Her çağ kendi sanatçılarını ve edebiyatçılarını yaratır. Bu sanatçıların sanat anlayışları tek boyutlu veya tek yanlı değildir. Sınıflı toplumlarda her sınıf kendi yaşam koşullarının bir zorunluluğu olarak üretim faaliyetleri içinde olur. Melih Cevdet’in Antik Yunan’da felsefenin nasıl geliştiğini özetlediği aşağıdaki şiiri bu konuda yeterince aydınlatıcıdır.
"Defne Ormanı
Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
için felsefe yapıyorlardı, çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
Köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.”
Elbette toplumların yaşam koşulları tek biçim yapıtlar ortaya çıkarmaz “İnsanların ne oldukları, üretimleriyle, ne ürettikleriyle olduğu kadar, nasıl ürettikleriyle de ilişkilidir.” Bir toplumda aynı koşullar, farklı seslere, farklı imge ve çağrışımlara yol verebilir.
Sınıflı toplumlarda, çok katmanlı sanatsal yaklaşımlarla karşı karşıya kalıyoruz. Genel olarak nitelikli sanat ürünlerinin ve sanatçıların “muhalif” olduğunu söylemek pek de gerçek dışı olmaz. Ama yine de egemen sınıf, üretim araçlarını ellerinde bulundurduğu gibi sanatsal yaratımı da belirler / belirlemeye çalışır. Osmanlı Devleti’ndeki aydınlanma çabaları da bu üretim sürecine dair bir dizi örnekle doludur.
19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyıl başları Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinin son safhasıdır. Bu dönem hem devlet için hem de Osmanlı aydını açısından kritik eşiklerle doludur. Bu dönem içerisinde yaşanan değişimler, yıkımlar; sosyal ve siyasal çalkantılar doğrudan edebiyata da yansımış, çeşitli edebi hareketlerin doğmasında itici güç olmuştur.
1839’da Tanzimat Fermanı, Osmanlı aydınının görece nefes almasını sağlamış, edebi üretkenliği kendi dönemine göre ileri taşımıştır. Bu Ferman’la oluşan “anayasal” ortam az da olsa gelişmiş 1876’da tahta çıkan II. Abdülhamit Meşrutiyet’i ilan ederek Osmanlı’nın ilk Anayasası olan Kanun-i Esasi’yi kabul etmiştir. Ancak çok geçmeden 1878 Osmanlı-Rus Savaşı bahane edilerek Meclis dağıtılmış ve Anayasa yürürlükten kaldırılmıştır. Bu olay tarihe baskı, işkence ve zulümle anılacak “İstibdat Dönemi” olarak geçecektir. Bu yazımızın amacı, böyle bir ortamda yetişen ve edebiyatımızda egemen çevrelerce yalnızca “Batı şiiri yanlısı”, “karamsar, bireyci” gibi sıfatlarla tanıtılan, çoğunlukla görmezden gelinen Tevfik Fikret’i tanıtmak olacaktır.
Fikret, 26 Aralık 1867 tarihinde İstanbul'da Aksaray'da doğmuştur. Asıl adı Mehmet Tevfik'tir. On iki yaşında öksüz kalan Fikret, ilk eğitimini de İstanbul’da tamamlamış, sonradan Galatasaray Lisesi olarak adlandırılan Mekteb-i Sultani'yi 1888’de birincilikle bitirmiştir.
Eğitim yaşamının başlarında babası sürgüne gönderilmiş, Fikret ise sürgündeki babası vefat edinceye kadar ailesinden ayrı yaşamak zorunda kalmıştır. Tevfik Fikret’in İktidara duyduğu ilk öfke tohumları bu yıllarda atılmıştır. “Babasının sürgüne gönderilmesi Tevfik’in içinde fırtınalar kopardı ve derin yaralar açtı. Bunlar zamanla daha da derinleşti, ölünceye kadar da kapanmadı. Tevfik böylece Abdülhamit yönetiminin zulmünü kendi ailesi içinde görüyor, istibdattan nefret ediyordu. Abdülhamit’e karşı içindeki başkaldırı ilk önce bu olaydan kaynaklanıyordu.”
Fikret, İlk olarak 1891 yılında “Mirsad” dergisinin açtığı bir şiir yarışmasında birinciliği kazanarak edebiyat çevrelerinde adını duyurmuştur. Bu dergi saray tarafından “sakıncalı” bulunduğu için baskılara maruz kalıyordu. Artan baskılara dayanamayan dergi en sonunda kapandı. Tevfik, buna çok içerlemiş, gazete ve dergilere şiir ve yazı göndermekten vazgeçmişti. 1892 yılında ise birincilikle bitirdiği Galatasaray Lisesi’nde Edebiyat öğretmeni ve müdür olarak hizmet vermiştir. Burada yürüttüğü çalışmalarla liseyi modernleştirmiş, eğitim kalitesini yükseltmiştir. Eğitsel çalışmalardan işçiliğe kadar Galatasaray’ın her işinde bizzat çalışmıştır. Emekleri sonunda meyvesini vermiş ve Lise dönemin en saygın eğitim kurumları arasında yerini almıştır. Bir şairin kimliğini en iyi yansıtabilecek ürünleri ve şiirleri olsa gerek. Fikret, toplumun bu sancılı dönemeçlerini hep şiirlerinde yansıtmayı başarabilmiştir.
Modern Şiirin Temsilcisi
Osmanlının son döneminde yetişen Tevfik Fikret’in şiirleri, bu dönemin bütün gerilimlerini barındırır. Şairliğinin yanında sanat konusundaki birikimi, fikirleri ve ressamlığıyla da dikkat çeken Fikret, Osmanlı şiir geleneğindeki saray himayesine sığınmışlığı reddetmesini bilen, korku, kuşku ve gerilim içinde yaşamasına rağmen iktidarların gölgesine sığınmayan, emeğiyle geçinen, kendi ifadesiyle “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” bir sanatçıydı.
Fikret, Aydınlanma ideallerine, eşitlik ve özgürlük düşüncesine bağlanmışlığıyla, toplumsal sorunları şiirlerine ateşli bir dille taşımasıyla, muhafazakâr kesimlerin en ağır saldırılarına maruz kalmış Osmanlı aydınlarının önde gelenlerindendir.
Gölgelenen Şair
Servet-i Fünun şiiri denilince ilk olarak akla o gelse de edebiyatımızda bir dizi nedenden dolayı hep gölgede kalmış bir şairdir Tevfik Fikret. Bunun en önemli sebebi, toplumcu düşünceleri ve iktidar karşıtı kimliği olsa gerek!
Özellikle sağlam ahenkli dili ve edebiyat alanında çığır açan düşünce ve girişimleriyle Fikret kısa zamanda arkadaş çevresinde bir lidere dönüşür. Etrafında toplananlarla Tanzimat sanatçılarının tükenen soluklarına yeni bir kanal açmak, dahası onları aşmak gayesiyle çalışmalar yürütür. Tam da bu sıralarda Galatasaray Lisesi’nde iken kendisinin edebiyat öğretmeni de olan Recaizade Mahmut Ekrem imdadına yetişir. Onu bir bilim dergisi olan Servet-i Fünun dergisinin başına getirir. Dergi, Fikret’le birlikte bir edebiyat dergisine dönüşür. Böylece edebiyatımızda Servet-i Fünun Dönemi olarak adlandırılacak dönem başlamış olur. (1896)
Aslında onun edebi anlayışını iki döneme ayırmak mümkündür. Birincisi, ağırlıklı olarak sanat kaygılarının öne çıktığı, bireysel konuları işlediği dönemdir. Diğeri ise özellikle Servet-i Fünun dergisinin kapatılmasından sonra gelişen daha toplumcu, muhalif ve siyasal eleştirilerinin ağırlık kazandığı dönemidir. 1901’den sonra şiir anlayışı farklılaşır. “Sanat, şahsi olamaz; kendi şahsı için sanat eseri yaratanlar bulunsa bile sanatçılar yalnız kendi şahısları için eser yaratanlar değildir” diyerek bu yeni bir şiir anlayışını müjdeler. Kuşkusuz İstibdat’ın en koyu zamanlarında yetişmiş olması ilk dönemin sanat anlayışını belirlemiştir. Şiirde anlam kapalılığına yönelim, anlatılmak istenenlerin sembollere dayalı olarak anlatılma zorunluluğu, uygulanan ciddi sansür baskısından ileri geliyordu. Sözü edilen dönemde bazı sözcüklerin (Grev, sosyalizm, hürriyet, vatan, musavvat-eşitlik, yıldız, büyük burun: Abdülhamit’in burnu vs.) kullanılması dahi yasaktı. Bir yazılı kural yoktu; ama adeta gazete ve dergiler baskı yüzünden bir otokontrol geliştirmişlerdi.
