydi.
Şiirin nereye kadar gerilediğine bakınca,
“ayrıntı”ları önemsemek gerektiğini söyleyenlerin “ayrıntı”da
boğulur hale geldiğini görüyoruz. Toplumcu kesimin de, bireyin “ihmal” edildiği
eleştirisine boyun eğerek, hızla artan ölçüde bir “özne şiiri” yazmaya
yöneldiğini, gerilemeyi bu açıdan yaşadığını söyleyebiliriz.
Hangi yönden bakarsak, bir benzeşme ortamı, bir kimliksizlik çıkıyor ortaya.
(“Yeni bir Divan şiirine doğru mu?” diye sorulduğunu
anımsayalım.) Koparılan bağlantı yeniden kurulmazsa, şiirin
tarihine de coğrafyasına da sahip çıkılmazsa, durumun değişmesi de söz konusu
değil.
“Ayrıntı”da boğulduğunu söylediklerimizin
yaşamla ilişkiden beklentileri sınırlı. Örneğin yaşamı değiştirmek diye bir
kaygıları, hele şiirin bu alanda işlevi olabileceği gibi bir düşünceleri
yok. Onlar, şiiri, aydınlar arası bir
“zekâ, zevk ve bilgi” gösterisine dönüştürmüşler bile.
“Özne şiiri”yle yetinenlerin ise, yaşamla bağ kuran,
onu hem yansıtan, hem değiştirmeyi amaçlayan bir
tutumla ilişkileri hâlâ varsa, şiirin tarihine yeniden
bakmaları, coğrafyasını yeniden kullanmaları gerekiyor.
Bu noktada, üstelik elimizin altında eşsiz
bir kaynak bulunuyor. Nâzım Hikmet, bir de bu coğrafyayı nasıl kullandığına bakılarak
okunabilir. Okunduğu zaman da, hicivden taşlamaya, destandan portreye,
bilinçaltı akımından rubaiye, bu coğrafyanın türsel ve biçimsel olarak; ya da Şeyh Bedrettin’denTaranta Babu’ya, Kuvayi Milliye’den
uzay yolculuğuna, aşk şiirlerinden “Makinalaşmak İstiyorum”a ilgi alanı
olarak nerelere yayıldığı görülebilir.
Sonbahar şiiri yazdığı için kendisini
eleştiren Kemal Tahir’e Nâzım Hikmet’in yanıtı, bu coğrafyanın sınırları
olmadığını gösterir nitelikte: “Niçin
yazmayacakmışım? Sonbahar da, yaz ve kış gibi bir mevsimdir ve insanlar bütün bu mevsimlerden
geçerler”. Ardından söyledikleri ise nasıl
yazılması konusunda bir uyarı: “Yeter
ki kışın bile ümitsiz olmasınlar, ihtiyarlıklarını cesaretle, ümitle karşılasınlar ve onu hiç de
bitmiş, ölü bir mevsim olarak kabul etmesinler”.
Bu sınırsızlığa ve uyarıya, Nâzım Hikmet
kadar, Mayakovski’den Brecht’e, Lorca’dan Aragon’a, Eluard’dan Neruda’ya uzanan
geniş bir ozanlar toplamında da rastlıyoruz. Hepsini birleştiren, yaşamla
kurdukları ilişki, onu bütün ayrıntılarıyla, zenginliğiyle kavrama ve yansıtma
çabası. Yine Nâzım Hikmet’in satırlarıyla söylersek, "şiir insanların özyaşamlarının
her evresinde okuyabildikleri, sordukları sorunun karşılığını
bulabildikleri” genişlikte yazılmalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler