Shakespeare’i öncelikle şairlik yönüyle tanıyan bir okur olarak, oyunlarıyla oldukça geç tanıştığımı belirtmeliyim. Ama Shakespeare oyunlarında da aynı şairane dili kullanmıştır çoğunlukla. Oyunlarının dili kadar biçimsel özellikleri bakımından da şiirsel yapıya uygun olması belki okuma kolaylığı açısından bir avantaj gibi görülebilir; ancak anlaşılması noktasında da zorluklar yaratıyor. Bu sadece okur açısından değil, yazar açısından da bir sorun olarak belirmektedir.
Shakespeare’in yazdıklarında
tiyatroyla şiirin eşsiz bir uyum içinde bütünleştiğini savunan Mina Urgan da bu
özelliğin metinlerine bir sınırlılık getirdiğine işaret eder: “Shakespeare herhangi başka bir dile
çevrilince, değerinin en azından yarısını yitirir. Çünkü tiyatro yazarı
Shakespeare başka bir dile aktarılabilir, ama şair Shakespeare'i başka bir
dilde verebilmek pek olası değildir.”[1]
Bu çalışmada Shakespeare'in dört oyunundaki dört farklı karaktere dair birtakım değerlendirmeler yapmaya çalışacağım. Shakespeare’in kalabalık oyun kadrolarıyla sayısız karakter yarattığı biliniyor. Bu oyun kişilerinin, tarihsel kişilikleri yansıtabildiği gibi yazarın kendi kişiliğinden de izler taşıdığı savunulmuştur. Ancak bu kadar oyun kişisinin, Shakespeare’in kişiliğini, felsefesini, duygu ve düşüncelerini yansıttığını savunmak bana pek gerçekçi gelmiyor açıkçası. Bu konuda Urgan’ın bu tezi destekleyen görüşünü oldukça yerinde buluyorum: “Ve onlar konuşurken, onları yaratan Shakespeare susar.”[2]
VERONALI İKİ CENTİLMEN
Veronalı İki Centilmen
(The Two Gentlemen of Verona), Shakespeare’in tarafından yazarlığının ilk
döneminde yazılmış bir romantik komedi oyunu olarak nitelenmektedir. Komedi
olarak nitelenmesi bana fazlasıyla zorlama geldi. Bu oyunda komedi unsurlarına
belirgin şekilde bir yer verilmemesine rağmen oyun, neden komedi türündeki
eserleri arasında gösterilmektedir? Buna birçok yorumda “oyunun mutlu sona
bağlanması” cevabı veriliyor. Ancak elbette bir komedi tarifi için bu
kesinlikle yetersiz bir gerekçe. Kuşkusuz bu yorumu yapmamın altında oyun
konusunun da etkisi var. Özellikle iki arkadaşın çatışması ve ihanet, komediyi
zorlayan konular olsa gerek.
“Veronalı
sözümona kibar delikanlılardan birinin, en yakın arkadaşının sevgilisine
kalleşce göz koymasında hiç gülünecek bir yan yoktur aslında. Bu oyunun bir
komedya saymasının tek nedeni, mutlu bir sona varıp çifte düğünle bitmesi ve
Shakespeare'in o eşsiz soytantarının ilk örneği olan Launce ile huysuz ve
nankör köpeğinin varlığıdır.”[3]
“Güldürü
yazarının amacı bize tipleri, yani kendini tekrar edebilen karakterleri sunmak
olduğuna göre bu amacı gerçekleştirmenin, aynı tipin birbirinden farklı çeşitli
örneklerini vermekten daha iyi bir yolu bulunabilir mi?”[4]
Oyunu okurken bunun bir komedi oyunu olarak nitelenmesi bana
fazlasıyla zorlama olduğunu ifade ederken aslında bir metni zamansal ve
mekânsal bağlamdan koparmadan değerlendirmek gerektiğini unutmuyorum.
Dolayısıyla yazarın kendi çağına özgü bir "komedi" anlayışıyla yazılmış
olabileceğini de göz ardı etmiyorum. Oyun adeta iki katmanlı gibi, bir tarafta
soylu kesimden oyun kişilerinin çatışmaları ve kendi aralarındaki mücadeleleri,
aşkları, kıskançlıkları vs. unsurları taşıyan romantik dramatik katman, diğer
yanda da metnimizin konusu olan halk sınıfından sıradan kişilerin kendi
aralarındaki çekişmeler, çatışmalar ve söz oyunlarına dayalı güldürü ögeleri.
Oyundaki asilzadeler de bir
karşıtlık ekseninde oyunun kurgusuna nasıl dahil olmuşlardır. Uşaklar da aynı
karşıtlık içinde varlık göstermişlerdir. Güldürü unsurunu taşıyan oyun kişilerinin
sıradan halktan seçilmesi, bunların hazırcevaplıkları, karakterleri ve
davranışları güldürü öğesinin temel taşıyıcıları olarak karşımıza çıkıyor.
Kaldı ki Valentine'in uşağı Speed, Antonio'nun uşağı Panthino, Proteus'un uşağı
Launce da aynı karşıtlık içinde konumlanmıştır. Bunlar ağırlıklı olarak söz
komiği ve muzip davranışlarla oyundaki ağırlığı kırmış, diyaloglarda verdikleri
cevaplar, iğnelemeler ve söz oyunlarıyla adeta oyunun komiğini oluşturmuşlardır.
Bunlar kimi zaman efendilerini
iğneleyen bir üslupla karşımıza çıkmıştır, öyle ki bunlar dolayımsız ve
çekincesiz birer yaklaşım örneğidir. Bu anlamda metinin gerçekliğini zorlayan
yanları da var gibidir: “Yani, ben salak
soytarı olabilirim, ama efendimin alçağın biri olduğunu görecek kadar aklım
var.”[5]
Bir yardımcının efendisine doğrudan bu kadar cüretkar söz söylemesi abartılı
bir üslup örneği ya da yardımcının akıl melekelerinin yerinde olmasıyla
açıklanabilir ancak! Kimi zaman da güldürü ögesi yardımcıların kendileri
arasında bir söz düellosu ya da sıradan bir diyalog niteliğinde karşımıza
çıkmıştır. Oyunun 3. perdesinin 1. sahnesinde Launce'ın aşk arayışına girişmesi
ve bu sırada aradığı kızın özelliklerini sıraladığı sahne bu açıdan oldukça
eğlencelidir.[6]
Oyunda Launce’ın köpeği de ayrı bir güldürü unsuru olarak konumlandırılmaktan
öte sahne bağlamında düşünüldüğünde Launce karakterini tamamlayan bir öge
olarak çizilmiştir.
KURU GÜRÜLTÜ YA DA YOK YERE YAYGARA[7]
Shakeaspeare’in sevilen eserlerinden “Kuru
Gürültü” de romantik komedi kapsamında değerlendirilen oyunlarındandır. Bu
oyunda da geleneksel bir komedi anlayışının ötesinde gerilimli bir oyun kurgusu
dâhilinde ihanetle suçlanan kadın karakter Hero’nun ölmüş numarası yapmasının
ardından aklanması ve kendisine inanmayan nişanlısı Claudio’yu affedip oyunun
mutlu sonla bitmesi anlatılır. Bu mutlu son, seyirciyi ne kadar rahatlatıyor
bilmiyorum, ama doğrusu benim öfkemi pek yatıştırmadı.
“Kuru
Gürültü’nün geleneksel komedi tanımının dışına çıktığı görülmektedir. Zira,
genç bir kız olan Hero’nun, düğün günü kilisede evleneceği erkek tarafından
iffetsizlikle suçlanması ve bunun doğru olmadığını kanıtlayabilmesi için
kendisine sunulan tek seçeneğin, kurgusal düzlemde bile, ölüm olması, ataerkil
toplum düzeninin kadınlar üzerinde kurduğu baskının trajik bir yansımasıdır”[8]
Kadını ikinci sınıf
olarak göre eril yaklaşımın bir başka örneğini bu yazı kapsamında
değerlendirdiğimiz IV. Henry oyununda da görüyoruz:
“Biliyorum
akıllısın, ama ancak,
Harry
Percy'nin eşi ne kadar akıllı olabilirse sadıksın,
Ama
kadınsın da. Sır tutmaya gelince,
Ağzı
senden sıkı hiçbir kadın olamaz,
Çünkü,
inanıyorum, bilmediğin şeyi kimseye söylemezsin.
İşte
sana güvenim bu kadar, tatlı Kate.”[9]
Shakespeare’in Yok Yere
Yaygara’da da karşıtlıklar üzerinden bir karakter konumlaması seçtiğini
görüyoruz: “Shakespeare'in çok yönlü ve
renkli komedi kişileri arasında ön sıralarda olan Beatrice ile Benedick'in
görüş ve düşüncelerindeki değişim, insanoğlunun kimliği açısından anlamlı.
Örneğin Beatrice başlangıçta Benedick'i istemediği gibi, kendisine koca filan
da istemiyor.”[10] Yazar bu karşıtlık
üzerinden oyun boyunca söz komiği açısından zengin bir malzeme üretiyor.
Mina Urgan da benzer
biçimde Elizabeth Çağı'nın çoğu komedyalarında, genç kızlarla delikanlıların ilk
görüşte aşklarına atıf yaparak, Beatrice ile Benedick’in bu geleneği derin
biçimde sarstıklarını ifade etmiştir.[11] Yine Bergson; “Sadece gerçek anlamda insani olan şeyler
için gülünçlükten bahsedilebilir.”[12] ifadesinde de Beatrice
ile Benedick’in insani durumunun izleri sürülebilir. Aynı şeyi Falstaff
karakterinde de fazlasıyla görüyoruz. Hepsi o kadar canlı insanlardır ki,
elimizi uzattığımızda dokunabileceğimiz, her an karşılaşabileceğimiz kadar
sahici tiplerdir karşımızdaki. İşte bu gerçeklikle söz mahareti birleşince de
ortaya gerçek manada bir güldürü çıkmış oluyor.
…
Yok Yere Yaygara’da Dogbery,
oyunu mutlu sona taşıyan zaptiyelerin başındaki kişidir. Diğer bekçilere talimat verdiği 3. perdede
karşımıza çıkar. Seyirci ya da okuyucu, halktan insanları, ait oldukları
sokakta karşılar. Verges’le birlikte diğer bekçilere talimatlar eşliğinde bir
nutuk çektiğini görürüz. Bunu yaparken de sürekli söz oyunları, incelikli
göndermeler ve dil sürçmeleri yapar. Zaten Dogberry, özgür iradeli bir bireyden
öte bir emir kuludur. Yaptığı işi, işlenen büyük suçu ortaya çıkarması da
niyetten bağımsız bir görev olarak gerçekleşir. Öyle bir karakterdir ki bu
neredeyse her an suçluları elinden kaçıracakmış da bunlar cezadan kurtulacakmış
hissine kapılırız. Bu durum gerilimi ve merakı beslediği kadar oyundaki gülmece
ögesini de besliyor gibidir.
“Shakespeare,
bu oyunda da yer yer seyirciye, ‘Farkında mısınız, bu olaylar her an trajediye
dönüşebilirdi’ diyor. Derinlerdeki bu karanlık ihtimal, Shakespeare'in
komedilerine özgü ve onlara önemli bir anlam katmanı sağlayan bir öge.”[13]
Türkçe anlamı it üzümü ya
da kızılcık olan Dogbery, ismiyle bile farklı bir karakter olduğunu
hissettirir. Oyuna dâhil olur olmaz, ismiyle uyumsuz biçimde (en azından bana
öyle geldi) bir halk dervişi gibi öğütler vermekte, astlarına hayat dersleri
vermektedir. O “bilgelik” zamanlaması
açısından da komik bir tablo sunuyor. Tabi sürekli yaptığı dil sürçmeleri,
sözcükleri bozuma uğratma ve sentaksı değiştirme de aynı şekilde bu tabloyu
tamamlıyor. Bunu da öyle bir hava da yapıyor ki bu mekanik hava diyaloglar
boyunca devam ediyor.
“Jestlerin
taklidi kendi başına da gülünçtür ama onları deforme etmeden, testereyle odun
kesmek, örs üzerine vurmak veya hayalî bir zilin ipini durmadan çekmek gibi
mekanik faaliyetlere yaklaştırarak yapılan taklitler daha da gülünçtür.”[14]
İşte
Dogbery tam da bunu yaparak taklit ettiği ya da tekrar ettiği hatalarla
belirgin biçimde mekanik bir görüntü sunuyor.
Dogbery halktan bir adam, sıradan bir
kişilik. Ancak oyunda öyle kritik bir yerde ki düğümün çözülmesinde kilit bir
rol oynuyor. Bu da onu oyunun merkezine, oyunu kendisinden bağımsız
düşünelemeyecek bir noktaya getiriyor. Oyunun asil kişileri arasında cereyan
eden gerilim, Dogbery’nin sahneleriyle adeta esnetiliyor, rahatlatılıyor. Yine
güldürü (Benedic ve Beatrice’i unutmadan söylüyorum) halk sınıfının varlığı
üzerinde yükseliyor.
Shakespeare bir diğer oyunu olan “Kral John’nun Yaşamı ve Ölümü”[15] beş perdelik bir tarihi oyundur. 1199-1216
yılları arasında, İngiltere’de hüküm süren, Kral John'un yaşamı ve ölümü
arasında gelişen olayları konu alır.
Oyununda ele alınan tarihteki olaylardan
çok oyun kişilerinin duygu durumları ve bu olaylar karşısındaki tavırları öne
çıkarılmıştır. Dolayısıyla bir tarih kaygısından (ki tarihi gerçeklerle
oyundaki gerçekliğin uyumsuzluğu da açıktır.) ziyade metinde yer verilen
olaylardan çıkarılacak dersler vurgulanmıştır. Dolayısıyla Kral John’da, Arthur
ile annesi Constance’ın yaşadıkları trajik olaylar, çaresizlikler oldukça
çarpıcı biçimde ortaya konmuştur. Burada da yazarın bir başka özelliğinin,
insani duyguları ifade etmekteki başarısının açıkça görüldüğü söylenebilir.
“King
John, Shakespeare'in önemli oyunlarından biri sayılmaz. Buradaki kral da,
Shakespeare'in öteki kralları gibi ilginç değildir… King John’un ilgimizi çeken
ender parçalarından biri, bu kötü kralın önerisi üzerine adamlarından birinin,
John’un öz yeğeni küçük Prens Arthur'u öldürmeye kalktığı, ama çocuğa acıyıp bu
işi yapamadığı sahnedir. Zehirlenen kralın can çekişmesi ise, genellikle
şiirden yoksun bu oyunun en şiirsel parçasıdır.”[16]
Oyunda babalığın
belirsizliği üzerinden gelişen bir gerilim söz konusudur. Özellikle fiziksel
benzerliği nedeniyle Aslan Yürekli Richard'ın gayrimeşru çocuğu olduğu
düşünülen Piç Philip'e odaklanılır. Daha oyunun başında Piç Philip bir seçim
yapmak durumunda kalır: Ya Sir Robert'ın mirasını alacaktır ya da Richard'ın
oğlu olarak görülerek gayrimeşruluk damgası yiyecektir! Philip, ikincisini
seçer.
Günümüz algısına da denk düşen biçimde Shakespeare oyunlarında gayrimeşru çocuklar genellikle kötü karakterler olarak çizilirler (Don John, Edmund vb.). Bu “gayrimeşruluk'' ahlaki kusurlar ve yozlaşmayla da tamamlanır. Ancak Kral John'da gördüğümüz Piç Philip, bu sınıflamaya dahil edilemez.
Piç’in bu denli ayrıntılı
çizilmesi, fiziki özelliklerinin, cesaretinin, maddi durumunun ayrıntılı olarak
oyunun başında aksettirilmesi hem oyun kişisini realize ediyor, hem de okuyucu/
izleyici açısından dikkatin buna odaklanacağına dair bir önseme yapılıyor.
Burada dikkat çeken bir nokta da Essex’in; “Efendimiz,
son derece tuhaf bir anlaşmazlık söz konusu. Taşradan geldi çözümlemeniz için;
Hiç böylesini duymamıştım; adamları huzurunuza getireyim mi?” [17]diyerek Robert
Faulconbridge ile piç kardeşi Philip’i Kral’ın huzuruna çağırmasıdır. “Taşradan geldi” ifadesi gelenlerin
sınıfsal konumlarına dair de bir gönderme de içermektedir.
Piç Philip’in oyundaki bir diğer ayırt edici
yönü, dışarıdan bir göz misyonu üstlenmesidir. Oyunda sanki tarafsız bir
anlatıcı gibi gelişmeleri aksettirme işlevi üstlenmiş izlenimi vermektedir. Bu
yönüyle oyundaki felsefi anlatımın taşıyıcısı ve bilge karakter niteliği
üstlenmiştir diyebiliriz. Bana kalırsa bu yönüyle bir de soytarıları da
andırmaktadır. Çünkü soytarılar da çoğu kez seyircinin bakışına daha yakın bir
noktada durup, diğer oyun kişilerinin görmediklerini seyirciye yansıtma misyonu
üstlenirler. Mesela Fransa Kralı'nın İngiltere'ye barış anlaşması yapmasındaki
tetikleyici güdülerin Piç Philip'in anlatımından anlaşıldığı gibi bu durum da
Philip üzerinden ahlaki olarak tartışmaya açılmaktadır.
Faulconbridge, oyunun başında kişisel çıkar kaygısı güden ve bunun derdine düşen bir kişi olarak çizilmişse de giderek hizmete hazır, olaylardan uzak duran bir gözlemciye dönüşür. Özgürlüğe meyilli kimliği ile de bu ideal karakteri tamamlar. Diğer yandan da oyunun ahlaki mesajının taşıyıcısı olarak Faulconbridge, sahtelik kokan, kan üzerine kurulu[18], ihanetle örselenmiş olarak gördüğü siyasete karşı da mesafeli durmayı tercih eder. Diğer yandan aristokratların aşırı kibarlığına, bencilliğine karşıda eleştirel bir duruş içindedir. Dolayısıyla Philip ana karakterler başta olmak üzere mevcut yapının bütün taşıyıcı unsurlarını çözmüş, bunlara dair yargılar ve tahliller gerçek amaçlarını afişe eden “satirik bir koro”[19] olarak da görülebilir.
Shakeaspeare’in tarihsel
oyun dizileri arasında özellikle şaşırtıcı özellikleri ve Falstaff sayesinde
dikkat çeken oyunlardan biridir IV. Henry. Bu oyunu Türkçeye aktaran Bozkurt’un
tabiriyle: “Okur/seyirci, bir kez daha
insan yaşamının belli bir zaman dilimi içinde damıtılarak, en can alıcı
yönleriyle sunulmasını irkilerek ve neden irkildiğini kendine hep sorarak
izliyor.” Bu etkinin temelinde metin boyunca oyuna sirayet eden sahicilik
olduğu kanaatindeyim. İnsanların en sıradan davranışları, söylemleri, kısacası
yaşamın kendisi damıtılarak okuyucunun/seyircinin karşısına getiriliyor.
Birçok oyununda
gördüğümüz savaş yine oyunun merkez atmosferini oluşturuyor. İnsanoğlunun envai
çeşit ruh hallerinin, korkularının, cesaretinin, hayatta kalma içgüdüsünün en
yalın halde ortaya çıkarılabilmesi açısından bundan daha iyi bir zemin olabilir
mi?
Oyundaki Falstaff, Shakespeare’in
yarattığı en sıra dışı ve komik karakterler arasında gösterilmektedir. Aslına
bakılırsa Falstaff, pek de sıra dışı bir karakter değildir. O, her an karşımıza
çıkabilecek türden bir karakterdir. İnsani olan özelliklerden birçoğunu belki
biraz da abartılı biçimde üzerinde taşır. Zevke, eğlenceye, şaraba ve sekse bir
düşkünlüğü mesela, aslında böyle insanlar her yerde yok mudur zaten? Zekidir, bir o kadar da saf. Olayları
anlatırken abartmayı kendini öne çıkarmayı ihmal etmez. Mesela yaptıkları
soygunun ardından Prens ile Poins’in tuzağına düşecek kadar saf; ama bu zaafını
realize etmek adına olmadık yalanlar atacak kadar da hayalperesttir. Falstaff’ın
fiziki özelliklerini de yakından tanıtır bize yazar (Şişmanlığı, oburluğu ki bu
da oyunda pek çok kez tekrar edilir. Dolayısıyla tipoloji olarak da gülmeceye
uygundur.). Aynı şekilde ne kadar korkak olduğunu da görürüz. Dolayısıyla
kurnaz, sivri dilli, hazırcevap bir “soytarı” karakteri vardır karşımızda. (Prens
ya da kim olursa olsun konumlarına bakmadan fütursuzca eleştirebilir.)
Zaman zaman abartılı gelebilen bu sivri
dillik konusunda, “Basitliği bir yana bu
gülmece türü kimi zaman fazla açık saçıktır ve sözcük oyunlarına fazlasıyla yer
verir. Shakespeare'e özgü değil, çağına özgü kusurlardı bunlar ve Shakespeare
zamanla bunlardan arınmasını bilmiştir.”[20] der Urgan.
“Herkesin
derdi benimle. Harcı ahmaklıkla karılmış bu insan denen varlığın beyni, benim
yarattığımdan, ya da benimle yaratılandan öte, güldürüye yakın bir şey
yaratabilmekten aciz. Kendim zeki olmaktan başka, herkesteki zekânın da kaynağı
ve nedeniyim.”
Burada kendini sadece güldürmenin değil
aynı zamanda zekânın da kaynağı olarak görerek yukarıda dediğim gibi
narsistlikte arşa değiyor başı. Neredeyse kendini yaratıcıyla eşdeğer bir
noktada görüyor. Kuşkusuz bunu bir uşağa söylüyor; ama o uşak nezdinde aslında
tüm insanlığa meydan okuyor gibidir. Biz okurlar bile onun ölümsüzlüğüne
kanacakken birden bire uğradığı ihanet sonucu tepetaklak oluşunu izlerken
karşımıza tam da sahicilik diye vurguladığımız “insanlık yazgısı” çıkıyor.
Bütün bu yanları bir tarafa yaşamı olanca çelişkileriyle seviyor Falstaff. İçinde bitmek bilmeyen bir ateş yanıyor gibidir. Bu şişman ve ellili yaşlardaki adam bir geleceğin kralı Prens Hal’ın hem hovardalık ettiği bir masa arkadaşı hem de bir çeşit akıl hocası gibidir. Her ikisi zamanlarının çoğunu İngiltere’nin meyhanelerinde, hırsızlıkla ya da kadınlarla geçirir. Prens her ne kadar kendini zekâca Eastcheap’teki “çeteden” üstün görse de onun zekâsına ulaşabilecek tek kişi vardır o da yine Falstaf’tır. Ama oyunun sonundaki hazin son gibi eski arkadaşının kral olduğunu duyan ve bunun üzerine saraya giden yaşlı Falstaf, beklenmedik bir tepkiyle karşılaşır. Aslında ilk bölümde buna dair göndermeler de az değildir. Ama bu samimi yoldaşlığın böyle dramatik bir biçimde sonlanması, Kral’ın kötü şöhretli geçmişinin bir simgesi olarak gördüğü Falstaff’ı tanımazlıktan gelip cezalandırması yine de iç burkar.
Sıradan bir insana
gösterilen bu tavır bir cezalandırma gibi gözükse de bana kalırsa yazar
aristokrasinin iki yüzlülüğünü afişe etmiştir. “Shakespeare, kurnaz bir demagogun eline düşünce halkın hemen etki
altında kalabileceğini, çabucak fikir değiştirebileceğini de bilir.” [22]Diyen Urgan’ın sözünün
ispatı gibidir karşımızdaki. Bu noktada kuşkusuz “Gülüncün doğal ortamı kayıtsızlıktır ve gülmenin en büyük düşmanı
duygulardır.” [23] diyen Bergson’un
yaklaşımına rağmen Shakespeare’in salt bir güldürme derdi olmadığı aynı zamanda
insanı sarsma, ders verme gibi bir güdüyle yazdığı sonucuna da varabilir. Yazar
böylece güldürü sanatıyla bizlere bir zaafı tanıtmakta, gülünç olan üzerinden
bize düzeltilmesi gereken işaret etmekte ve sonuçta gülme yoluyla bu
davranışları toplumsal olarak cezalandırmaktadır.
Buradan hareketle
Shakespeare’in insanlara (karakterlerden hareketle) nasıl insancıl bir sevgi ve
hoşgörüyle yaklaştığı anlaşılır. İnsanları iyi ya da kötü çok yönlü
özellikleriyle anlatması onları sahici kıldığı kadar okur/izleyici gözünde
kabul edilebilir olmalarını da sağlamış olur. Böylece Falstaff gibi değer
yargılarından arınmış, her türlü ahlaksızlığı yapabilen bir ihtiyar bile
eğlenceli ve sevimli bir varlığa dönüşmüş olur. Zaten Shakespeare'in kişileri
her dönemde ve her coğrafyada karşımıza çıkabilecek türden insanlar değil
midir?
KAYNAKÇA
Mina Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul 2010
Henry Bergson, Gülme, çev. Devrim
Çetinkasap, Türkiye İş Bankası yayınları, 4. Basım, İstanbul, 2019
William Shakespeare, Veronalı İki Beyzade,
Remzi Kitabevi, Çev. Bülent Bozkurt, 2008
W.Shakespeare, IV. Henry, Türkçesi: Bülent
Bozkurt, Remzi Kitabevi, 4. Basım, 2004
W. Shakespeare, Yok Yere Yaygara,
Türkçesi: Bülent Bozkurt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1998
W. Shakespeare, Kral John’un Yaşamı ve
Ölümü, Çev. Hamit Çalışkan, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2011
Zeynep Bilge, Kuru Gürültü: (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/13549)
[1]
Mina Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2010, s.
226
[2] A.g.e.
229
[3] A.g.e.,
s. 231
[4] Henry Bergson, Gülme, çev. Devrim Çetinkasap, Türkiye
İş Bankası yayınları, 4. Basım, İstanbul, 2019, s. 104-105
[5] William
Shakespeare, Veronalı İki Beyzade, Remzi Kitabevi, Çev. Bülent Bozkurt, 2008,
s. 79
[6] A.g.e:
s.81-82-83-84
[7] W. Shakespeare,
Yok Yere Yaygara, Türkçesi: Bülent Bozkurt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1998
[8] Zeynep
Bilge, Kuru Gürültü: Ataerkil Toplumun Namus Anlayışı Uğruna Öldürülen Kadın (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/13549)
[9]
W.Shakespeare, IV. Henry, Türkçesi: Bülent Bozkurt, Remzi Kitabevi, 4. Basım,
2004, s. 51.
[10] W. Shakespeare,
Yok Yere Yaygara, Türkçesi: Bülent Bozkurt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1998, s.
8
[11] Mina
Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2010, s.
236-237
[12] Henry Bergson, Gülme, çev. Devrim Çetinkasap, Türkiye
İş Bankası yayınları, 4. Basım, İstanbul, 2019, s.5
[13] W. Shakespeare,
Yok Yere Yaygara, Türkçesi: Bülent Bozkurt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1998, s.
12
[14] Henry Bergson, Gülme, çev. Devrim Çetinkasap, Türkiye
İş Bankası yayınları, 4. Basım, İstanbul, 2019, s.25
[15] W.
Shakespeare, Kral John’un Yaşamı ve Ölümü, Çev. Hamit Çalışkan, Türkiye İş
Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2011
[16] Mina
Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2010
[17] W.
Shakespeare, Kral John’un Yaşamı ve Ölümü, Çev. Hamit Çalışkan, Türkiye İş
Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2011, S.3
[18] Kral
John, kan üzerine saadet olmayacağını ancak ölüm döşeğinde anlayacaktır. Bu
anlamda Faulconbridge, kralla karşılaştırılınca bile son derece ileri görüşlü
ve derin bir kişilik olarak belirmektedir.
[19] Bu
yoruma yakın bir ifade sınıfta ders esnasında da yapılmıştı. Benzer bir yoruma
Mina Urgan’da da rastladım. Ama okuduğum kaynağı tekrar bulamadım. Çok
güvenilir olmamakla birlikte internetten bulduğum kaynağı belirtmekle
yetiniyorum.
https://feanorunyazilari.wordpress.com/2020/11/01/kral-johnun-yasami-ve-olumu/amp/
[20] Mina
Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2010, s. 240
[21] W.
Shakespeare, IV. Henry, Çev. Bülent Bozkurt, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2004,
s.8
[22] Mina
Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2010, s. 241
[23] Henry Bergson, Gülme, çev. Devrim Çetinkasap, Türkiye
İş Bankası yayınları, 4. Basım, İstanbul, 2019, s.5
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler