24 Kasım 2022 Perşembe

OSMANLI DÖNEMİ TÜRK TİYATROSU: TAHSİN NAHİT ÖRNEĞİ

Türk edebiyatında özellikle Fecr-i Atî topluluğu ile anılan Tahsin Nahit, 1887 yılında İstanbul'da dünyaya gelmiştir. Gülhane Askerî Rüştiyesi matematik öğretmenlerinden Yarbay Âsaf Bey'in oğlu olan Nahid’in annesi Kafkasyalı bir Çerkezdir.


Tahsin Nahit, eğitimini Soğuk Çeşme Askerî Rüştiyesi, Galatasaray Sultanîsi ve Hukuk Mektebi gibi okullarda sürdürmüştür. Ancak Galatasaray Sultanîsi ve Hukuk Mektebi’ni tamamlayamadan bu okullardan ayrılmıştır.

“Nahit, Galatasaray Spor kulübü kurucularından ve ilk futbol takımında oynayanlardan olup Galatasaray Sultanisi ve Hukuk Mektebinde eğitim görmüş ve daha sonra edebiyata yönelmiştir.”[1]

Varlıklı bir aileden gelen Nahit, kısa süreli memuriyetlerde çalışmış, Birinci Dünya Savaşı sıralarında iaşe müfettişliği yapmış, ancak iş hayatında bir istikrar göstermeyip bütünüyle edebiyata ve sanat çalışmalarına yönelmiştir. Kuşkusuz bu tercihlerinde ailesinin maddi durumunun oldukça iyi oluşunun etkisini göz ardı etmemek gerekiyor.


Kısa süreli de olsa çalışma hayatında yer alan Nahit’in bir süre Darülbedayi’de çalışmış, bu süreçte de dikkat çeken çalışmalar yapmıştır:


“Babam, yönetim kurulu üyesi olduğu Darülbedayi'ye, yani Şehir Tiyatrosu'na gelmesi için, ünlü Antoine ile yazışmış. Birkaç mektubunun müsveddelerini okuyunca, şaşırdım kaldım. Çünkü ancak çok iyi eğitim görmüş bir Fransız böyle bir ustalıkla kullanabilir o dili. Demek ki, Tahsin Nahit’in mezun olduğu Galatasaray Lisesi eskiden bu düzeyde bir Fransızca öğretiyordu Türk çocuklarına. Çok okuduğu için babamın Fransızca-sı öteki mezunlarınkinden de daha iyiydi belki de. Saray çevrelerinde de bunu duymuş olacaklar ki, Sultanın çocuklarına Fransızca*dersi vermesi istenmiş. Ama vaktinden önce Cumhuriyetçi olduğu için, o sırada büyük bir onur sayılan bu görevi kabul etmemiş. Hiçbir işte çalışmamış zaten. Oğlunun mesleği sorulduğunda, dedem, "oğlum rantiye efendim, rantı da ben" dermiş.”[2]


Tahsin Nahit’in hem dil becerisi hem çalışma yaşamı hem de siyasi tutumlarına dair oldukça açıklayıcı olan bu alıntıdan anlaşıldığı üzere Nahit, ciddi ve esaslı çalışmalarını tiyatroya yoğunlaştırmıştır. Bu anlamda da ömrü vefa etseydi büyük işler başarabileceği olasıydı.


Anne tarafı Çerkez olan bu renkli kişiliğin oluşumunda da pek çok renkli kişiliğin katkıları vardır. Mesela Tahsin Nâhîd Türkiye’ye jimnastiği getiren Faik Üstün İdman’ın yeğenidir. Yine bir dayısı Hıristiyan olup Fransa’da Katolik bir manastırda hayatını sürdürmüştür (Urgan, 2010:129-130).


“Okul yıllarında kuvvetli pazularıyla ve güçlü yapısıyla jimnastikte, bisiklete binmede ve futbolda oldukça başarılı olan Tahsin Nahit, edebiyat dersinde de kendi sınıfı içinde sivrilmiş bir öğrencidir. Fiziksel olarak sportmen yapılı olmasına rağmen, ruhsal yapı bakımından oldukça hassas, zarif, ince, saf ve masum bir karaktere sahiptir. Fedakârlığı, arkadaş ve dost severliği, efendiliği ve iyi niyetiyle belirgin bir kişiliğe sahiptir. Her türlü olayların onun hassas ruhunda derin etkilere sebep olması, romantikliği, sevme ve sevilme konusunda heyecanlarının ve kalbî titreşimlerinin oldukça kabarık oluşu, onun şiirini anlamamızda birer ipucu niteliğindedir.”[3]


Tahsin Nahit hem yaşadığı yerden dolayı hem de sanatçı duyarlılığı gibi öne çıkan özellikleriyle adalı bir şair olarak nitelenmiştir. Halit Fahri Ozansoy, Tahsin Nahit için “Muallim Naci devrinin eski usulde Mehmet Celali’nden sonra, kendisi yeni tonda ikinci ada şairiydi” der (OZANSOY, 1971; 168).


Kızı Mina Urgan “Adalı şair” babası için şunları söyler: “Adalar Şairi" diye bilinen Tahsin Nahit hiç de iyi bir şair değil. Ama ne yapsın ki zavallı delikanlı? İnsan Türk şiirinin en berbat grubuna yani Fecriâtiye bağlanınca, kötü şairliğe mahkûmdur nasıl olsa. Tiyatro alanında yaptıkları çok daha olumlu sayılabilir.”[4]

Bu anlamda yazarın hayatında Büyükada’nın önemli bir yer tuttuğunun, sanatçının şekillenmesinde ve eserlerinde önemli etkileri olduğu unutulmalı. Kaldı ki sanatçının pek çok şiirinde ada yaşamının etkileri açıkça görülür.

 

Nahit’in eşi de dikkat çekici bir isimdir. II. Abdülhamid ve sonraki dönemin varlıklı ailelerinden Cemal Bey’in Şefika adlı kızıyla evlenir. Nahit’in kayın babası Büyükada'ya yerleşen ilk Müslüman Türklerdendi. Cemal Bey’in ikinci kızı olan Şefika Hanımı, babası iyi yetiştirmiş, Fransızca öğrenmesini sağlamış ve onu 1907 yılında Viyana’ya gönderdikten sonra, onu genç şair Tahsin Nahid’le evlendirmiştir (1914). Ancak bu evlilik kızları Mina Urgan’ın anlatımına göre kolay olmamıştır:


“Anneme birçok kişi talip olmuş; ama onları reddetmiş, bir aşk evliliği yapmıştı babamla. Evlilikler hep aileler tarafından ayarlandığı için, bir genç kadınla bir genç erkeğin birbirlerini kendileri tanıyarak evlenmek istemeleri, o günlerde bir hayli anormal bir durumdu herhalde. Bu yüzden iki ailenin birleşmesinde hiçbir engel bulunmamasına karşın anne tarafım da baba tarafım da şaşkına dönmüşler, kuşkulara düşmüşler, bu evlenmeye hemen izin vermemişler.”[5]


Tahsin Nahit, oldukça genç bir yaşta, otuz iki yaşında bir hastalığa tutulmuş, zatürreeye dönüşen hastalık neticesinde Nisan 1919'da hayatını kaybetmiş ve çok sevdiği Büyükada’da defnedilmiştir. Tahsin Nahit’in ölümüne ilişkin kaynaklarda muhtelif tarihler verilmiştir.


"Babamın neden bu kadar gençken öldüğü çocukluğumda bana söylenmemişti. Annem de sevgili nenem de bu acı olaydan söz etmek istemiyorlar, "birkaç gün içinde öldü işte" diyerek, sorularımı geçiştiriyorlardı. Ben de yaşından büyük romanlar okuyan bir çocuk olarak, babamın kendini öldürdüğü kanısına vardım ve bu durumlar kalıtımsal olduğundan, günün birinde ben de intihar edebileceğimi düşündüm. Ancak on iki yaşıma doğru babamın hangi hastalıktan öldüğünü öğrendim: Bir yakınımızın başına gelen bir felâket üzerine, boğazım sıkılıyor-muş, nefes alamıyormuşum gibi bir sıkıntı duydum. Annem sokakta olduğu için, bunu üvey babama söyledim. Falih Rıfkı büyük bir telâşa kapıldı. Hemen bir taksi çağırdı; ünlü kulak-burun-boğaz uzmanı Dr. Taptas'a götürüldüm. Falih Rıfkı "polim-yozit" gibi bir tıp terimi kullanarak, "bu çocuğun babasının hastalığı da böyle başlamıştı" dedi. Meğer babamın boğaz kasları sıkışmış ve bu yüzden çifte plörezi olarak, birkaç gün içinde oluvermiş. Şimdiyse bu hastalığın tedavisi çok kolaymış, bir tek enjeksiyonla sıkışan kaslar gevşetiliyormuş.” [6]

Gençlik yıllarının bir kısmını Büyükada’da geçiren Nahit’in şiirlerinde tabiat dekoru olarak çoğu kez çamlıklar ve deniz seçilmiştir ki bu yazarın adadaki hayatı ile ilişkilendirilebilir (Çetin, 1993; 31). Yine Ozansoy’a göre, bisikletine binip Büyükada geceleri mehtabı çamlıktan izleyen Nahit’in eserlerinde, hayalini kurduğu sahilde dolaşan sevdalıların ve sularda gezen beyaz perilerin önemli yeri vardır (OZANSOY, 1971; 168-169).

 

 2.2. TAHSİN NAHİD’İN ESERLERİ

Şiir

1- Ruh-i Bîkayd (Kayıtsız Ruh, 1910),

2- Kırlar ve Denizler;

Tiyatro oyunları:

3- Hicranlar (1908; 29 Aralık’ta Burhaneddin (Tepsi) Kumpanyası tarafından oynanmıştır)

4- Jön Türk (1908, Ruhsan Nevvâre ile birlikte 4 Ekim'de Mınakyan Efendi’nin Osmanlı Tiyatrosu tarafından sahnelenmiştir.)[7]

5- Kösem Sultan (1910 yılında Şahabeddin Süleyman ile birlikte yazmıştır.)

6- Firar (1911)

7- Ben Başka (1911, Şahabeddin Süleyman ile birlikte kaleme alınmıştır.)

8- Kırık Mahfaza (1911, Şahabeddin Süleyman ile birlikte kaleme alınmıştır.)

9- Bir Çiçek İki Böcek (Fransızca dilinden uyarlama, 25 Ocak 1917’de Darülbedayi’de oynanmıştır.)

10- Rakibe (Fransızca dilinden uyarlama, 16 Haziran 1919’da Darülbedayi'de oynanmıştır.)

Tahsin Nahid’in ikinci eseri “Firar”dır.[8] Oyun 15-29 Teşrin-i Sâni 1325/ (28 Kasım- 12 Aralık 1909) tarihinde İstanbul’da yazılıp, 1326/1910 yılında yine İstanbul’da yayınlanmıştır. 

 

 2.2. TAHSİN NAHİD’İN SANATI VE ESERLERİ ÜZERİNE

 Oyunları üzerine çalıştığımız Tahsin Nahit ağırlıklı olarak şair kimliği ile öne çıkmıştır. İlk şiirlerini Selânik'te yayınlanan Çocuk Bahçesi adlı dergide Tahsin Nahide adıyla yayınlamıştır (1905) Aynı doğrultuda yazdığı şiirlerin bazılarını da Rûh-ı Bî-Kayd (1910) adlı kitapta toplamıştır. Bu kitabında bulunmayan şiirleri o dönem yayınlanan çeşitli dergilerde yayınlanmıştır (Servet-i Fünûn, Muhît, Resimli Kitap ve Büyük Mecmua vb.).


"Son şiirlerinden birini 1918 yılında "Tahmis-i Gazel-i Yahya Kemâl" adıyla Şâir ve 1919 yılında "Tahmis-i Gazel-i Cenâb-ı Nedim" adıyla da Şâir Nedim dergilerinde yayımlamıştır. Tahsin Nahit'in şair kişiliğinin oluşumunda bazı etkenler rol oynamıştır. Bunlar, batılı; özellikle Fransız sanatçıları ve Türk edebiyatçılarıdır. Kitabında bazı şiirlerinin arasına birtakım Fransız şairlerinden alıntılar yapmıştır."[9]


Batı ve bilhassa Fransız edebiyatından büyük ölçüde etkilenen Tahsin Nahit’in yerel kaynaklardan beslendiği de açıktır. Özellikle söyleyiş ve lirizm bakımından Fuzulî; İstanbul ve deniz aşığı kimlikleriyle Nedim ve Yahya Kemâl, edebi-politik kimliği ile Tevfik Fikret gibi şairlerden etkilenmiştir. Ancak eleştirmenlere göre ağırlıklı olarak Ahmet Haşim'in etkisinde kalmıştır. Gerçekten de karamsar ruh haline belki de en iyi denk düşen şair Haşim’dir.


“Hukuk Mektebi’nin bahçesinde “bir çam dibine toplanıp edebiyat bahisleri etrafında” konuşurlar. Sohbetlerde Cenap Şahabettin’in ‘Sembolizm’ yazılarıyla A. de Musset, Albert Samain, Henry de Regnier’in ‘elemli, hüzünlü şiirleri’ okunur. Fecr-i Âtî’yi kuracak gençlerin bu sembolizm sempatisi; onların, şiirlerdeki vezin ve kafiyeyi silikleştirir. Bu nedenle yazdıkları şiirler vezinsiz, kafiyesiz, manasız, nazma bir parça yakın şiire pek uzak bulunur.”[10]


Tahsin Nâhid’in adalı olarak anılmasında aslında mekânsal olrak orada yaşaması kadar mekân olarak adayı da önemsemesi de etkili olmuştur. Kendisinin mekan olarak adada geçen birçok aşk şiiri vardır. (ŞEN, 2008; 82).


Tahsin Nahid’in kimi şiir yapıtlarında onun genel sanat ve şiir algısına dair yaklaşımlar da vardır. Nahid’in şiir ve sanat gibi konulara dair düşüncelerini en belirgin biçimde "Şiir" ve "İdeal" adlı şiirlerinde görmek mümkündür. Bu yapıtlarda söz konusu kavramlara kendince tanımlamalar yaptığı gibi, kendisinin bunlara dair yaklaşımları da çıkarsanabilir.


Tahsin Nahit’in şekillenmesinde klasik edebiyat kadar Batı edebiyatının ve özellikle Fransız edebiyatının büyük etkisi vardır. Öyle ki birçok Fransız şairin şiirini ezbere bilecek kadar iyi ve sadık bir okuyucudur. Bu konuda Mina Urgan’nın Salah Birsel’den aktardıkları da bu tezi destekler:


“Ne gariptir ki, delikanlı babam üstüne bazı bilgiyi, bu konuda çok az konuşan ailemden değil, uzaktan tanıdığım Salâh Birsel'in kitaplarından elde ettim. Bu usta dil cambazı, eski İstanbul'u en canlı biçimde anlatan birbirinden ilginç kitaplar yazdı. Babamın adı da sık sık geçer o kitaplarda, İstanbul'un Gizli Tarihi'nde Salâh Birsel şöyle der: ‘Tahsin Nahit ikide birde karşımıza çıktığına ve daha da çıkacağına göre, burada bizim ışıldağımızı az-biraz üstünde tutmamız gerekir. Şairimiz bıkmaz yorulmaz bir edebiyat tiryakisidir.’ Bundan sonra, babamın, başta Tevfik Fikret olmak üzere bütün Türk şairlerini ve Verlaine, Baudelaire gibi bazı Fransız şairlerinin birçok şiirini ezbere bildiğini söyler. (Babam, çoğu şıirsever gibi, hoşlandığı dizeleri defterlere kopye ederdi. Bir kısmı elime geçen bu defterlerden, onun şiir sevdasının Divan edebiyatından tutun da on dokuzuncu yüzyıl Fransız şiirine kadar geniş bir alanı kapsadığı anlaşılıyor.) Salâh Birsel'e göre, Tahsin Nahit, ‘Fransızların vers libre dedikleri o patlak gözlü şiiri’ ilk deneyenlerdendir.” [11]


Tahsin Nahit’e göre şiirimiz kadınla özdeşleşmiş bir durumdadır. Bu noktada klasik divan şiirinin güzellik anlayışına da gönderme yapan şair, söyleyişte klasik şiirin zenginliğini yakalamaktan uzaktır. Belki de hayatı elverseydi şiirini de tiyatro becerisini de geliştirecek olan yazar, ne yazık ki kısa yaşamında bu noktada özgün ve başarılı bir dil oluşturamamıştır.


“Ona göre şiirimiz kadınla özdeşleşmiş bir durumdadır. Bu durumda onun menekşe gözleri ufkun derinliğinde güler, karanfil ağzı da yeni tarz da şiirler söyler. Ve bunları kalbimiz dinlerken kalem de bütün o gözlerin derinliğinde titreyen sırrı aktarır.”[12]


Bu yaklaşımdan da anlaşılacağı üzere Nahid’in şiir anlayışında sosyal ve düşünsel boyut ya hiç yoktur ya da çok zayıftır. Kuşkusuz bu tutum Fecri Ati anlayışına, dahası Fecri Ati topluluğunun feyz aldığı Serveti Fünun Sanatına oldukça uygundur. Bu anlamda yazarın içinde bulunduğu Fecr-i Atî topluluğunun "sanat şahsî ve muhteremdir" ilkesine bağlı olarak "sanat sanat içindir" anlayışını benimsediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Onun birçok şiiri de bu tezi destekler niteliktedir.  

 

2.3. TAHSİN NAHİD’İN TİYATRO ANLAYIŞI

Fecr-i Âti Edebiyatı’nın önemli temsilcilerinden olan Tahsin Nahid’in telif ve adaptasyonlar dahil sekiz adet tiyatro eseri vardır.  Daha önce Ruhsar Nevvare Hanımla birlikte yazdıkları ifade edilen “Jöntürk” adlı eserin sonradan sadece Ruhsan Nevvare’ye[13] ait olduğu kesinleşmiştir.


Tahsin Nâhid, tiyatro oyunlarını II Meşrutiyet’in ilânından sonra yazmaya başlar. Bu oyunlarda da dikkat çeken bir başarı yakalar. Kendisi hala hayattayken oyunlarının sevilip defalarca oynatılması buna işaret eder.


Nahid’in adapte olan tiyatro eserleri; “Rakibe” ve “Bir Çiçek İki Böcek” adlı eserlerdir. Bunlar dışında Şahabeddin Süleyman’la kaleme aldıkları “Kösem Sultan” adlı oyun diğer eserlerine göre oldukça dikkat çekmiş, bu anlamda “Kösem Sultan” üzerine yapılan akademik çalışmalar da görece daha fazladır.


Nahid’in oyunlarında dil açısından bir yavanlık göze çarpar. Eserlerde romantik akımın izleri belirgindir. Oyunlardaki marazilik, rastlantısallık en belirgin özellikler olarak öne çıkar. Ancak buna rağmen yazarın adapte eserlerinin daha başarılı olduğu değerlendirilmektedir. Bu dönemde tiyatro eseri yazanlar arasında ismi öne çıkan yazarın oyun yazımındaki başarısı şiir becerisinin dahi önüne geçer. Birçok araştırmacıya göre Nahid’in tiyatro yazarlığının, şairliğinden daha başarılı olduğu ifade edilir. Elbette 32 yaşında aniden gelen ölümü onun daha sonraki yıllarda ortaya çıkabilecek daha nitelikli eserlerden mahrum kalmamıza da neden olmuştur.


Şiirlerinde Serveti Fünun diline yakın oldukça ağır ve sanatlı bir dil kullanan yazar, tiyatro oyunlarında günlük konuşma dilini esas almıştır.


“Tahsin Nahit, dil anlayışı bakımından Servet-i Fünûn edebiyatında olduğu gibi konuşulan sade dilden çok, eski kelimelerin bolca kullanıldığı Osmanlıcayı tercih etmiştir. Şair, genellikle tabiî unsurlara esrarlı bir hava veren, onlara müphem duygulan yükleyen, yumuşak, romantik bir üslûp kullanır. Ancak duygularını derinleştiremediği için tahlilî üslûptan ziyade tasvîrî üslûba bağlı kalmıştır.”[14]


Dildeki bu tercih elbette konu seçimine de yansımış. Hayatındaki kararlarda siyasi tutumlarının belirgin etkileri söz konusu iken sanatında tamamen bireysel bir yönelim içinde olması aslında dönem ruhuna uygundur ki yaşadığı dönem “sanat sanat içindir” olarak formüle edilen bir sanat anlayışının egemen olduğu, sanatta içerik ve konu bakımından bireyselliğin ağır bastığı bir dönemdir, ki kendisi de bu ruha uygun eserler ortaya koysa da tüm eserlerini bu yönde değerlendirmek doğru değildir:


“Tahsin Nahit'in şiirlerinin muhtevasını aşk, kadın, tabiat, gece, ruh hassasiyeti ve güzellik duygusu gibi konular oluşturmaktadır. Bunlar, hemen hemen bütünüyle ferdî konulardır. Ancak şair az da olsa sosyal konuları da işlemiştir. Bazı edebiyat tarihçilerinin onun şiirini değerlendirirken ‘tamamiyle ferdî konuları işleyen şiirleri’ yolunda devam eden yargılar doğru değildir.”[15]


Onun kişiliğinde çocukluğunun büyük etkisi vardır. Belki de çevirisini yaptığımız oyundaki derin marazi ruh hali ve karamsarlık da bu çocukluk yıllarına dayanmaktadır. Transkriptini yaptığımız oyunda kahramanın ölümü, ölüm karşısındaki çaresizlik, geç kalmışlık hissi hep çocukluk anılarına gönderme gibidir. Bu çocukluk anılarına şiirlerinde daha belirgin biçimde göndermelerde bulunur:


“Tahsin Nahit, çocukluğundan itibaren aşkı duymaya başlamış ve onunla büyümüştür. Kendinden söz ettiği "Ben" adlı şiirinde kendisini sevda hastası, duygu dünyasını da kırık ve acıklı olarak nitelendirmektedir. Gençliğini derin ve sınırsız göğe karşı hüzünle sarhoş bir halde hayâle vakfetmiştir. Henüz beş altı yaşında iken süt ninesinden bir âşığın heyecanlı ve kahramanca aşk hayatına ait bir efsane dinlemiştir.”[16]


Tahsin Nahid’in tek başına kaleme aldığı iki eseri vardır. Transkriptini yaptığımız Hicranlar dışındaki ikinci telif eseri “Firar”dır.[17]


Hicranlar oyunu, Tahsin Nahid’in ilk telif eseridir. 4 Kanûn-ı Evvel 1324’te[18] yazılan eser duygusal bir dramdır. Oyun tek perde olarak düzenlenmiştir. Kitabın başında esere dair şu bilgiler vardır: “Birinci defa olarak (16) Kânûn-i Evvel (1324)- (29 Aralık 1908 Salı) tarihinde Sahne-i Osmaniye Heyeti idare ve edebiyesinin taht-ı himayesinde Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu’nda aktör Burhaneddin Bey tarafından mevki-i temaşaya vaz’ olunmuştur.”[19] denilmektedir. Eser ikinci kez 1920 tarihinde sahnelenmiştir. Bu sahneleme işi de yine Burhaneddin Bey tarafından gerçekleştirilmiştir. (And, 1971: 297.)


“Eser sahneye konulduğunda, roller şu şekilde dağılmıştır. Müeyyed Bey-Burhaneddin Bey; Münevver Hanım-Hekimyan Hanım; Vedia Hanım-Sûzan Hanım; Doktor-Celal Nazif Bey; Hatice-Hayganuş Hanım.”[20]


Bu piyesin konusu şöyledir: Verem hastalığına yakanalanan Müeyyed Bey’in hastalığı oldukça ilerlemiş durumdadır. Artık ömrünün son demlerini yaşamaktadır. Annesiyle ve özel doktorunun çabalarıyla son anlarını daha rahat geçirmesi için tüm imkanlar kullanılmaktadır. Bir yanda da sevindirici bir haber beklemektedir. Bir yandan doktor Müeyyed Bey ve annesine ümit verip iyileşeceğini, hatta son günlerde görece daha iyi olduğunu telkin etse de hastalığı ilerlemeye devam etmekte ve veremin son aşamasının septomlarından olan kan kusma gibi septomlar ortaya çıkmaktadır. Müeyyed Bey, Vedia isimli bir hanıma büyük bir aşkla bağlanmıştır; ancak Vedia hanımın ailesi bu kavuşmaya engel olur. Kızlarının yazısını taklit ederek ona Müeyyed Beye bir veda mektubu iletirler. Böylece bu iki sevgili birbirlerine kavuşamaz ve Vedia Hanım zengin bir adamla evlenir. Evlendikten sonra kocasıyla Selanik’e giden Vedia Hanımın bu mutsuz evliliği uzun sürmez. Bu sırada da Müeyyed Bey aşkı yüzünden kendini içkiye verir. Aşırı alkol ve üzüntü sebebiyle hastalanıp yatağa düşen Müeyyed Bey, bir yandan kötü kocasından boşanıp Müeyyed’e kavuşma isteği duyan ve pişmanlıkla yanıp tutuşan Vedia’yı beklemektedir. Müeyyed Bey’e, döneceğini bir telgrafla bildirmiştir. Artık ölmek üzere olan Müeyyed, yanına gelen sevgilisine sonunda kavuşur; ama çok geçmeden ölür.


Bu arada ölmeden önce Vedia’yı, kendisinden önce başka bir erkeğin öpmüş olduğunu hatırlayan Müeyyed, Vedia’ya karşı histerik bir tavır alır ve onu şiddetle kıskanır. Neredeyse bir tiksinti duyarak ölür. Münevver ve Vedia hanımlar ağlama nöbetine tutulur. Son sahnede Vedia diz üstü çöküp: “Ya Rabbi, bütün hicranlarımın neticesi bu muydu?” der. Ve piyes sona erer.


Eserin konusu, aşkı yüzünden verem olan bir kişinin ölümle sonuçlanan hazin sonu. Yine eserde, namus ve sadakat ile istemsiz yapılan evliliklerin yarattığı yıkımlar da anlatılmıştır. Oyunun en önemli kişilerinden biri Vedia Hanım olsa da diyaloglar ağırlıklı olarak Müeyyed Bey, annesi ve doktor arasında geçmektedir.


Eserde düşünceden çok duygular öne çıkmaktadır. Dil ve anlatım itibariyle de heyecan sürekli yüksektir. Bu da esere duyguların hâkim olduğunu göstermektedir. Oyun kişileri genel olarak iyi ve olumludur. Olumsuzluk yaratan bir eylem sergileyen tek kişi Vedia Hanımdır ancak o da bunu bilerek yapmamış adeta ailesi tarafından yaşadığı olumsuz duruma sürüklenmiştir. Zaten çok geçmeden bunu fark etmesi ile tekrar Müeyyed Beye dönmesi bu iyilik halinin kendisine de özgü olduğunu gösterir.


Eserin tek perdeden ibaret olması, kişi sayısının az olmasına neden olmuş, diğer yandan kişilerin derinlemesine yansıtılabilmesine mâni olmuştur. Bu anlamda kişiler oyunda yüzeysel çizilmiştir. Oyun mekânı, Müeyyed Beyin evidir. Oyunda tarif edildiği üzere burası ‘temiz fakat kibardan ziyade fakirane’ bir evidir. Müeyyed Beyin hazin sonunu getiren de belki bu sınıfsal durumu, yani fakirliğidir. Sonuçta kızın ailesinin aşıkların kavuşmalarına engel olmalarının yegâne sebebi budur. Kızın ailesi zengin bir koca tercih etmişlerdir. Metin And, Tahsin Nahid’in bu eseri kaleme alırken, Namık Kemal’in Zavallı Çocuk isimli piyesine özendiğini söyler. (And, 1971: 119.)


“Hicranlar konu itibariyle ve bu konuyu anlatış tekniği bakımından orijinallik taşımasa da eserin yazıldığı ve oynandığı dönemde sevildiğini söylemek mümkündür”[21]


Yazarın tek başına kaleme aldığı diğer oyunu olan Firar ise 15-29 Teşrini Sâni 1325[22] (1909) tarihinde İstanbul’da kaleme alınmış ve ertesi yıl 1910 yılında yine İstanbul’da yayınlanmıştır.  Hicran oyununa göre daha uzun olan bu aoyunun şahıs kadrosu da görece daha kalabalıktır. Oyun kişileri “Ziyad: 24 yaşında; Hayri: 48 yaşında; Şefik: 25 yaşında; Fâhire: 22 yaşında; Makbule: 25 yaşında; Sûfî: 45 yaşında; bir hizmet çavuşu, bir hizmetçi kız.”[23] şeklinde açıklanmıştır.  Oyun iki perde ve on dört meclisten oluşmuştur.


Eserin konusu şöyledir: Genç bir zabit olan Zeyyad, bir gezinti sırasında tanıştığı Fâhire adlı bir genç kızla aşk yaşamaya başlar. İstanbul’un önde gelen ailelerinden birine mensup olan Fâhire, dadısının yardımıyla Zeyyad’la buluşup gezintiler yapmaya başlar.  Bu sırada Zeyyad, Fâhire’yi kuzeni olarak tanıtıp kaldığı eve çağırır. Bu evde birbirleriyle sözleşip birbirlerine evlilik sözü verirler. Ancak bu sözleşmeden kısa süre sonra Zeyyad’a bir emir gelir. Buna göre kendisinin acilen Selanik’e hareket etmesi emredilir. Bu durumu Fâhire’ye bildirmek için uğraşan Zeyyad başarısız olur. Fâhire, Zeyyad’dan haber alamayınca, aldatılıp terkedildiğini düşünür. Bu ruh haliyle ailelisinin baskıları birleşince istemeyerek de olsa başkasıyla evlenir. Çok sayıda genç talibi olmasına rağmen Fâhire, yaşlı Hayri Beyle evlenir. Hayri Bey ise ilk karısından olan bir oğlu olduğunu eşi Fâhire’den gizler. Evliliklerinden kısa bir süre sonra oğlunu Selânik’ten İstanbul’a çağıran Hayri Bey’in oğlu ise Zeyyad’tır. Zeyyad da daha önce babasına yazdığı bir mektupta, İstanbul’da bir kızla sözleştiğini söylemiştir. Hayri Bey, oğlunu da ölmeden önce sevdiği kızla evlendirme niyetindedir. Zeyyad, Selânik’ten gelip de babasının Fâhire’yle evlendiğini görünce çok öfkelenir. Fâhire’nin babasıyla parası için evlendiğini zannettiği için öfkesi daha da büyür. Ancak çok geçmeden gerçeği öğrenip babasının ilişkilerinden hiçbir şekilde haberi olmaması gerektiğini belirtip birliğine döner.


Bu duygusal dramın teması birbirlerini seven iki gencin aşkı ve kavuşamamasıdır. Oyun bütünüyle rastlantılar üzerine kurulmuştur. Fâhire’nin kahramanın babası ile tesadüfen evlenmesi zaten oyun dinamiğinde belirleyici bir rastlantıdır. Bu eser Hicranlar oyununa göre daha geniş bir yelpazaye sahiptir. Oyun kişileri daha derin çizilmiştir.


Oyundaki olaylar iki ayrı mekanda geçer. Birinci perdede mekân, Zeyyad’ın Kadıköy’e yakınlarındaki kiralık odasıdır. İkinci perdede ise mekân, Hayri Bey’in İstanbul’da geçici olarak oturduğu evdir. Mekan ayrıntılı çizilmemiş, kısmen de olsa ihmal edilmiştir.


“Bu durum, onun mekânı önemsemediği anlamına gelmemelidir. Bilakis mekâna gerektiği kadar önem vermiştir. Olayların geçtiği mekânların biri bir pansiyon odası, diğeri de geçici olarak oturulan bir evdir. Burada önemli olan, mekândan ziyade orada geçenlerdir. Mekânın insan üzerindeki etkisi yok denecek kadar azdır.”[24]

 



[1] Nazlı Ümit, Selami İzzet Sede’in Oyunu Teselli ve Bir ‘Adalar Şairi’ Tahsin Nahit, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, 36:2013/2, s. 76

[2] Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları, YKY yayınları İstanbul, 2005, s.125.

[3] Nurullah Çetin, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt: XXXVI, Sayı: 1-2, Ankara, 1993, S. 23

[4] Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları, YKY yayınları İstanbul, 2005, s.124.

[5] Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları, YKY yayınları İstanbul, 2005, s.129.

[6] Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları, YKY yayınları İstanbul, 2005, s.124.

[7] Uzun yıllar kendisine atfedilen bu oyunun kendisi tarafından kaleme alınmadığı kesinleşmiştir. Bunun için Bknz: Kazım Çandır, Tahsin Nahid’in Tiyatroları, Sosyal Bilimler Elektronik Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 3, Aralık 2018, s. 144 - 169

[8] Firar, Temâşa İki Perde, Ahmet İhsan ve Şürekâsı, Matbaacılık Osmanlı Şirketi, İstanbul, 1326/1910, 20 s.

[9] Nurullah ÇETİN, Tahsin Nahit ve Şiiri Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt: XXXVI, Sayı: 1-2, Ankara, 1993, S. 23-33

[10] Cafer Şen, Fecri Ati Encümen-i Edebisi, Uşak Üniv. Sosyal Bilimler Dergisi, 2008, 1/1, 79-93

[11] Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları, YKY yayınları İstanbul, 2005, s.128.

[12] Nurullah ÇETİN, Tahsin Nahit ve Şiiri, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt: XXXVI, Sayı: 1-2, Ankara, 1993, S. 25.

[13] Ruhsan Nevvare’nin gerçek adı Ebuzziya Hadiye Hanımdır. Meşrutiyet döneminde kadınların yazarlığına olumlu bakılmadığı için kadın yazarlar ya erkek adlarını mahlas olarak kullandıkları imzaları ya da erkek bazı yazarlarla birlikte eserlerini yayımlama imkanı bulmuşlardır.

[14] Nurullah ÇETİN, Tahsin Nahit ve Şiiri, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt: XXXVI, Sayı: 1-2, Ankara, 1993, S. 27

[15] Nurullah ÇETİN, Tahsin Nahit ve Şiiri, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt: XXXVI, Sayı: 1-2, Ankara, 1993, S. 28

[16] Nurullah ÇETİN, Tahsin Nahit ve Şiiri, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt: XXXVI, Sayı: 1-2, Ankara, 1993, S. 29

[17] Firar, Temâşa İki Perde, Ahmet İhsan ve Şürekâsı, Matbaacılık Osmanlı Şirketi, İstanbul, 1326/1910, 20 s.

[18] 17 Aralık 1908

[19] Hicranlar, Facia-i Aşk, Bir Perde, Facia-i Aşk Bir Perde, Sahip ve Naşiri:

İkbal Kütüphanesi Sahibi Hüseyin, (A. Asaduryan) Matbaası, 1324 (1908)

[20] Kazım Çandır, Tahsin Nahid’in Tiyatroları, Sosyal Bilimler Elektronik Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 3, Aralık 2018, s. 148

[21] Kazım Çandır, Tahsin Nahid’in Tiyatroları, Sosyal Bilimler Elektronik Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 3, Aralık 2018, s. 149.

[22] 28 Kasım- 12 Aralık 1909

[23]  Firar, Temâşa İki Perde, Ahmet İhsan ve Şürekâsı, Matbaacılık Osmanlı Şirketi, İstanbul, 1326/1910

[24] Kazım Çandır, Tahsin Nahid’in Tiyatroları, Sosyal Bilimler Elektronik Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 3, Aralık 2018, s. 151.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 2: "UNUTULAN"

Nazım Hikmet'in kayıp ikinci şiiridir "Unutulan" ... Aslında eski baskı kitaplarında bulunan; ancak son yıllarda yapılan bası...