Dünya sinema tarihini etkileyen filmler içinde belki de son yıllarda kendinden en çok bahsettiren filmlerden biri olan Matrix’in yönetmen yardımcı koltuğunda oturan J. Macteigue, çok sayıda dikkat çeken film ve diziye imza atmıştır. Yakın zamanda gösterime giren Matrix’in devam filminin yönetim kadrosunda yer almasa da ilk film ile son Matrix arasında dikkat çeken bir anlatı ve hikâye farkı da açıkça görünüyor. Kuşkusuz senaryonun sınırlılıkları da bunda etkili olabileceği gibi, yönetmenliğin filmde belirleyici rol oynadığını düşünenlerdenim. Kadrosu, senaryosu ne kadar mükemmel olsa da her yönüyle donanımlı bir yönetmen elinden çıkmayan yapımların bu anlamda çok da şanslı olamadığı kanaatindeyim.
Bu çalışmamda dünya sinema tarihinde özellikle son 20 yılda oldukça ses getiren filmlere imza attığını düşündüğüm Macteigue’nin üç yapımına yer vermeye çalışacağım. Çalışmada yönetmenin anlatım dili ve konu seçimine odaklanırken, özellikle filmlerindeki benzer ve farklılaşan yanları da belirlemeye çalışacağım.
THE RAVEN (KUZGUN) - 2012
The Raven orijinal adıyla beyaz perdeye uyarlanan ve Edgar Allan Poe’nun aynı ismi yani ‘Kuzgun’ adlı şiiriyle aynı adı taşıyan bu filmi, gizem, gerilim ve polisiye bir yapım olarak çıkıyor karşımıza. Önceki çalışmamda anlattığım bilimkurgu /gerilim türündeki V For Vendetta’nın aksine bir biyografik/ dönem filmi olan yapım, kuşkusuz Vendatta ile de kimi benzerlikler taşımaktadır. V For Vendetta’da da aslında bir biyografiye ve döneme odaklanırız. Ancak Kuzgun’un aksine Vendetta’da fantastik ve bilim kurgu öğeler daha baskındır.
Türkiye’de pek çok eseriyle tanınan Edgar Allen Poe’yu ben daha çok şairlik ve polisiye türde yazdığı hikayelerle tanımıştım. Elbette şairliği bana göre daha öndeydi. Zaten bahse konu olan filmimiz de onun Raven isimli şiiriyle aynı adı taşır. Söz konusu şiirdeki atmosferle filmdeki atmosferin oldukça benzeştiğini söyleyebilirim. Diğer yandan yazarı okuyup tanıyanlar için filmde Kuzgun şiiri dışında diğer eserlerine de yoğun göndermeler yapıldığı açıkça görülebilecektir. Gri tonların baskın olduğu, kasvetli şehir görünümleri ile insanın iliklerine kadar hissettiği karamsarlık hali Morgue Sokağı Cinayeti’ kitabındaki öyküleri açıkça çağrıştırır. Yine filmin merkezindeki cinayet girişimi ile ‘Annabel Lee’ şiiri ister istemez akla gelir ki filmde Edgar Allan Poe rolündeki oyuncunun sevgilisinin dilinden de işittiğimiz şiir, adeta yaşanacak gerilim ve kayıplara bizi hazırlamak üzere işe koşulmuş gibidir. Hem yapıtları hem de otobiyografisi ile evrensel düzeyde tanınan Poe’nun bir filmle karşımıza çıkması izleyici açısından ilk cazip seçeneği oluşturur. Kimi yorumculara göre şansın dahi hiç uğramadığı bir yaşam öyküsü dikkate alındığında film için bu durum büyük bir avantaja dönüşür. Poe’nun gizemli, gelgitli ve çalkantılı bir yaşamı olduğu kadar ölümü de aynı sis perdesinin ardına gizlenmiştir. Yapıtlarında polisiye ve gizeme bu denli yer vermiş bir yazarın ölümünü bir gizemin ardına saklaması ve sinemanın bu keşfe çıkması rastlantı olmasa gerek! Bu anlamda Kuzgun filmi, daha ilk adımda yapımcılar açısında önemli bir ganimet ve zengin bir kaynak olarak seyirciyi sinemaya götürmeye yetecek bir malzeme ve beklenti ile kurgulanmış olsa gerek, filmin yönetmenin geçmiş başarılı yapıtları da dikkate alındığında filme dair beklentiler tavan yapmaktadır.