Birkaç defa çeşitli jurnaller yüzünden tutuklanan Fikret’i rahat bırakmıyorlardı. Bir hasta ziyaretinin uzaması, üç kişinin bir evde toplanması ya da çalıştığı okulun toplantısına katılması tutuklanması için yeterli vesilelerdi.
“Abdülhamit bu yıllarda baskısını artırıyordu. Sansür, büyük boyutlardaydı. Jurnal günlük yaşamın doğal hali olmuştu…. 1898’de bir ihbar üzerine Tevfik Fikret tutuklandı. Birkaç gün sonra özgürlüğüne kavuştu. Fakat hafiyeler peşindeydi. Bir arkadaşı hastalanmış, ziyareti uzayınca ‘toplantı yapıyorlar’ diye ihbar edilmiş üç arkadaşıyla tutuklanmıştı. Robert Kolejde katıldığı bir çaylı toplantı yüzünden yine tutuklanır.”
Ülkede esen baskı ve korku rüzgârından bunalan Fikret ve arkadaşlarının kafasında, ülkeyi terk etme fikri belirir. Gidilecek ülke Yeni Zelanda’dır. Ancak bu koşullarda yurt dışına çıkmak da ciddi bir sorun idi ve tehlikeler içermekteydi. Çeşitli girişimlerde bulunurlar. En sonunda para engeli yüzünden bu düşüncelerini gerçekleştiremeyip vazgeçerler. Bu konuya ilişkin ve ağır bir melankoli ifadesi olan şiirleri “Ömr-i Muhayyel, Bir Mersiye, Yeşil Yurt” vb. bu anlayışın eseri olarak kaleme alınmış şiirlerdir.
Serveti Fünun dergisinde çeşitli sorunlar yaşayan Fikret, 1901’de dergiden ayrılır. Kısa zaman sonra da dergide yayınlanan ve Fransızcadan çevrilen “Edebiyat ve Hukuk” adlı bir makale yüzünden dergi kapatılır. Dergi sonradan yayın hayatına döner ancak, eski gücünü ve çekim merkezi olma işlevini kaybetmiştir.
1901-1908 yılları arasında hem siyasi ortamın gerilimi hem de eski dostlarıyla ilişkilerinin zayıflaması yüzünden bir nevi inzivaya çekilen Fikret, zamanının büyük çoğunluğunu Boğaziçi’nde bulunan ve bugün Tevfik Fikret Müzesi olan “Aşiyan”da geçirir. Bu süre zarfında şiirlerini hiçbir dergi ya da gazetede yayımlamaz. Ama istibdada ve gericiliğe olan öfkesini anlatan şiirlerini yazmaya devam eder. Bu şiirler yayınlanmasa da elden ele dolaşarak gençliğe ilham ve mücadele azmi vermeye devam eder. Bu şiirlerden en önemlilerinden biri SİS şiiridir.
İstanbul… Yedi Tepeli Kent… Belki hiçbir kente bu kadar övgü, bu kadar güzelleme nasip olmamıştır. Böylesine özlem, sevgi ve güzellikle adı özdeş olan başka bir kent daha var mıdır! Metinlere bu kadar çok konu olan bir başka kent yoktur.
Aşk nasıl ki çok boyutludur İstanbul da çok farklı algılarla çıkar karşımıza yazarların, şairlerin sözlerinde, dizelerinde… Adeta bir renk cümbüşünün ortasında parıldar İstanbul. Kent Fetih öncesinde de Fetih’ten sonra da doğunun önemli bir merkezi olmuştur. Roma İmparatorluğu’ndan sonra uzun yıllar Osmanlı’nın başkentliğini yapan kent şairlerin hayallerini süsleyen biricik mekânlardan biri olmuştur. Eski edebiyattan yeni edebiyata kadar İstanbul’u es geçen şairimiz yok gibidir. Sadece şiir alanında da değil. İlk öykü ve romanlarımızın da vazgeçilmez mekânı İstanbul’dur.
Nedim, bir beyitinde İstanbul’u şöyle tarif eder: “Bu şehr-i Sitanbul ki bî misl ü behâdır / Bir sengine yek-pare Acem mülkü fedadır” (Bu İstanbul şehri paha biçilmez değerdedir, eşsizdir, Bir tek taşına bütün bir Acem (İran) mülkü feda olsun.)
Bir 'taş'ı için koskoca Acem mülkünü gözden çıkarılabilen yaklaşımından Tevfik Fikret'in "Sis" şiirinde çizilen atmosfere kadar bir dizi duygu ve düşüncenin odağında hep aynı kent var: İstanbul.
İstanbul kimi zaman ritmi, enerjisi ve hareketliliği ile bir yaşam merkezi kimi zamansa zengin tarihsel, mimari, inanç ve ritüel zenginliği ile bir kültür merkezi olarak yansımıştır Türk şiirinde. Yeni olanın, modernliğin kaotik biçimde yaşandığı yerdir İstanbul! İşte bu İstanbul ilk kez Fikret’in dizelerinde bambaşka bir görünümle çıkar karşımıza. İstanbul’u ilk defa "olumsuz" bir görünümle yansıtan, İstanbul’a yıldırımlar yağdıran bir öfke ve tiksintinin sahibi Tevfik Fikret, İstibdat yönetimini ve onun temsili olan İstanbul’u anlatır bu Sis şiirinde.
Kendi anlatımına göre, bir akşam evine döndüğü sırada ağır bir sis tabakasının altında kent adeta kaybolmuştur. Bu durum şairin içini sıkıntıyla doldurur. Kapıya yaklaştığı sırada yolun karşısında onu gözetleyen hafiyeyi fark eder. Bu durum canını daha da sıkar. Bu can sıkıntısıyla içeri girer, tek kelime etmeden odasına çıkar ve sabaha kadar çalışır. Gün doğarken “Sis” tamamlanmıştır. Kente ve dolayısıyla iktidara duyduğu öfkeyi kâğıda dökmüş olmanın huzuruyla dinlenmeye çekilir.
“Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında her şey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümler sâhası!
Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!”
Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?
Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetli kuşkularla duygusu körleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyla kilitlenmiş ağızlar.
Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!
Tarih-i Kadim (Eski Tarih)
“Din şehit ister, gökyüzü kurban.
Her yanda durmadan kan akacak,
durmadan her yanda kan!”
“Ey tanrı en zorlu düşmanın senin,
boğmak ister seni ulu katında,
çok iyi tanırsın sen o yılanı,
onun kızgın zehrinden bir vakitler bize
bir tadımlık vermiştin hani.
Kuşku! En zalim en güçlü düşman.
Bunu ya bildin ya koydun kafamıza,
ya da bilemedin işin nereye varacağını.
‘şeytanlık, düzen, sapıklık’ denen şey var ya,
bugün yerinden yurdundan edecek seni o.”
“Ey kan içen kargalar,
bütün karanlıklar sizinle dolu!
Artık yeter fikri susturduğunuz,
yerini hiçbir şey tutamaz bu dünyada
zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın.”
Bir Lahza-i Teahhur (Bir Anlık Gecikme)
"Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın.
Attın fakat yazık ki, yazıklar ki, vuramadın"
“Bir patlama... bir duman... ve bütün bir şenlik alayı,
Sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın...”
“Ey yüce patlama, ey öç alıcı duman…
…Görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.”
“Fakat o rastlantı… Ah, o güçlülerin yardımcısı,
Güçsüzlerin, zavallıların sürekli düşmanı
Birden yetişti bu eşsiz önlemi yok etmeye,
Söndürdü bu parıldayan umudu bir solukta.”
“Kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;
Ancak; unutmasın şunu alçaklığın tarihi:
Bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)
Bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini.”
Eskinin Mazlumları Zalimleşirse…
“Bir uğursuzluk çağı, yine çiğnendi yeminler
Çiğnendi yazık milletin yüce umudu
Kanun diye topraklara sürtüldü alınlar
Kanun diye, kanun diye, kanun tepelendi
Boşuna çığlıklar yine, boşuna iniltiler”
“Ey millete bir tokat olan kabul edilmez darbe!
Ey yasalara saygıyı tepen zalim darbe!
Milleti, kanunu kutsal sayan her
Vicdan seni lanetle, alçaklıkla anar…”
“Yiyin, efendiler yiyin; bu doyumsuz sofra sizin,
Doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çatırdayan ocak!
Bugünkü mideler sağlam, bugünkü çorbalar sıcak;
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…”
“Ey taş, ey varoluşun paslanmış yazıtı, sen,
Başı kırık bir Sfenks heykeline benzeyen
Duruşunla, yaradılışa bakarsın kuşkuyla,
Bari sen çözebildin mi o büyük sırrı?
Ey huzur içindeki yürek, sen bari anladın mı?
Niçin taş yürekler hep şen ve sevinçli dünyada?”
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümler sâhası!
Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!”
diye devam eden mısralarda böyle dile gelir Tevfik Fikret’in İstanbul’u. Fikret, bütün şairlerin tutkunu olduğu kente lanetler yağdırmaktadır. Elbette dünyaya baktığı pencereden de kaynağını alan bu öfke, aslolarak İstanbul’dan öte İstanbul’un temsil ettiği iktidara (padişaha) ve güç odaklarına yöneliktir. Fikret bu şiirle esasen baskıcı Abdülhamit'in istibdat yönetimine kalem ve mürekkebiyle meydan okumaktadır.
II. Abdülhamit tahta çıkarken verdiği tüm sözleri çiğnemiş, meşrutiyeti göstermelik olarak ilan etmiş, velâkin bu yeniliğin ömrü uzun sürmemiştir. Tarihte “Doksan Üç Harbi” olarak da adlandırılan Osmanlı-Rus savaşı gerekçesiyle Meclis feshedilerek belki de Abülhamit’in ayak bağı olarak gördüğü Meşruti yönetime son verilmiştir. Tepeden inme gerçekleşen ihtilal ve dönüşümlerin hazin sonu, Osmanlı aydınının bir rüyasını daha tuzla buz etmiştir.
Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?
Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetli kuşkularla duygusu körleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyla kilitlenmiş ağızlar.
Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!
"Sis" şiiri derin bir umutsuzluk ve yalnızlık hali içerisinde kaleme alınmıştır. Fikret, İnzivaya çekilmiş olsa da dışarıda akan yaşamdan kopmamıştır. Jurnaller, sürgünler hız kesmeden devam etmektedir. Korku insanların ruhlarına kadar işlemiş haldedir.
Bu durum bazılarına göre bir bunalım anının yansımasıdır sadece. Ya da İstanbul’a nefret ve öfke dolu bakış açısının kaynağını Avrupai bakış açısına dayandıranlar da vardır. Oysa bu yaklaşımlar Osmanlı aydınını küçümsemekten başka bir anlam taşımaz.
Fikret’e göre Abdülhamit korkmaktadır. Korktuğu için de halkı sindirmeye çalışmaktadır. Her despot ya da diktatör gibi korkusu büyüdükçe baskı ve zulmü de artmaktadır. Bu korku imparatorluğu aslında içten içe çürümektedir. Yolsuzluklar, hırsızlıklar ve ahlak düşkünlükleri artık kentin sokaklarına taşmıştır. İşte sözcüklerden yansıyan iğreti ruh hali bu görünümden kaynaklanır.
Yeri gelmişken Vedat Türkali’nin “İstanbul” şirini Tevfik Fikret’e “Sis Şairine” ithafen yazdığını da söyleyelim. Yukarıda tahlil etmeye çalıştığımız Sis şiirinden başka Fikret’in egemen ideolojilere karşı durduğu bir başka şiiri de Tarih-i Kadim başlığını taşır.
Tarih-i Kadim (Eski Tarih)
Fikret, 1905 yılında “Hitap” adıyla da bilinen Tarih-i Kadim adlı şiirini yazar. En uzun soluklu şiirlerinden biri olan bu şiir “insanlık tarihi”ne bir ayna tutar . Fikret bu şiirde, zafer kazananların tarihleri yazdığına işaret ederek aslında zafer kazananların insanlığı nasıl hiçleştirdiğini anlatmak ister. "Kutsal" değerler uğruna nice savaşların, yıkımların ortaya çıkmasını anlamsız bulan şair, rivayete göre bir Kurban Bayramı günü ailesiyle birlikte gezinirken mezbahaya götürülen kurbanlıkları görür ve şiirin sarsıcı mısralarını o anda terennüm eder:
“Din şehit ister, gökyüzü kurban.
Her yanda durmadan kan akacak,
durmadan her yanda kan!”
Şiirin birçok yerinde dine ve dinsel ritüellere de eleştiriler getirir. Hatta halk edebiyatına özgü olan şathiyelerdeki, Tanrı’yla konuşuyormuş gibi bir üslup takınarak ona seslenir. Böylece dinsel dogmacılığın karşısına kuşku ve sorgulamayı koyar:
boğmak ister seni ulu katında,
çok iyi tanırsın sen o yılanı,
onun kızgın zehrinden bir vakitler bize
bir tadımlık vermiştin hani.
Kuşku! En zalim en güçlü düşman.
Bunu ya bildin ya koydun kafamıza,
ya da bilemedin işin nereye varacağını.
‘şeytanlık, düzen, sapıklık’ denen şey var ya,
bugün yerinden yurdundan edecek seni o.”
