29 Nisan 2021 Perşembe

DİYALEKTİKTE ÖZGÜRLÜK VE ZORUNLULUK

Özgürlük ve zorunluluk, insan - doğa ilişkisini tarif etmede kullanabileceğimiz kavramlardır. Bu kavramların ilişkisini ele almadan önce özgürlük kavramı üzerinde durmak gerekiyor. En geniş anlamda özgürlük, bireyin (ya da toplumun), herhangi bir engelleme ya da kısıtlama olmaksızın düşünme, hareket etme; şartlara ya da dış etkenlere bağlı olmama durumu olarak açıklanmaktadır.[1] Peki, böyle bir özgürlük mümkün müdür? Yani şartlardan ya da dış etkenlerden yalıtık olmak mümkün müdür? İnsan, toplumsal ilişkiler içinde tarif edilen bir varlık olduğuna göre “şartlardan” ve “dış etkenlerden yalıtık” olma durumunun ne denli gerçeğe uygun olduğu tartışmalıdır..

Tarihsel olarak özgürlük kavramına ilişkin birçok tanım söz konusudur. Antik Yunan’da mitler aracılığıyla insanlığın hayal dünyasına adım atan özgürlüğün, çerçevesi ilk olarak Antik Yunan felsefesinde çizilir. Platon, özgürlüğü insanın kendi yapısını seçme olanağı olarak ifade ederken, Aristoteles bu bağlama bilgiyi de dâhil eder. Özgürlüğü bilgiyle donatılmış bir seçme serbestisi olarak görülür. Bu yaklaşımlara ilk itirazlar Spinoza’da kendini gösterir. Kant’ın felsefesinde varlığı reddedilmeyen özgürlük konusunda kuramsal kesin bir hükme varılmaz; ancak özgürlük, gizemli bir ahlaki edim ötesine de geçmez. Marks, özgürlüğü bireysellikten kurtararak onu toplumsal ilişkiler bağlamında ele alır. Ve siyasi mücadelenin temel ereği seviyesine yükseltir. Varoluşçu felsefede, özellikle Camus, özgürlüğü düşünsel ve pratik belirleme gücü olarak ele alırken bunu, bireyin bir potansiyeli olarak tarifler. Sartre, bu yaklaşımı daha da ileriye götürerek insan varoluşunun kaçınılmaz, biricik ontolojik kategorisi olarak açıklar.

 

Özgürlüğün tarifi noktasında en temel ayırım kuşkusuz metafizik ve materyalist dünya görüşlerinde karşımıza çıkar. İdealist dünya görüşüne göre bu iki kavram birbirinin zıttıdır. Yani biri varsa öteki yoktur. Kuşkusuz idealizm içinde bile net ve tartışmasız bir tanım söz konusu değildir. Bu anlamda idealizmde de farklılaşan görüşler ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri özgürlüğün iradenin dış şartlar etkisinden yalıtık bir biçimde hareket etme serbestisini savunur. Buna göre insanın iradesi önünde bir engel yoktur. Olsa olsa başka bir irade vardır. İkinci bir yaklaşım ise insan iradesini tamamen reddeden (Tek belirleyici iradenin Tanrısal irade olduğunu savunur) ve insan iradesinin tamamen zorunluluk (Tanrısallık ya da kader diye yorumlanabilir) tarafından belirlendiğini, dolayısıyla özgür bir iradeden bahsedilemeyeceğini savunur. Görüleceği üzere her dönem ve her düşünürün birbirinden pek farklı özgürlük tarifleri söz konusu; burada sanırım ortak odak, edim ya da eylem olarak karşımıza çıkmaktadır. Biz de buradan yürümeye çalışacağız. Tıpkı Faust’tun dediği gibi “Önce, eylem vardı.”


 BİLMENİN ÖZGÜRLÜĞÜ

Zorunluluk kavramı, insanın doğa ve onun evrensel yasaları karşısındaki sınırlılıklar olarak tarif edilebilir. Hegel’e gelinceye kadar pek çok düşünür bu kavramı, özgürlüğün karşıtı olarak görmüştür.  Oysa Hegel, özgürlüğü bu zorunluluk yasalarının kavranması olarak tarifler. Ardından da Engels: “Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır.”[2] demiştir. Burada en dikkat çekici sözcük “erek”tir. Ki zorunluluğun farkına varmak, Marksizmde asla tek başına yeterli değildir. Dolayısıyla Engels zorunluluk yasalarını, Tanrısal bir kaynağa bağlamamış ve bu zorunluluğun bilincine varmayı özgürlüğe atılmış bir adım olarak değerlendirmiştir. Buradan hareketle insanın, doğaya daha uyumlu hale gelmesiyle (ya da onunla çatışmasıyla), doğa yasalarının bilincine varmasıyla gerçek anlamda özgürleşebileceğini söyleyebiliriz. Peki, insan doğayı, doğa yasalarını yani zorunluluğu nasıl kavrayacaktır? Bunun bilgisine nasıl vakıf olacaktır? Ya da en azından bu aydınlanma yolunda nasıl yürüyecektir?

İşte tam da bu noktada diyalektik yöntem devreye girer. Diyalektik, bize şeylerin tarihsel ve diğer şeylerle bağıntılarını, şeylerin tarihsel gelişim ve değişimlerini kavramamıza yardımcı olurken ve gerçeklik hakkındaki düşüncelerimizi de yapılandırır. (OLLMAN, 2006, s. 31) İnsanoğlu dünyada bir varoluş, yaşamı sürdürme ve onu anlamlı kılma mücadelesi vermektedir. Birey, varoluşunun farkına vardıktan sonra, önce kendini sonra etrafını ve doğayı tanımaya, ona karşı üstünlük kurmaya (Doğayla uyumlu olma ya da çatışmaya) girişmiştir. İşte diyalektik, bu tarihsel gelişimi anlamada, bunun yönünü ve ileride alabileceği halleri kavramada en önemli kılavuzlardan biri olarak değerlendirilebilir.

Engels, Doğanın Diyalektiği adlı eserinde diyalektiği şöyle özetler: “Kuşkusuz doğayı anlamlandırma, bilinçli bir varlık olarak doğaya egemen olma ya da ona uyum sağlamada diyalektik, bugünkü doğa bilim için en önemli düşünme biçimidir, çünkü ancak o, doğada ortaya çıkan evrim süreçleri, genel olarak iç bağıntılar ve bir araştırma alanından ötekine geçiş için benzeşimler ve bununla birlikte açıklama yöntemleri verir.”[3]

Diyalektik yaklaşıma göre özgürlük ve zorunluluk kavramlarının mutlaklaştırılması yanılgıdır. Mesela Ollman da bu yanılgıya dikkat çekerek, diyalektiğin bir reçete sunmadığını, kehanette bulunmadığını vurgular. Bunun için de diyalektiğin ne olduğundan çok, ne olmadığına dair açıklamalara girişir (OLMAN, 2016, s. 29-30). Diyalektikte, özgürlük ve zorunluluk kavramların kapsamına giren tüm ilişkilerde birbiriyle çelişen unsurlar olduğu kabul edilir. Öyle ki bu iki kavram birbiri üzerinde etkide bulunarak var olur. “Diyalektik, dünyada ya da dünyanın herhangi bir kısmında süregiden somut değişiklikleri ve etkileşimleri gözden kaçırmadan ve çarpıtmadan yakalayan bir düşünüş biçimi ve bir dizi bağlantılı kategoridir.”[4]

Zorunluluk, doğada ve toplumda, insan iradesinden bağımsız yasalar olarak var olur. Suya bırakılan bir taşın batacağını biliriz. Ancak suyun üstüne bırakılan kimi nesnelerin yüzmesi de bir doğa yasasıdır. Suyun kaldırma kuvvetinin zorunlu bir sonucudur. Tıpkı taşın suyun dibini boylaması gibi. Ki bunu niyetlerimiz belirlemez. Ancak insan, Arşimed prensiplerini ve bunların nasıl işlediğini öğrendikten sonra, artık onun karşısında nasıl bir konum alacağını, yaşamını buna göre nasıl biçimlendireceğini, başka bir deyişle nasıl özgürleşebileceğini bilir. İnsan zorunlulukların kendisini sınırlayan koşullarını, bunun değişim olanaklarını ya da bu durumun nasıl ortadan kaldıracağını da bilebilir. Özgürlük bu anlamda bir farkındalık, bir bilme hali, doğaya ve yasalarına hakim olma (ya da olamama) durumu olduğu gibi bunların bilgisine vakıf olma biçiminde de belirir.


KAPİTALİZMDE ÖZGÜRLÜK MÜMKÜN MÜ?

Feodalizmin yıkılışından bu yana iki yüzyılı aşkın süredir dünyaya egemen olan kapitalizm, ortaya çıktığı koşulların çok ötesine geçmiştir. Her dönemde “kusurlarını” makyajlayarak varlığını sürdürmeyi de başarmıştır. Elbette bu süreçte yaşanan pek çok deneyimi de göz ardı etmiyorum. Ancak tarihsel açıdan kapitalizm açısından “baş ağrısı”  denilecek bir iki deneyim haricinde kesintisiz bir kapitalist dünyada yaşadığımız gerçekliği ile karşı karşıyayız. Peki, toplumu keskin sınıflara bölen, bu sınıflar arasında derin çelişkiler yaratan bu sistem mutlak mıdır? Kapitalizmin geldiği olağanüstü üretim kapasitesi, sermaye birikimi ve teknolojik olanakları da düşünüldüğünde, ezilen sınıflara neredeyse soluk alacak alan dahi bırakmayan bu sistemde başka bir dünya düşü kuramaz mıyız? İmkânlar olduğu halde hastalıkların tedavisinden çok kozmetiğe yatırım yapılan böylesi bir sistem, insanlığın en gelişmiş ve nihai sistemi olabilir mi? Ya da bir yandan üretim patlaması, aşırı üretim krizleri yaşanırken dünyanın ezici bir çoğunluğunun açlık ve sefaletle boğuşmasının akılcı bir yanı var mıdır? 

Günümüzde işçi sınıfının ve devrimlerin baskısını üzerinde yeterince hissetmeyen, toplumu parçalayarak örgütlülüğü diplere indiren bu sistemin, planlama ve üretimde oldukça avantajlı bir dönemden geçtiği muhakkak. Ancak bir yandan da sürekli çatışma, savaş ve yıkım yarattığı da açık. Dünyanın neresine bakarsak bakalım şiddet adeta hayatın olağan akışının bir parçası kılınmaktadır. Mikro ölçekli şiddetten devlet şiddetine ve hatta savaşlara kadar envai çeşit şiddet biçimine tanık oluyoruz. Tanık olmakla da kalmıyor doğrudan bu şiddetin bizzat içinde yaşıyoruz. Peki, ama yaprak bile kıpırdamadığı sanılan anlarda Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya yayılan geniş ve etkili halk hareketleri nasıl oldu da ortaya çıktı!?

Kuşkusuz kapitalist sistem pek çok şeyi planlama becerisine sahip. Ancak sistemin ideologlarının dahi önemli bir bölümü, geleceğin belirsizliği üzerine kaygıya düşmekte, toplumsal patlama riskleri, bireysel ya da dünya ölçeğindeki örgütlerce daha sık dillendirilmekte, kısaca işlerin pek de yolunda gitmediğinin belirtileri artarak devam etmektedir.

90’ların sonunda Fukuyama gibi kapitalist ideologlar “tarihin sonu” gibi tezler ileri sürerek kapitalizmi mutlaklaştırdılar. Ancak çok kısa bir zaman içerisinde özellikle kapitalizmin içine girdiği krizlerin ardından bir belirsizlik ideolojisi alıp yürüdü. (Biyogenetik ve fizik, kuantum fiziği vb. alanında ortaya çıkan gelişmelerin de bu savların ortaya çıkmasında yadsınamaz etkileri olmuştur.)

 

SİS PERDESİ ARALANIRKEN

Kuantum fiziği ile biogenetikteki bulgular özellikle 90’lı yıllardan başlayarak “belirsizlik felsefesi” şeklinde karşımıza çıkarıldı. Ayrıntılara çok fazla girmeden bu gelişmelerden çıkarsanan sonuçlara odaklanarak özetlersem; bunlar kitlelerin karşısına bilimkurgu filmler, uçuk kaçık hikâyeler ve bilinmezliklerle dolu anlatımlarla çıkarıldı. Mesela fizikteki dönüm noktası olan kuantum fiziğindeki gelişmeler dahi “mucizevi” bir buluş ve tanrısallığın ispatı biçiminde sunuldu. Oysa maddenin özünün kesin olarak bilinemeyeceğine dair yargı ve genellemeler, atom altı parçacıkların keşfiyle bilinemez olmaktan çıkmış, “bilmeye” doğru önemli bir devrim gerçekleşmişti. Dolayısıyla metafizik-mistik görüşler aslında bu gelişmeler karşısında ciddi bir darbe yemişti.

Mikro maddelerin hareketlerinin kavranmaya başlanması, maddenin bilinen ölçütlerinin çok ötesindeki taneciklerden, kuarklardan başlayarak maddenin özsel yapısı ve özellikleriyle bilinir hale gelmesi idealizmin zaferi değil tam tersine aslında bilinemezci felsefelerin çöküşü anlamına geliyordu. En önemli handikap ise bu gelişmeler karşısında sınıfların (ve felsefenin) alacağı tutum ve duruş olmaktaydı.

Diğer yandan görelilik kuramı, madde, uzay, zaman arasındaki ilişkilerin ne denli göreli olduğunu ortaya koymuştur. Böylece klasik fiziği aşan görelilik kuramı ve bunun ortaya koyduğu bulgular, uzay, zaman, madde ve eylem üzerindeki metafizik mutlaklığı kırmıştır. Newton fiziğinin aydınlanmada yarattığı devrimsel gelişmeler yeni yüzyılın başlarında yine bilimsel alandaki bulgularla yepyeni bir aydınlanma eşiğine geldiğimizi gösteriyor. Tüm bunları bağlamak istediğim nokta, ister toplumsal gelişmeler ister bilimsel buluşlar olsun, ortaya çıkan her türlü gelişme bireylerin ve dolayısıyla sınıfların konumuna, bakış açısına göre farklı bir işlev üstlenmesi gerçeğidir. Her birey kuşkusuz, ait olduğu sınıfın penceresinden bu gelişmeleri ve hayatı yorumlayıp anlamlandırmaktadır. Özgürlük meselesi de bu gelişmelere hangi perspektiften baktığımız ve bunu, nüveleri bugünde olan geleceğe nasıl ve hangi yollarla taşıyacağımızla doğrudan ilgili.

***

TEKNOLOJİ, ESARET Mİ ÖZGÜRLÜK MÜ?

Mesela kapitalizmin geldiği gelişkinlik düzeyinin adeta övünçle gösterilen yanı olan teknolojiyi ele alalım. Teknoloji, bugün devletlerin hatta bütün olarak uluslararası kapitalist sistemin emekçi sınıflar üzerindeki etkin bir egemenlik aracı haline dönüştürülmüştür. Ama dikkat edilirse bu araçlar sermaye birikimi gereği tüm insanlık tarafından kullanılmaktadır. Bunun sonucunda da dünyanın bir ucunda gerçekleşen bir hareket, anında dünyanın diğer ucunda yankılanabilmektedir. Peki, egemenler cephesinden bir baskı aygıtı olan bu araç başka bir veçhe işe bambaşka bir olanağa dönüşmemiş midir?

Son yıllarda çoğu örgütsüz de olsa gelişen toplumsal hareketlerin yapısına baktığımızda teknolojik araçların, haberleşme ve sosyal medya araçlarının bu hareketlerin örgütlenmesinde önemli bir avantaj sağladığı bilinmektedir. Örneğin niteliği ve sonuçları tartışmalı olmakla birlikte Tunus’ta başlayan ve Ortadoğu’ya yayılan devrimlerde olsun, Türkiye’de ülke tarihinin gördüğü en kitlesel eylem olan Gezi Hareketi’nin başlayıp yaygınlaşmasında olsun bu teknolojik araçların ne denli işlevsel olduğuna hep birlikte tanık olduk. Dolayısıyla egemenlerin elinde bir tahakküm ve sermaye aracı olarak konumlandırılan teknoloji, buluş ya da ilerlemeler aynı zamanda emekçi sınıflar açısından farklı misyon ve olanaklar üstlenmektedir. 

Teknolojik gelişmelerin temelinde insan emeği olduğunu da unutmayalım. Daha çok sermaye birikimi anlamına gelen bu platformlar ki dikkat edilirse bu teknoloji şirketlerinin sahipleri bugün dünyanın en büyük sermaye grupları arasında yer almaktadır. Sermaye yoğunlaşmasına rağmen pazarlanmak zorunda olan bu ürünlerin alıcıları aynı zamanda bunları yaratan sistem için birer "risk" teşkil etmektedir.  Zaten son yıllarda teknoloji kontrolü tartışmalarının da yoğunlaşmasını bu bağlamda okuyabiliriz. Ki yakın zamanda Türkiye’de internetin denetim altına alınmasına yönelik bir dizi kanuni düzenleme yapılmıştır.

Yakın bir örnek olması bakımından ABD senatosu baskınını da aynı çelişkili duruma örnek olarak verebiliriz. Senato baskının medya araçları üzerinden organize edildiği, seçimleri kaybedip sonuçları tanımayan Trump’un eylem çağrılarını özellikle sosyal medya üzerinden yaptığı bilinmektedir. Aynı şekilde Senato baskınının bastırılmasında da yine medya araçlarının devreye sokulduğuna tanık olduk! Öyle ki ‘koskoca ABD Başkanının’[5]  sosyal medya hesaplarında mesaj paylaşması sınırlandırıldı. Trump’ın hesabı önce sınırlandırılmış, ardından paylaştığı mesajlar silinmiş, son kertede hesabı askıya alınarak kapatılmıştır.

‘Dünyanın süper gücü’ olarak addedilen bir devletin başının sesi yine teknoloji araçlarıyla kısıldı. Buradan hareketle bir eylemin gerçekleştirilmesinde işe koşulan aracın aynı zamanda o hareketin bastırılmasının da olanaklarını içinde barındırdığını görmek tam da zorunluluğun farkına varmaktır. Salt bu deneyimin kendisi bile egemen sınıfa karşı emekçi sınıfların özgürleşmeleri için, sistemi kavramalarının, onun potansiyel olanakları ile çelişkilerinin ve sisteme ait tüm araçların lehte kullanılmasıyla nasıl bir dönüşüm yaratılabileceğinin ayırdına varmaları neden özgürlüğe atılmış bir adım olarak görülmesin? Kaldı ki değişim dediğimiz şey, bugün yaşadığımız gerçeklikten bağımsız ya da ondan kopuk var olabilecek bir şey değildir. Yarın, bugünün içinde mayalanmaktadır. Aslolan bu değişimin yönünün tayin edilmesidir, aslolan yarın nasıl bir güne uyanacağımızın kestirilmesi ve buna göre konum alınmasıdır.

Bizim, bir yanıyla kitleleri maniple eden, kitleleri kendi ideolojik eksenleri yönünde harekete geçiren bu aracın, başka ellerde nasıl bir fırsata dönüştürülebileceğinin muazzam olanaklarını hayal etmeye ihtiyacımız var. Yarının dünyası nasıl olacak bilmiyoruz, kuşkusuz diyalektik de bize bir reçete sunup kehanette bulunmuyor. Ama bize nehrin ne yöne aktığını, akışın zorunlu yasalarını, doğayla uyumlu-ya da uyumsuz- olarak ne gibi olanaklara sahip olabileceğimizin bilgisini sunuyor. Kısaca yarının dünyasının olanakları bugünde kendini gösteriyor. Özgürleşmeye doğru atılacak ilk adımın bugünün zorunluluklarını kavramaktan, bunları kendi ideallerimiz, hayallerimiz ekseninde konumlandırmaktan ya da kendimizi buna hazırlamaktan geçtiğini bir an dahi unutmamalıyız.

Çalışmayı tamamlarken hangi konumdan bakarsak bakalım ya da bakış açımız ve kullandığımız araçlar ne kadar zengin olursa olsun, aslolan şeyin eylem olduğunun tekrar altını çizmek istiyorum. Tüm zorunluluk yasalarının bilgisine vakıf olsak bile bunun hayatımıza ne katacağı, hayatımızı nasıl biçimlendireceği ve eylemlerimizi ne yönde değiştirip geliştireceği temel bir sorun olarak yerinde durmaktadır. Huzursuzsak, rahatsızsak, bilmek yeterli gelmiyorsa sorun değişmek ve değiştirmektir.[6]

 

 

[1] https://sozluk.gov.tr/

[2] Friedrich Engels, Anti-Dühring, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yay. 3. Baskı, 1995, s. 132

[3] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği,  Sol Yay., Çev. Arif Gelen, 1979, s. 47.

[4] Bertell Ollman, Tony Smith – Yeni Yüzyılda Diyalektik, Yordam Kitap, çev. Şükrü Alpagut, 2013 s.14

[5] Bu olayların ardından Türkiye’de özellikle iktidar yanlısı bazı medya gruplarında sosyal medyanın bu tehlikesine dikkat çekilen bir dizi yorum ve yazı kaleme alındı. Bu sözcüğü de bizzat onlardan alıntıladım. Bknz: https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusufkaplan/dunyayi-aptallastiriyorlar-2057357

[6] Marks’ın 11. Tezinde dediği gibi

 

 

 

KAYNAKÇA

https://sozluk.gov.tr

Bertell Ollman, Diyalektiğin Dansı Marx’ın Yönteminde Adımlar, Çev. Cenk Saraçoğlu, Yordam Kitap, 2019

Bertell Ollman, Tony Smith – Yeni Yüzyılda Diyalektik, Yordam Kitap, çev. Şükrü Alpagut, 2013

Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği,  Çev. Arif Gelen, Sol Yay., 1979

Friedrich Engels, Anti-Dühring, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yay. 3. Baskı, 1995

Karl Marks- Friedrich Engels, Alman İdeolojisi (Feuerbach), Sol Yay. Çev. Sevim Belli, Ankara, 1999, s. 28

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz için teşekkürler

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 2: "UNUTULAN"

Nazım Hikmet'in kayıp ikinci şiiridir "Unutulan" ... Aslında eski baskı kitaplarında bulunan; ancak son yıllarda yapılan bası...