Filmde Poe’nun birçok eserlerinin atmosferinde gördüğümüz karanlık bir fon egemendir. Dış atmosfer ile insanın ve hatta toplumun ruh hali arasında yönetmen bir paralellik çizmeye çalışmış gibidir. İnsana dair korkular, şiddet eğilimleri, tutku ve heyecanlar, acıma, iğrenme, cesaret ve şefkat gibi birbiriyle çelişen duyguların girift bir izdüşümüdür filmin toplamı.
Yazar Edgar Allen Poe’nun ölümünün
ardındaki sır perdesini aralayacağı ya da en azından buna dair güçlü bir
çıkarım yapacağı iddiasını taşıyan Kuzgun, Poe’yu tanıyan ve sinemayı takip
edenler açısından bu anlamda bir hayal kırıklığı olmuştur. Bırakın Poe’nun
yaşamı ve ölümüne mercek tutmayı başarılı bir polisiye olarak değerlendirilmesi
bile bana göre hayli zorlama olacak bir yapıt olarak belirmiştir. Belki
Yönetmenin önceki başarıları üzerine inşa edildiği gerçeği beklentileri çok da
yükseltmiş olabilir. Ancak yine de sonu aceleye getirilmiş hissi, özensizce
serpiştirilmiş edebi metinler, izleyicinin adete gözüne sokarcasına film akışı
ile Poe’nun hikayeleri arasındaki koşutluklar sinema dili ve anlatımı açısından
yavanlık ve sıradanlık hissini baskın kılıyor. En önemlisi de Edgar Allan Poe
gibi bir dâhinin, ünlü bir yazarın, edebiyat tarihinde önemli yer edinmiş bir
hayalperestin The Raven filmi içinde sıradan bir polisiye kahramanı, sıradan
bir karakter olarak çizilmesidir. Bana göre film boyunca izleyicinin peşini
bırakmayan bu his oyunculuk konusundaki yetersizliklerden kaynaklandığı gibi,
senaryo sınırlılıkları ama en önemlisi de yönetmenin bir yetersizliği olarak
not edilmedir.
Diğer yandan filme konu olan hikâye de
filmin merkezindeki cinayetler de gerekçelendirilirken bir derinlikten uzak
gerekçeler üretilmiştir. Filmin sonunda ortaya çıkan katil portresi aynı sığlık
içinde çizilmiştir. Katil, Poe’nun eserlerinin bir hayranıdır, yazarın
kesintiye uğrayan yazma ve yayınlama sürecini adeta tahrik etmek, onu yazmaya
sevk etmek için korkunç cinayetlere kalkışmıştır, öyle ki bu cinayetleri de
yazarın polsiye türde yazdığı hikayelerdeki cinayetleri bire bir taklit ederek
gerçekleştirir. Kuzgun’nun bir diğer zayıf yanı da izleyiciye pek çok seri
katil filmini çağrıştırmasıdır. (Hannibal, Seven) bana ilk çağrıştırdıkları
arasındadır. Bu anlamda orijinallikten de uzak bir anlatım çizgisinde
ilerlediği de söylenebilir.
MESSİAH (MESİH) (2020)
Kate Woods ile birlikte J. Macteigue’in yönetmenliğini yaptığı ve son dönemde oldukça tartışılan bir diğer eseri de Netflix dizisi olarak karşımıza çıkan "Messiah" (Mesih) dizisidir. Tabu denilebilecek ve aslında pek çok toplumda karşılığı olan dinsel bir konuya değinmesi bakımından daha baştan dikkat çekmektedir. Örneğin bizim kültürümüzde de “Mehdi” olarak tarif edilen kavrama da yakın unsurlar barındıran bu dizide işlenen konu daha ilk günlerde tüm dünyada yankı uyandırıp pek çok tartışmayı beraberinde getirmiştir. Önceki yönetmenlik deneyimlerinde de uçlarda gezen Macteigue Mesih filmiyle de eleştirilen hedefi olmuştur.
Dinin günlük hayatımıza belirgin biçimde
sirayet ettiği ve dünyada radikalleşme ve baskıcı yönetimlerin güç kazandığı
bir çağda konu seçimi bu anlamda dönemin ruhuna uygun olmuş diyebilirim.