Sadece dine değil insanları boyunduruk altına alan her türden iktidar biçimine de karşıdır Fikret. Bu ister bir kralın tacı, bir derebeyinin köleci zihniyeti ya da bağnazlık olsun fark etmez.
Elbette Fikret, Bu şiir nedeniyle gericilerin hedefi olmuştur. Bunu öngörmüş olacak ki onlara daha laf söyleme fırsatı vermeden cevap verir:
bütün karanlıklar sizinle dolu!
Artık yeter fikri susturduğunuz,
yerini hiçbir şey tutamaz bu dünyada
zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın.”
“Bu şiir üzerine Fikret bütün yıldırımları üzerine çekti. Ne inançsızlığı kaldı ne de dinsizliği.” “Yurdum bütün dünyadır, ulusumsa bütün insanlık” dizesi gerekçe gösterilerek, aslında İttihat ve Terakki dönemi soygunculuklarına ve savaş kışkırtıcılarına karşı çıktığı için Turancıların can düşmanı belledikleri Fikret’in yaşadığı dönemde uğradığı saldırılar bunlarla sınırlı değildi. Çok geçmeden özellikle Tarih-i Kadim şiirini hedef alan Sebilü’r-Reşatçılar ve Mehmet Akif sahneye çıkar. Akif, “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı şiirinde Fikret’e en kaba ifadelerle saldırır. Daha çok şairin kişiliğine yönelen ifaseler içeren bu şiire, Tevfik Fikret zarif; ama bir o kadar da sert bir dille “Tarih-i Kadim’e Zeyl” (Eski Tarihe Ek) adlı şirinde cevap verir. Bu şiirde Mehmet Akif şahsında hem dinsel gericiliğe hem de Akif’in kol kola olduğu ve sonradan ülkeyi felakete sürükleyecek İttihatçılara karşı net bir duruş ortaya koyar.
Mehmet Kaplan’a göre Tarih-i Kadim’in yazılışı bir depresyon anına dayanır. Bu anlayış sözünü ettiğimiz şairi gölgeleme ve bulanıklaştırma beyhude çabasından başka bir şey değildir. Ki Fikret'in düşün hayatı ve duruşuyla birlikte düşündüğümüzde aslında şiirin dizeleri şairin geldiği yetkinliği yansıtmaktadır.
“Yeri gelmişken; Tarih-i Kadimin yazılışını Fikret’in bir deprassion (depresyon) anına bağlama konusunda çaba gösterdiği görülen Mehmet Kaplan’a, yıllar sonra, aynı nitelikleri taşıyan Zeyl’in (Ek’in) nasıl yazılabildiğini sormak gerekir.”
"Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın.
Attın fakat yazık ki, yazıklar ki, vuramadın"
Bütün çelişkilerin kaynağı olarak Abdülhamit’i gören Fikret, onun tahttan indirilmesi ya da ölmesini tek kurtuluş yolu olarak görüyordu denilebilir. Bu anlamda girişimler içerisinde olmasa da bu yolda ortaya konan hareketleri biraz da üstü kapalı olarak desteklediği söylenebilir.
Bütün istihbarat ve jurnallere rağmen, Abdülhamit güven içinde değildi. Bu kaygısının boşa olmadığı 1905 yılında ortaya çıktı. O yıl bir tertip çerçevesinde Abdülhamit’e karşı bir suikast gerçekleştirildi. Suikast girişimi 21 Temmuz günü Abdülhamit, Yıldız Camii’nden çıkarken icra edilir. Saatli bomba ile gerçekleştirilen eylem, padişahın camiden çıkışı titizlikle hesaplanarak tertip edilmişti. Ancak hesapta olmayan bir durum gerçekleşir. Abdülhamit camiden çıkarken Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile ayaküstü sohbet eder. Konuşması uzamış bu sırada da bomba patlamıştı. Bu patlamada çok sayıda kişi yaralanmış ve ölmüştür. Ama padişah burnu kanamadan bu badireyi atlatır. Bu olay kimilerine göre “öldürmeyen Allah öldürmüyor”, kimilerine göre talihsiz bir rastlantı olarak algılanacaktı. Fikret, bu durumu “Bir Lahza-i Teahhur” adlı şiirinde anlatacaktır.
Sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın...”
Patlamayı ve bunun faillerini açıktan öven Fikret, Padişahın ölümünü, adını anmadan, kurtuluş olarak gördüğünü belli eder. Öyle ki o saldırıyı gerçekleştireni “görünmez el” (Tanrısal, kurtarıcı bir el anlamında) diyerek yüceltecek kadar ileri gider. Takip eden dizelerde de o talihsiz gecikme için nasıl hayıflandığını da anlatmaktan geri durmaz:
“Ey yüce patlama, ey öç alıcı duman…
…Görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.”
“Fakat o rastlantı… Ah, o güçlülerin yardımcısı,
Güçsüzlerin, zavallıların sürekli düşmanı
Birden yetişti bu eşsiz önlemi yok etmeye,
Söndürdü bu parıldayan umudu bir solukta.”
“Aslan”, fiilen olmasa da manevi olarak yara almıştı ve artık daha şedid bir biçimde saldıracaktı. En nihayetinde bundan sonra bir cadı avı başlatılacak, failler bir bir yakalanıp idam edilecektir:
Ancak; unutmasın şunu alçaklığın tarihi:
Bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)
Bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini.”
Bu konuda Nazım Hikmet, Tevfik Fikret için: “Fikret, tam anlamıyla devrimci kökten bir küçük burjuva aydınıdır. Tevfik Fikret sosyal hareketlerden ‘anarşizmi’ övmüştür. ‘Bir Lahza-i Teahhur’ isimli ünlü şiir bunların en belirgin örneğidir. Fakat biz, Fikret’e bir küçük burjuva aydını demekle onun memlekete yaptığı muazzam hizmetler, sanatta ulaştığı baş döndürücü merhaleyi inkâr etmiyoruz.” demiştir.
Engels’in; “Eksik üretim koşulları eksik teorilerle karşılanagelmiştir.” sözü aslında tam da bu durumu açıklar. Sabiha Sertel de aynı konuda Fikret için: “Yaşadığı devirde özlediği toplumun şartları olgunlaşmadığı için, bunu uzak bir gelecekten beklemekte haklıydı.” der.
Bu şiir sebebiyle Fikret, saltanat ve yandaşlarının şiddetli saldırılarına maruz kalır; ama o doğru bildiklerini haykırmaktan geri durmaz.
“Sosyalizm şartlarının olgunlaşmadığı bir devirde yaşayan Fikret’te bu sosyalizm, bir hayal ve gölge halinde kalmıştır… Eserlerinde ilmî bir sosyalizm değil, ancak subjektif; inkılâpçı ve insaniyetçi bir ideoloji göze çarpmaktadır."
Meşrutiyet talebiyle 1908’de Makedonya’da isyanlar baş gösterir. İttihat ve Terakki partisi öncülüğünde çıkan bu isyanlar II. Abdülhamit’in Meşrutiyet’i ilan etmesiyle sonuçlanır. Bunu takiben İstanbul’da saltanat yanlıları ve medrese öğrencilerinin de katıldığı bir gerici isyan patlak verir. İsyan İttihatçıların çabalarıyla bastırılır. Ancak bu isyandan sorumlu tutulan Abdülhamit tahttan indirilerek yerine V. Mehmet Reşat geçirilir. Bu noktadan sonra İttihatçılar yönetimde etkinliklerini arttırmış ve Anayasa değiştirilerek padişahlık simgesel bir konuma indirgenmiştir. Bu gelişmeler ilk başlarda istibdat yönetimini ortadan kaldırdığı için sevinç içinde karşılanmıştır.
Fikret 1908 İhtilalı’ndan sonra “Rücu” (dönüş) şiirini yazar. Sis şiirinde lanetlediği İstanbul’u bu şiirde temize çıkarır. Bu dönemde yine devrimi selamlayan “Millet Şarkısı” şiiri de karşımıza çıkar.
1908’den sonra siyasi ve sosyal ortamın düzeleceğine dair olan umutlar kısa sürede söner. İttihatçılar, bir zamanların mazlumları, iktidar sopasını ele geçirince birer zalime dönüşür ve giderek ülkeyi içinden çıkılmaz savaş felaketlerine sürüklerler. Yolsuzluk almış başını gitmiş, hükümet yolsuzlukları örtmeye çalışırken sayısız askerin ölmesine sebep oluyordu.
“1908’den sonra memleket git gide kötüye gider. Hadi eskiden zorbalık vardı, işler kötü gidiyordu, ya şimdi? Şimdi hürriyet vardı, neden işler iyiye doğru gitmiyordu. Bakıyordu memleketin haline Fikret, değişen bir şey yoktu. Gene eski hamam eski tastı. Bu memleketin yüzü hiç mi gülmeyecekti peki. Hele Meclis-i Mebusan’ın geçici olarak kapatılması Fikret’i çileden çıkardı, bu olay üzerine 95’e Doğru şiirini yazdı” Fikret, 1912′de Meclis’in kapanması olayını, Meclis’in 1878′de kapatılmasına benzeterek bu şiiri kaleme alır. Ortaya çıkan tablo 30 yıl öncesinden pek farklı değildi. İktidar sopasını elinde tutanlar değişmiş olsa da baskı, zulüm ve yoksulluk yerli yerinde duruyordu.
“1908 Meşrutiyet devrimini vatanın kurtuluş hareketi diye candan alkışlayan Fikret, büyük fedakârlıklarla bu hareketi hazırlayanların çok geçmeden, kişisel tutkularının peşine düşerek ideallerinden vazgeçtiklerini gördüğü için sevinç ve heyecanı uzun sürmedi”
Yaşananlar adeta eski baskı zamanlarını hatırlatıyordu. İstibdada karşı olanlar şimdi kanun sopasıyla halka zulüm ediyorlardı. İşte Doksan Beşe Doğru şiiri bu hissiyatın bir yansımasıydı:
Çiğnendi yazık milletin yüce umudu
Kanun diye topraklara sürtüldü alınlar
Kanun diye, kanun diye, kanun tepelendi
Boşuna çığlıklar yine, boşuna iniltiler”
Tevfik Fikret hayal kırıklıkları yaşasa da doğruyu savunmaktan ve zalimlerle mücadele etmekten vazgeçmez. Mücadeleyle yoğrulan yaşamı ve sağlam kişiliği sayesinde yanlış yapan dostları dahi olsa onları karşısına almaktan çekinmiyordu.
Ey yasalara saygıyı tepen zalim darbe!
Milleti, kanunu kutsal sayan her
Vicdan seni lanetle, alçaklıkla anar…”
Tarih-i Kadim’de tarihsel gericiliğe, bağnazlığa ve ezen iktidarlara savaş açan Fikret, Doksan Beşe Doğru şiirinde de Abdülhamit yönetimini alaşağı ederek iktidar sarhoşluğuna kapılan İttihatçılara meydan okur!
“95’e Doğru hürriyet adına istibdat yapanları, kanunu şahsi menfaatleri için adi bir vasıta haline sokanları millet önünde çok ağır bir şekilde hırpalıyordu. Bu şiiri Rübabın Cevabı ve Han-ı Yağma takip eder. Bu şiir (Han-ı Yağma) ince ve zehirli istihzasıyla son devir edebiyatımızın, kabalığa ve küfre düşmeden yazılmış en kuvvetli yergilerinden biridir.”
Doksan Beşe Doğru şiirini Han-ı Yağma Ve Sancak-ı Şerif Huzurunda adlı şiirleri izler. “Sancak-ı Şerif Huzurunda adlı şiiri savaşa karşı çıkan bir belge niteliğindedir.”
Özellikle Han-ı Yağma (Yağma Sofrası) şiirinde hükümetin yolsuzluk ve hırsızlıklarına acımasızca vurur:
“Yiyin, efendiler yiyin; bu doyumsuz sofra sizin,
Doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çatırdayan ocak!
Bugünkü mideler sağlam, bugünkü çorbalar sıcak;
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…”
Fikret, düş kırıklığına uğramış ama ‘insanın gücüne’ inancını yitirmemiştir. Sonradan kaleme aldığı “Harbi- Mukaddes, Haluk’un Amentüsü” şiirleri bu inancın ürünüdür.
Bu yıl Tevfik Fikret’in ölümünün 108. yılı. (öl. 1915) Bu vesileyle orada burada çeşitli şekillerde anılacak kuşkusuz. Yine belli özellikleri görmezden gelinerek/ görülmeyerek…. Ülkemizde özgürlük, adalet ve eşitliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde Fikret gibi müstesna şahsiyetleri hatırlamak, bu uğurda yürütülen mücadeleler için, bu mücadelenin şiirlerini, şarkılarını, hikâyelerini yazan sanatçılar için esinleyici olacaktır. Onu ne kadar anlatsak yetersiz kalacak. Ama son noktayı, Tevfik Fikret’in İstanbul’da bulunan mezar taşında yazılı kendisine ait şu dizelerle noktalayalım:
Başı kırık bir Sfenks heykeline benzeyen
Duruşunla, yaradılışa bakarsın kuşkuyla,
Bari sen çözebildin mi o büyük sırrı?
Ey huzur içindeki yürek, sen bari anladın mı?
Niçin taş yürekler hep şen ve sevinçli dünyada?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler