28 Nisan 2021 Çarşamba

LORCA'NIN DUENDE KURAMI VE TÜRK EDEBİYATINDA DUENDENİN İZLERİ


DUENDE NEDİR?

Sanatta duende, içsel bir enerji ve bunun yapıta yansıması olarak ifade edilebilir. Lorca da konuya dair bildirisinde bunu şöyle ifade eder: “Demek ki duende bir arzudur eylem değil, bir mücadeledir düşünce değil.”[1]

Lorca’ya göre insanın içinde vardır ve bunu hareketlendirmek gerekir. Bir metotla ya da çalışmayla elde edilecek bir şeyden öte hisse dayalı bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Sahne üzerinde gösterilen performans açısından değerlendirdiğimizde kişinin iç dinamiklerinden çıkış alan “doğal bir yetenek” ya da içsel bir enerji olarak da yorumlanabilir.

Duende üzerine yaptığım okumalardan anladığım duyguların etkili bir şekilde dışavurumu olarak ifade edilebilir. Başka bir deyişle bir oyunda, bir şarkıda, sanat izleyicisi ile icracısı arasında dolayımsız bir bağın oluşması olarak da ifade edilebilir. Bu anlamda duende herkesin ifade edemediği, dile getiremediği bir duygu veya durumun karşıdakine etkili bir şekilde aktırılması kadar icracının da bunu derinden hissedip duyumsayarak aktarabilme becerisi olarak karşımıza çıkıyor.

Duende söz konusu olunca performansta kuşkusuz daha zor bir durum söz konusu. Ki öncelikle pratik olarak bir eseri sahneye taşıyan sanatçı, eserdeki duygu derinliğini sonuna kadar hissetmek durumunda olurken bir yandan da bunu izleyiciye aynı biçimde, aynı yoğunluk ve etkililikte aktarmak zorundadır duendeyi yakalayabilmek için.

Duende, Lorca’ya göre sıklıkla müzik icrası içinde beliren bir esriklik anı olarak tanımlanmıştır. Bu noktada flamenko icralarına “Duende’nin Oyunu ve Kuramı” metninde sıklıkla yer vermesi bundan olsa gerek. Duende, esriklik anı olduğu kadar, esriklikle umarsızlığın, belki de kendi varlığından kendi benliğinden kopup yeni bir var oluş merhalesine uzanmanın iç içe geçtiği bu yoğun duygu durumuna aslında Türk edebiyatında pek çok alanda rastlamak mümkündür. Konu üzerine yazmak fikri söz konusu olunca ilk olarak aklıma tasavvuf felsefesi geldi. Hem mistisizm hem müzik hem de eylemin iç içe geçtiği tasavvuf bu anlamda bize duendeye dair bir izlek sunabilir diye düşündüm.

TASAVVUFTA DUENDENİN İZLERİ

Tasavvuf, bir dinin derunî, ruhanî yönünü belirten “mistisizm” (mystisisme) şeklinde algılanarak İslâm mistisizmi[2] olarak tanımlanmıştır. Bir mistik yolculuk, Tanrısal güce ulaşma arzusu diye tarif edebileceğimiz bu arayış kuşkusuz salt bir tanımlamaya sığamayacak kadar geniş bir külliyata dayanmaktadır. Ancak mutasavvıfların kaleme aldığı eserlerde olsun, onların ilahi diye adlandırılan şiirlerinde olsun veyahut tasavvufun aşamalarında olsun duendeye yakın belki de bizzat duendeye denk düşen noktalara rastlamak mümkün gibi geliyor bana. Baştan sona mistik bir yolculuk olarak gerçekleşen tasavvufi inancın her aşaması maddi dünyadan kopuşu ve her adımda Tanrı’ya bir adım daha yaklaşmayı ifade eder. Bu süreçte yola giren dervişin geçtiği her aşamada bir kopuş yaşanır. Maddi dünyadan uzaklaşan kişi giderek Tanrısal bir gücün parçası gibi hissetmeye dahası o Tanrısal güçle bir olmaya doğru evrilir.

Mesela tasavvufta “sekr denilen bir tanım vardır. Kökeni Arapça olan bu terimin karşılığı sarhoşluktur.  “Yola girmek, yolda yürümek; (bir şey) başka bir şeyin içine nüfuz etmek, katılmak, intikal etmek”[3] anlamına gelen bu kavram tam da duendede ifade edilen kendinden geçişe denk bir kavram olarak değerlendirilebilir. Bu kendinden geçme haline tasavvufta sıklıkla rast geliriz. Tasavvufun en bilinen ürünlerinden olan ilahilerde bu kendinden geçme halini ifade eden yoğun duygu durumlarına rast geliriz. İlahilerin icrası sırasında mutasavvıf dervişlerin pek çok kez kendinden geçtiklerine, vecd içinde adeta başka bir dünya ile senkronize bir ruh haline büründüklerine dair anlatılar çoktur. Kuşkusuz burada salt kendinde bir esriklik durumundan bahsetmiyoruz. Söz konusu eserlerin icrasında ya da mutasavvıf dervişlerin tasavvufi ayinlerde okudukları ilahilerin icraları sırasında ayine katılan diğer bireylerde ortaya çıkan bir durumdur anlatılan.

Lorca’nın ifade ettiği gibi bazen icra edilen eser bir pratikte duendeyi ortaya çıkarırken başka bir icrada bu tadı duymayabiliriz. Bu farklılık icracıların o eseri icra becerileri kadar bu icra sırasında muhataplarına duyguları ne kadar geçirebildikleriyle ilgili gibi görünüyor. Bu anlamda sayısız icrası olan türküler duende konusunda bize önemli malzemeler sunabilir. Bu başlığı konunun açıklanması yönüyle ele alıp pratik anlatımı bir türküyle sınırladım. Ancak duende kavramının bana kalırsa en belirgin hallerinden birinin Türk edebiyatında tasavvufta ve tasavvufi eserlerde yakanabileceğine dair bir düşüncem olduğunu belirterek bu konuyu burada noktalayayım.

DUENDENİN BİR TÜRKÜDE BELİRİŞİ

Birçok farklı icrasına aşina olduğumuz türküler vardır. Ama aynı türkünün kimi icraları bizi derinden sarsıp içine çekerken, türkünün sözleri adeta dinleyiciye “o anı” tekrar tekrar yaşatır. Zaman ve mekandan koptuğumuz o anlarda icracı ile eseri alımlayan biz dinleyici arasında sanki hayali bir bağ varmış da bizimle icracı arasında yoğun bir duygu alışverişi gerçekleşiyormuş gibi gelir.  Aynı eserin her farklı icrasından bambaşka tatlar çıkarmak bundan olsa gerek. Ya da çok keyif aldığımız bir türkünün kimi söyleyişlerinde aynı tadı bulamayışımız da aynı nedenden kaynaklanıyor olabilir.

Çalışmaya başlarken konuyu bir ilahi üzerinden anlatmayı düşündüm önce; tasavvuf konusuna değinmem de bundan oldu. Ama sonradan Anadolu kaynaklı bir türkü seçmenin benim açımdan daha doğru olacağını düşündüm. Burada duendeyi anlatabilmek için (bunu ne kadar anladığım tartışılır tabi) onu hissettiğim bir eserde anlatmak daha doğru gibi geldi bana. Ama yine de tasavvufi eserlerin bu konuda araştırmaya değer olduğunu bir kez daha belirterek söz konusu değerlendirmeye girişeyim.

“CELAL OĞLAN TÜRKÜSÜ”[4]

Kültür Bakanlığı kaynaklarında Yozgat menşeli “Celal Oğlan” türküsü, düğün gününde rakipleri tarafından öldürülen ve nişanlısı tarafından kendisine yakılan bir ağıtın söze ve ezgiye dönüşmüş halidir. Türkünün hikâyesi kısaca şöyledir:

“Celal asker dönüşü aynı köyden Elif adlı bir kız ile nişanlanır. Kızın babası başlık parasını çok ister. Celal Oğlan üç sene gurbete gider. Başlık parasını tamamlar, köyüne döner, düğün bayrağını kaldırır ancak Elif’in başka kısmetleri de vardır. Elif ise Celal'i sevmektedir. Elifin çeyizi yazılırken Celal düşmanları tarafından vurularak öldürülür. Alı yeşili ortada kalan Elif, elinde kınası ve başının duvağı ile başlar Celal oğlan türküsünü söylemeye. Elif, Celal oğlanın sevgisine hürmeten ömrünün sonuna kadar bir daha evlenmez.”[5]

Türkünün birçok varyasyonu olduğu halde ben Musa Eroğlu’nun yorumunu tercih ettim. Bunun için de sözleri birçok kaynakta farklılaşan türkünün bahse konu olan icrasının sözlerini alıntılamakla yetindim:

İPEK MENDİL [6]

Evlerinin önü yonca

Yonca kalkmış dal boyunca

Ben bu halayı dutamam

Celal oğlan gelmeyince (celal oy oy yavrum oy oy)

Evlerinin önü arpa

Kırat gelir kırpa kırpa

Benim yavrum hastalanmış

Kuru yerde yata yata

(Celal oy oy yavrum oy oy)

İpek mendil dane dane

Yudular[7] serdiler güne

Ana celali yudular

Baş ucunda döne döne

(celal oy oy yavrum oy oy)

Celal’in ölümü ardından yakılan bu ağıtı her dinlediğimde beni derinden etkiyen bir yanı olmuştur. Pek çok türküde bu tadı duyumsamışımdır. Açıkçası “bu his” üzerine daha önce pek düşünmemiştim. Ama duende kavramını öğrendikten sonra her kültürde buna benzer “duygu durumları” olabileceği kanaatine vardım. Bizde efkâr diye tabir edilen de tasavvufta vecd olarak tarif edilen duygu-ruh durumu da buna denk düşüyor gibi.

Duygularımızı belirleyen birçok etmen var kuşkusuz. Bunların başında deneyimler ve farkındalık geliyor. Dolayısıyla ruh durumlarımıza göre farklı müziklere eğilim göstermemiz de bununla açıklanabilir. Ben bu türkünün hikâyesini öğrendikten sonra daha önce üzerimde yarattığı etkinin daha da katlandığını söyleyebilirim. Türkünün sayısız icrası ve varyasyonu söz konusu olmasına rağmen, ezgisiyle olsun icrasıyla olsun Musa Eroğlu’nun çalışması bana göre hepsinden farklı duygular hissettirmiştir: “İşte bunun duendesi var” denilen şey de bu olsa gerek.

Ağıt başlarken ritimler gergin bir bekleyişi andırır. Daha ilk anda keyifli bir ezgiden çok bunaltan, can sıkan, darlayan; ama bir o kadar da yürek tellerini titreten bir ezgidir dinlediğimiz. Bağlamanın tellerine vuran ozanın vuruş şiddeti ağıt boyunca değişmez. Elbette ritimde iniş çıkışlar var, onu ayrı tutuyorum ki olay akışı içinde bizim ruh halimizde de inişler çıkışlar bu anlamıyla kesintisizce devam eder. Ağır bir uzun hava şeklinde başlayan girişten sonra, ezgiler giderek hızlanarak başka bir makama geçilmesiyle bizi sarmaladıkça sarmalar. Ve sonunda ağıt sözlerinin notaları akmaya başlar. Bağlamanın adeta icracıyla bir ve bütün olduğu, icracının kendinden geçtiği ve dinleyeni de kendinden geçirdiği ya da dinleyeni kendi gerçekliğinden koparıp sözlerden çok ezgilerle hayat bulan başka bir dünyaya dâhil ettiği bir andır bu. Uzun ve ağır bu giriş türkünün neredeyse üçte biridir. Yaklaşık 6 dakikalık bir icranın iki dakikası bu giriş dediğim bölümden ibarettir. Ama bence işin sırrı, yani duendesi, bu bölümdedir. Yani icracı bizi havaya sokmak için epey bir mesai yapar. Belki de kendini hazır hissedinceye kadar başlamaz sözlere. Bu uzun girişin ardından sözlü bölüme geçilir. İlk sözlerle dinleyenler Celal’in köyünün yoncalıklarına doğru yol almaya başlar gibidir. Diğer taraftan da “celal oğlan olmayınca” sözleriyle türkünün çıkış noktası sezdirilmiş olur. “Ben bu halayı tutamam Celal Oğlan olmayınca” denilerek de bu durum iyice içselleştirilir. İçten içe bir sıkıntı dolup durur insanın içine… Bir halay başı beklenmektedir. Ama Celal Oğlan ortada yoktur. Gerginlik giderek artmaktadır. Ama bir bu gerilim, bir kırgınlık gibidir daha çok, geciken gelmeyen Celal’in durumuna dair duyulan bir gerginlik. Ardından gelen dörtlükte Celal’in evi tarif edilir. Ve hemen ardından da tıpkı dramatik metinlerdeki olağan akışı bozan haberci gibi bir kır at toprağı titretircesine köy meydanına doğru gelir. Getirdiği kem bir haberdir, gelişinden belli gibidir bu. Bu gelişin hayra alamet olmadığı “Benim yavrum hastalanmış.” sözleriyle ifade edilir. Son dörtlükte ise esas olay örgüsü anlaşılır. Bir olumsuzluk vardır ama tam olarak sebep nedir hala belli değildir bu anda. “Ana Celal’i yudular”[8] denildiğinde ise büyük kırılma gerçekleşmiş olur. Dinleyicinin içini titreten o sözlerle Celal’in öldüğü belirtilir. Cesedi köy meydanında uzanıp yatmaktadır. Sonrasında da anlatılan “yudular” kelimesi ise ölüyü defnederken yapılan yıkama işlemine bir gönderme olsa gerek.

Lorca, duendeyi anlatırken pek çok defa ölüme gönderme yapar. Bu türküde de ölüm ve yaşam iç içedir. Yani bir taraftan yaşamın olanca ve delice akışını damarlarımızda duyumsuyoruz. Öyle ki bunun en çıplak halinin kavranması ölümde beliriyor gibidir. Başka bir deyişle içimizde var olan yaşam ağrısının, derin bir yaranın bize bahşettiği duygu ve duyumların tümünün bileşiminden beliren o ruh halidir karşımızda duran. Dolayısıyla duendenin bir ağıtta daha belirgin olarak belirişi bundan olsa gerek. Düğününde karşılaştığı trajedi neticesinde Elif’in yaşadıklarından kalan ve hiç kapanmayacak olan yaraları tam da duendenin belirmesi için bulunmaz bir zemin sunuyor.

Flamenko müziğinin en karakteristik özelliklerinden gösterilen ritm ile hüznün güzelliği neyse türküyü dinlerken de bu sıra dışı anın büyüsüyle oluşan o güçlü duyguyu sözle ifade etmek gerçekten zor geliyor. Sanırım o zor gelen şeyin kendisi tam da duende denilen şey galiba. İspanyolcada bir sanat eseri karşısında hissedilen güçlü, dönüştürücü his olarak tariflenen duende, Lorca’nın söylediği gibi ''gelişi bütün biçimlerde her zaman köklü bir değişim gerektirir. Eski düzenler üzerinde yeni yaratılmış bir şeye benzer, mucizevi ve neredeyse ilahi bir heyecan yaratarak emsalsiz bir tazelik duygusu verir.''

Yine Lorca, ''Duende ölüm ihtimalini görmezse, ölümün evine musallat olamayacağını bilmezse, hepimizin sahip olduğu tesellisi olmayan ve olamayacak o bağları sallayacağından emin olmazsa gelmez.'' 

Öyleyse onu yakalamak için ağıt gibi bir malzeme bizim için bulunmaz bir fırsat değil midir? Hem de öyle bir fırsat ki insan bu duendeyi bulduğunda müziğin, sözcüklerin ve hatta sanatın ötesine de geçerek bambaşka bir görü kazanmakta, daha başka duymakta, hissetmekte; sanat yaşamın kendisi olmaktadır.

 


[1] Federico Garcia Lorca, Duende’nin Oyunu ve Kuramı, Çev. Ceren Karaca, Tiyatro Araştırmaları Dergisi, Sayı: 38, 2014

[2] https://islamansiklopedisi.org.tr/tasavvuf

[3] https://islamansiklopedisi.org.tr/suluk--tasavvuf

[7] Birçok varyasyonda bu ilk “yudular” sözü “vurdular” olarak geçmektedir. Bana kalırsa “vurmak” sözcüğü anlam bütünlüğü açısından ve türküde tekrara düşmemek açısından daha uygun görünüyor. Celal, vurulup yere serilmiştir.

[8] Buradaki “yudular” kelimesi muhtemelen vurdular anlamında kullanılmış.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 2: "UNUTULAN"

Nazım Hikmet'in kayıp ikinci şiiridir "Unutulan" ... Aslında eski baskı kitaplarında bulunan; ancak son yıllarda yapılan bası...