Yediden yetmişe neredeyse hepimizin duyduğu ve dini inanca göre Hz. Muhammed
tarafından tarif edilen bir "Mesih" profili vardır karşımızda.
Elbette dinsel kitaplardan da kaynağını alan bu profil çizilirken İncil’den de
çok sayıda alıntı yapıldığı, dinsel hikayeler ile günümüz dünyasının
çelişkilerinin paralel anlatıldığı modern bir anlatı dilidir karşımızdaki.
Filmin merkezinde bulunan Messiah adlı kahraman, görünüşünden davranışlarına kadar pek çok yönüyle modern bir İsa olarak çizilir. Esmer, sakin yaratılışlı, uzun saçlı, temiz görünümlü bu karakterin yaşamı da tıpkı İsa gibi gizemlerle doludur.
Seçilen konu bağlamın dinin varlığı aslında filmin izleyici kitlesi açısından avantajlı bir giriş yaptığı söylenebilir. Göstergelerden anlatılan hikâyenin bilinir olmasına, konunun güncel bir yorumunun başarılı ve tartışmalı bir formda karşımıza çıkarılmasına kadar pek çok ayrıntı seyirciyi cezbetmesi açısından dikkatle planlanmış gibidir. Abercrombie’nin, din olgusu üzerine söylediği; “en başarılı semboller evreni” lafzı, dinin bu niteliğiyle kapsamlı bir meşrulaştırma aracına dönüştüğüne işaret etmekle birlikte bahsettiğimiz başarının da özeti gibidir.
Messiah dizisi, 1 Ocak 2020 tarihinde Netflix’te yayınlanır. Dini semboller bağlamında bakıldığında ilk elde bir Hıristiyan dizisi gibi algılansa da aslında Müslümanlardan Yahudilere kadar her farklı inanç grubuna dair mesajları ve göndermeleri vardır. Farklı tarihsel dönemlere ait dini ve ideolojik sembollerle günümüzün çürüyen ve can çekişen dünyasında bir kurtarıcı edasıyla beliren Messiah, ister istemez, Matrix filmindeki Neo ve V For Vendatta’daki V’den de esintiler taşır. Kuşkusuz her üçünün kesişme noktası insanlığı kurtuluşa götüren temel gücün bir seçilmiş kişinin ortaya çıkıp kitleleri peşinde sürüklemesi olarak özetlenebilir. Dolayısıyla yazarın bilimkurgu ile tarihsel fantastik ögeleri eklektik biçimde bir araya getirdiği bir yapıttır bu. Öyle ki günümüze gönderme yaparken hem söylem hem de semboller aracılığıyla yeni bir anlam ve gerçeklik inşa etme çabası belirgin biçimde ortaya çıkmaktadır.
Dizide sunulan dini sembollerin neredeyse
her dinsel kesimden tepki alması da yaratmak istediği etki bakımında kapsam
alanını başarılı bir şekilde sınırsızlaştırdığının kanıtı gibidir. Dizinin
çekim mekânları hikâyenin kapsayıcılığı kadar geniş bir coğrafyaya yayılmıştır.
Diğer yandan Ürdün gibi Müslüman bir ülkede de Brezilya gibi Hıristiyan
ağırlıklı bir toplumda da filmin aynı nefret ve tepkiyi toplamış olması ve
farklı gerekçelerle olsa da sansüre uğraması bence herkse bir şeyler söyleme
başarısı gösterdiğini net olarak ortaya koyuyor.
Dizi hareketli bir olayın ortasında başlar. Olayın geçtiği zaman, yer, ana kahramanlar ve bu kahramanların durumları hakkında önden bir bilgi yoktur. İzleyici birdenbire kendini bir krizin ortasında bulur.
Bir kehanet nosyonuyla başlayan dizide bir
Arap bir anne ve çocuk görünür ilk önce. Anne çocuğu tarafından uyandırılır.
Anne ile çocuk arasındaki Arapça diyalog daha ilk anda şiddet, korku ve ölüm
üzerine inşa edilecek bir hikâyenin önsemesi gibidir. Yaklaşık sekiz- on
yaşlarında olan çocuk telaş içinde, gördüğü rüyayı annesine anlatır:
“Anne,
anne. Kâbus gördüm. Rüyamda onu vuruyorlardı.”
Kadın çocuğu yanına yatırırken çocuk:
“O
niye öldü anne?” diye sorar.
Annesi, “Çünkü Kuran’da öyle yazar.” cevabını verir ve Kuran’dan bir ayetle
devam eder: “De ki, Allah’ın bize
yazdığından başkası başımıza gelmez.” Devam eden diyalog ise çocuğun esas
kahramanımız olduğunun bir başka önsemesi gibidir:
Çocuk, “Allah
onu sevmiyor muydu?”
Annesi: “O kadar çok seviyordu ki, onu bizim istediğimizden önce aldı.”
Çocuk: “Allah
beni de o kadar seviyor mu?”
Anne: “Evet,
Allah’ın senin için planı farklı.”
Çocuk “Nerden bileceğim?” sorusunu sorarken sahne değişmekte ve annesinin: “Sen hazır olduğunda o sana bildirecek.” sözleri tekrarlanırken sahne giderek değişerek sonradan anlayacağımız üzere bir zamansal sıçrama ile çocuğun büyüdüğünü, ilk sahnedeki annenin bir bombalama sonucu öldüğünü ve çocuğun annesini sürükleyerek gömdüğünü izleriz.
Jibril adlı bu genç adam, annesini harabeye dönmüş odadaki taşlardan yaptığı mezara yerleştirip, son bir taşla yüzünü kapatırken sahne değişmeye devam eder. Annesinin yüzüne örttüğü son taşla gömme işlemini tamamlar, ışık sönerken ne denli umutsuz bir his yayılsa da aynı anda pencereden içeri giren ışık başka bir umudun çağrışımı belirir.
Jibril adlı çocuk dışarı çıktığında (Çocuğun adı olan Cebrail, 4 kutsal Melekten birinin ismidir ki bu seçim de rastlantısal değildir.) Messiah, bir topluluğa hitap etmektedir. Hitap ettiği kitle arasında Arapça konuşan da Farsça konuşan da vardır. Messiah kendisine cevap verenlere kendi dillerinde yani farklı dillerde cevap verir. (hem Arapça hem Farsça bilmekte, ilerleyen sahnelerde İngilizce de bildiği anlaşılacaktır.) Ve ilk sahnede duyduğumuz “Allah’ın bize yazdığından başkası başımıza gelmez.” sözleri Jibril’in dikkatini çekerken konuşmaya odaklanması annesinin söylediği aynı sözü Messiah’ten duymasından kaynaklanmaktadır. Aynı sıralarda emperyalist bakış açısının izdüşümü olarak ise sahnede beliren Suriye bayrağı ve Beşşar Esad’ın gözlerinin siyah boyayla karalandığı portresi, Esad’ın Suriye’de yaratılan yıkımın başat nedeni olduğu ABD ve Avrupalı emperyalistlerin bilenen iması da dikkatlerden kaçmaz. Bir kez daha sinema özgülünde sanat, emperyalist hegemonya ve yayılmacılığın aracına dönüştürülür.
Dizide temsil edilen din, bildiğimiz manada ne tam İslamiyet, ne Hıristiyanlık ne de tam olarak Yahudilik eksenine oturmakta; ama hepsinden bir parça ve hepsine dair göndermeler içermektedir. Bu anlamda sahneye yansıyan hem görsel göstergeler hem de belirtiksel göstergeler anlamın yeniden üretildiği bir mesajlar silsilesi haline dönüşmektedir.
Mesela kırk üç gün süren fırtınanın Şam da oluşturduğu yıkım ile DAEŞ işgalinin bertaraf edilmesi sonrası halkın sevinç gösterileri Körfez Savaşı’ndan bu yana simgesel bir kanal haline gelmiş CNN görüntüleri iç içe geçmektedir. Fırtına sonrasındaysa yediden yetmişe kalabalık bir topluluk, bir mülteci topluluğu Mesih sloganları atarak çöle doğru ilerler. Nuh Tufanı’na ya da İsrailoğullarının Mısır topraklarından göçü, Müslüman mültecilerin durumunun ‘Fareli Köyün Kavalcısı’ metaforuyla anlatımı (CNN muhabirinin sözleri: “Zavallı pislikler, açlıktan ölmelerini izliyoruz onları ölmeye getirdi, Fareli Köyün Kavalcısı”) gibi aynı anda pek çok kültüre ait göndermeyi eklektik biçimde iç içe görürüz.
Dizin tüm bölümleri boyunca masal ile gerçekliğin iç içe geçtiğini görürüz. Mesela Jibril’in, rüyasında annesinin mezardan çıktığını gördüğü sahne ile Hristiyanlık inancındaki Hz. İsa’nın mezarından çıkışının anlatıldığı hikâye büyük benzerlik taşır. Diğer yandan pek çok sahnede Hıristiyanlık ve İslamiyet’in benzerliklerini gösterircesine pek çok sahnenin paralel kurgulandığı görülür. Farklı coğrafyalarda farklı eylemlerle aynı mücadele yansır sahneye. Mesela Messiah su üzerinde yürürken Jibril’in çıplak ayaklarla sınırı geçtiği sahnedeki eşzamanlılık bunlara birer örnektir. Dizideki karakter isimleri de özenle seçilmiş ve üç semavi dinde önemli olan figürler tercih edilmiştir. Jibril (Cebrail), Messiah (Mesih) Eva (Havva ya da Meryem Ana) vb.
Tabi baş karakter dizi boyunca Messiah yani Mesih olarak öne çıkarılsa da bazı yaklaşımlara göre aslında Mesih olarak görünen kişi gerçekte Mesih değil, Deccal'in ta kendisidir. Daha ilk bölümde, ilk göründüğü sahnede: "Ben şeytanın gözünün içine baktım, o beni yutamaz!" deyişi Şeytan ile olan yakın ilişkisinin somut örneği gibidir. Başka bir yerde: "Kutsal metinlere dönmeniz, diz üstü çökmeniz sizi kurtarmaz ve artık kimseyi mutlu etmez. O zamanlar geride kaldı artık şimdiki zamandayız." Demesi de bu iddiayı destekler.
“Şimdiki
zaman” modern ve çürümüş, ahlaki, yozlaşma ve değer yitimine
uğramış dünyada şeytan gücü ele geçirmiştir. Dolayısıyla bu söylem bir
iyimserlikten çok karamsar bir durumun dışavurumu gibidir. Yine bir başka
sahnede "Peki tanrı ne
istiyor?" sorusuna "Tufan"
cevabını vermesi aslında Deccal’ca bir söyleme denk düşer. Kaldı ki inanca göre
Mesih toplumu iyileştirmek üzere gelecektir, oysa Deccal yıkım arzusundadır. Bu
da tezimizi güçlendirir. Yine başka bir sahnede; "Allah ile ilgili varsayımlarınızı bırakmanızı söylemek için
buradayım. Bildiğinizi sandığınız şeylere tutunmayı bırakın. Artık insanlık
dümensiz bir teknedir, bana tutunun." Sanırım tezimizi güçlendiren en
dolaysız ifadelerden biri de bu! Peki, Messiah karakteri Deccal ise gerçek
Mesih kim? Bana göre filmin devamında İsa’nın Ortadoğu topraklarından
(Suriye’den) çıktığını da dikkate alarak aslında Jibril’in gerçek Mesih
olduğunu da söyleyebiliriz. Bütün sansür ve eleştirilere rağmen dikkat çeken bu
yapımın bir şekilde devam edeceği kanaatindeyim.
THE İNVASİON (İSTİLA)
Yine yönetmen koltuğunda James Mcteigue ile Oliver Hirschbiegel’in olduğu, bu bilimkurgu filmde başrollerinde Oscarlı Nicole Kidman ve Daniel Craig bulunuyor. Film aşina olduğumuz bir felaket senaryosuyla başlıyor. Mekân yine ABD. ABD’nin birçok şehirde duyulup hissedilen bir patlamanın ardından Patriot adlı büyük bir uzay mekiği parçalanarak ve ülkenin üzerine yağmur gibi yayılır. Sonradan anlaşılacağı üzere gerçekte hücresel düzeyde gözle görülmeyen; ama bir istilanın somut başlangıcıdır bu durum.
İlgililer durumu hızla kontrol altına alır; ancak mekiğin enkazı üzerine bulaşmış bir madde daha ilk andan öne çıkar. Bu gizemli maddeye ilişkin hikayeler yayılır. Hem uzay hem de dünya atmosferinde yaşamayı sürdüren bu organik maddeyle temas edenler görünüşte olmasa da zihinsel olarak büyük bir değişim geçirirler.
Washingtonlu psikiyatr Carol Bennell de söz konusu mekikle ilişkili olanların gitgide değiştiğini görür. Carol’un danışanlarının çevresinde olup biten garip olayları adım adım izlerken etrafında anlaşılmaz ve toplumsal bir psikoz patlamasını andıran değişimi görürüz. Ancak Carol, oğluna odaklı olduğundan bunlar üstünde pek de durmaz. Günümüzde yaşanan Covid-19 salgını ve aşı karşıtlarını düşününce filmde de benzer bir kurgunun işlendiği hissine kapıldım. Kaldı ki salgın yayıldıkça, Carol hastalığa karşı kullanılan aşılamanın aslında başka bir hesapla yapıldığını, aşılanan kişilerin aslında bizzat enfekte edildiklerini, dolayısıyla sürecin planlı bir istilanın parçası olduğunu adım adım kavrar. Carol’un oğlunun ilk sahneden itibaren gördüğümüz kâbusları ve genetik hastalığı aslında sonradan anlaşılacağı üzere bu salgının önlenmesinde kilit rol oynayacak, çocuğun söz konusu virüse karşı insanlığın tek silahı olduğu anlaşılacaktır.
Bu özetten de anlaşılacağı üzere film, klasik bir uzaylı istilasının ötesinde görünmeyen bir düşmanın istilası olarak farklılaşır hikaye. Ama bundan da önemlisi ortada bir uzaylı yoktur, sadece insan DNA’sı ile eşleşerek, insanı bireysel varoluştan kurtararak ve bir bütünün parçası kılan bir virüsün yayılımını konu alması bakımından oldukça orijinal bir “uzaylı filmi” olarak değerlendirilebilir.
Filmin dikkat çeken bakış açısı şu: Doğanın yok edilmesi, savaş, yıkım, bencillik gibi aslında egemenlik ilişkilerinin yarattığı bir dizi olumsuzluğu ve çirkinliği, insan doğası olarak yorumlamasıdır. Dolayısıyla insan doğası değişirse bütün bunlar yıkılacak, uykuya dalıp uyandığımızda artık “ben” değil “biz” olarak uyandığımızda her şey toz pembe olacaktır. Ama insanlık bu kolektif algıya karşı savaş açacak ve sonunda kazanacaktır. İnsanlığın bu noktadaki direnç noktası ise farklılıklarımızı savunma ekseninde şekillenecektir.
James Mcteigue bu filmde de emperyalist
söylem ve retorik üzerine bir film inşa etmiştir. Yine ABD dünyanın
kurtarıcısıdır. Yine insanlığın kurtuluşu tek bir bireye (bu sefer bir çocuğa)
bağlanmıştır. İnsanlığın kurtuluşuna, toplumsal kurtuluşa dair hayallerin ne
denli boş olduğu ve toplumsal mücadele olanakları akla bile gelmez! Konu
ettiğimiz üç filmde de kesişen bu eksen aslında yönetmenin yaşama ve insanlığa
bakışındaki sığlığın ve tek yönlülüğün dışa vurumu gibidir.
İstila film yok oluşa sürüklediğimiz dünyanın sorunlarını çözmede esas unsurun yine biz olduğumuza odaklanırken finalde Amerikan Başkanının ağzından şu sözler dökülür: “İyi ya da kötü yine insanız. Yeri gelince hepimiz en vahşi suçları işleyebiliriz. Böyle dönmeyen, her krizin yeni bir vahşetle son bulmadığı, bütün gazetelerin savaş ve şiddetle dolu olmadığı bir dünya hayal etmek, insanların insan olmadığı bir dünya hayal etmektir.”
Görüldüğü gibi dünyanın şimdiki halinin insanın doğası olduğu fikri açıkça savunulur bu sözlerde. Bunları duyunca aklıma Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” safsatası gelmişti. Yani yaşadığımız cehennem aslında kaderimiz, diyor beyefendiler. Savaşlar, yıkım, sınıfsal ve cinsel eşitsizlikler, aslında insan olmanın gereği diyor Amerikan Başkanı ve bizi bu makus talihi kabule çağırıyor. Kuşkusuz farklılıkların olmadığı ve tek tipleşen inşalarla dolu bir dünya cehennemi bir dünya olarak tarif edilebilir; ancak yaşadığımız cehennemi bize kader gibi gösterenlere tek cevap mücadele etmek olsa gerek!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler