26 Mart 2018 Pazartesi

DARİO FO - FRANCE RAME: Tek Kişilik Dialog


Dario Fo’nun Hayatı
 Dario Fo, 1926 yılında Varese’de doğmuştur. Milano’da mimarlık eğitimi alırken yazdığı siyasal güldürü niteliğindeki oyunlarıyla ustalığını ortaya koymuş, bu durum kısa zamanda tanınmasına vesile olmuştur.

Özellikle “kabare” tarzındaki gösterilerinin başarı kazanması üzerine radyolarda birtakım monologlar dizisi yayımlamıştır. Güldürülerinin güncel sorunları işlemesi, siyasileri hicvetmesi egemenleri rahatsız etmiş olmalı ki çok kez kovuşturmalara uğradı.
Metin Balay’ın Halk Tiyatrosu ve Dario Fo adlı eserinde Dario Fo’nun tiyatro yaşantısını dört bölümde ele alınmıştır:

“Birinci bölüm, Dario Fo’nun eşi Franca Rame ile birlikte kurduğu topluluğun öncesi yıllarını kapsamaktadır. Çocukluğundan 1958 yılına kadar olan bu dönem, Franco Parenti, Giustuno Durano gibi yazar ve oyuncularla oluşturduğu bir toplulukla çalışarak, Fo tiyatrosunun pek çok öğesini biriktirdiği ve bir araya getirdiği hazırlık dönemidir.

23 Mart 2018 Cuma

SANAT VE İKTİDAR



Sanat, en basit ifadeyle ortaya koyma, yaratma demektir. Duygu, düşünce ve güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı “sanat” olarak ifade edilir. Bu ifade edişte estetik bir boyutun ve “erek”in öne çıkması sanatı ayırt eden en önemli özelliktir. İnsan bu yaratım sürecinde herhangi bir canlıdan farklı olarak “hayal gücü”nü devreye sokar.

Sanat, bir toplumsal varoluş şekli olarak kabul edilebilir. Bu varoluşu belirleyen başat öğe insanın sınıfsal konumu ve düşünüş şeklidir. Sanat, özü gereği muhaliftir. Gerçek bir sanatçı, işte tam da bu yüzden iktidarın emrinde ve ekseninde olamaz. Sınıflı toplumlarda, çok katmanlı sanatsal yaklaşımlarla karşı karşıya geliyoruz. Genel olarak nitelikli sanat ürünlerinin ve sanatçıların “muhalif” olduğunu söylemek pek de gerçek dışı olmaz. Ama yine de egemen sınıf, üretim araçlarını ellerinde bulundurduğu gibi sanatsal yaratımı da belirler. Burada tam bir hâkimiyetten söz edilemez kuşkusuz; ancak baskın olan sanat anlayışı yine burjuva sanat anlayışıdır. Bu sanat anlayışının karşısına ezilenlerin, işçi ve emekçilerin sanatının çıkabilmesi, sınıf mücadelesinin gelişim düzeyine bağlıdır.

12 Mart 2018 Pazartesi

FAUST'TAN


Mephisto (Tanrı'ya Cevaben): 

Dünyanın küçük tanrısı, hep aynı halde ve ilk günkü gibi tuhaf. Eğer ona kendi ışığından bir parça, tanrısal ve görkemli bir parıltı vermemiş olsaydın o, daha iyi yaşayacaktı. O buna akıl diyor ve onu yalnızca, her hayvandan daha hayvanca yaşamak için kullanıyor. 

(Faust, Johann Wolfgang von Goethe)

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 2: "UNUTULAN"

Nazım Hikmet'in kayıp ikinci şiiridir "Unutulan"... Aslında eski baskı kitaplarında bulunan; ancak son yıllarda yapılan basımlarda "unutulan" bu şiir yıllar sonra Türkiyeli okurlarla Melih Güneş aracılığıyla yeniden gün ışığına çıkıyor....
"UNUTULMUŞ BİR ŞİİR"
Sana fevkalâde mühim
bir fikir söyliyeyim:
Yerine göre değişiyor insanın huyu.
Ben burada dehşetli seviyorum
Kapımın sürgüsünü açıp
duvarlarımı yıkan uykuyu.
Sanki bir dost elinin itişiyle
-hani o beylik benzetişiyle-
girer gibi rahat
ılık bir suya
bırakıyorum kendimi uykuya.

6 Mart 2018 Salı

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 1: "HATIRLIYORUM"

Sovyetler Birliği'nin ikinci lideri Josef Stalin'in 5 Mart 1953'teki ölümünden 5 gün sonra Sovyet Yazarlar Birliği’nin aylık yayın organı 'Literaturnaya Gazeta'da yayımlan Nâzım Hikmet'in 'Hatırlıyorum' başlıklı şiiri ilk kez Türkçe'de yayınlandı.

Şiir, ilk kez Rusça çevirisiyle ve “O Nyom” (Ona Dair) başlığıyla Sovyet Yazarlar Birliği’nin aylık yayın organı “Novıy Mir” (Yeni Dünya) dergisinin Nisan 1953 tarihli sayısında yayımlandı. Ardından “5 Marta 1953 Goda” (5 Mart 1953) başlığıyla Rusça olarak 1953 yılında Moskova’da basılan “İzbrannoe” (Seçme Eserler) kitabında okuyucuyla buluştu. Türkçe olarak ise ilk kez 1954 yılında Sofya baskısı “Seçilmiş Şiirler” kitabında yer alıyor. Şiir, Türkiye’de Bulgaristan (Sofya) baskısı üzerinden biliniyor.


İşte o şiir:

21 Şubat 2018 Çarşamba

TARİHİN TEKERLEĞİNE ÇOMAK: KOMÜNİST MANİFESTO 170 YAŞINDA

ATEŞ

VII. yüzyılda Grekler, düşmanlarına karşı etkili bir silah icat ettiler. Bu sayede düşmanlarına karşı ciddi bir üstünlük elde etmiş ve dönemin en etkili ordularından birini yaratmışlardı. Öyle ki dünyanın en güçlü ordularından biri olan Pers ordusunun işgalini bile bertaraf etmeyi başarmışlardı bu silah sayesinde. Çeşitli kimyasalların bir araya gelmesiyle oluşturulan bu ateşin adı “Yunan ateşi” diye geçti tarih sayfalarına. Bu ateşin en önemli özelliği, su ile söndürülmeye çalışıldıkça daha da fazla tutuşmasıydı. Bu durum doğal olarak düşmanı çaresiz kılıyordu.
***
Tarih boyunca, silahların gücü yadsınamaz bir gerçeklik olarak duruyor karşımızda; ancak onları kullananların “insan” olması gerektiğini düşündüğümüzde, en az silahlar kadar güçlü bir “şey” çıkıyor karşımıza: FİKİRLER...

10 Ocak 2018 Çarşamba

ORHAN KEMAL: EMEĞİN VE EKMEĞİN ÖYKÜSÜ


Bir yazarın kurgu dünyasını besleyen en zengin kaynak yaşamdan başka ne olabilir ki… Sanat yapıtının yaşamla kurduğu bağ, aynı zamanda o yapıtın etki gücünü ve kalıcılığını da tayin etmez mi? Kimi yazarlar vardır ki yapıtlarının daha ilk sözcüklerinde bir sunilik, bir yabancılık hissedilir. Yapıt sizi sarmaz, okumaya mecal bırakmaz; ama kimi yazarların hikayeleri de sizi hemen sarıp sarmalar. Kitabı elinizden bırakmak istemezsiniz. Anlatılan olaylar, kişiler çok aşina gelir. Okurken bir tanıdığın sureti belirir zihninizde, akan alın terinin ıslaklığını teninizde hissedersiniz. Öfke, hayal kırıklıkları, özlem, sevda ya da aşk hepsi sizsinizdir. Sizin derinlerde en derinlerde bir yerinize dokunur. Sözler akarken ortaya çıkan müziğin titreşimleri sizleri alır götürür. Kurgunun o masalsı dünyasında yeni bir gerçeklikle yüz yüze gelirsiniz. Orhan Kemal'in öykülerini ilk kez okuduğumda böylesi hisler canlanmıştı içimde.

22 Aralık 2017 Cuma

DİRENİŞİN RUHU: FİLİSTİN ŞİİRİ*

Filistin... Kenanlılara vaat edilen topraklar... Üç dinin kutsal kenti. Kanın çığlık attığı coğrafya... Her dince yasaklanmış olduğu halde öldürmenin “rutin” ve “doğal” olduğu kanlı topraklar. Emperyalist hegamonyanın en dolaysız ve perdelenmeye bile hacet duyulmayan kanlı yüzünün sureti...

Şiirin gelişimi çoğunlukla insanın ve toplumların tarihi ve evrimiyle beraber ele alınmıştır. Zira şiir de yaşamdan fışkırır ve hayatın en has seslerinden, eylemlerinden, devinişlerinden beslenir. Şiir, kimi zaman söz ve büyü arasında bir yerde kimi zaman da doğrudan hayatın söze yansıması olagelmiştir. Nasıl ki “büyü”, gerçek tekniğin eksikliklerini tamamlayan aldatıcı bir teknik olarak ele alınır, şiir de gerçek hayatın eksik parçalarını ağırlıklı olarak duygulara seslenerek ifade eder. Bunu yaparken realiteye ters düştüğü de olur. Tıpkı kaçınılmaz bir ölümle pençeleşen şairin, denizin ortasında, gözlerini göğe dikip; “Parlak yıldız, ben de senin gibi değişmez olsam” (Keats) diyerek şiirin büyüsüne sığınması gibi.
Şiir için toplumsal gelişimin aynası demek abartılı bir ifade olmaz. Çünkü şiirin içeriğinden, yapısal özelliklerine kadar toplumsal gelişim ile şiirin gelişimi arasında bir koşutluk vardır. Her ülke edebiyatında bu ilişki farklı biçim ve içerikte, çeşitli yoğunluklarda, doğrudan ya da dolaylı olarak şiirde yansısını bulmuştur. Ülkelerde yaşanan olaylar, insana ilişkin tüm duygular, büyük ve sarsıcı değişimler, ihtilaller, felaketler... hepsi şiirin konusu olmuştur. 

BİR "AN" RUHU ELE GEÇİRDİĞİNDE



Öteden beri insanoğlu bir dizi prangayla bağlanmak istenmiş “medeniyete”. Din, ahlak, değer yargıları, yasalar hepsi insanın neler yapmaması gerektiği ya da yasak olanı yaptığında başına gelecek felaketleri anlatmak, onun ruhunda korku fırtınaları koparmak üzerine kurulmuştur.

İnsanı idealize eden tüm inanç biçimlerine sormak gerek: Siz, hiç dize gelmiş bir duygu gördünüz mü ya da paketlenmiş bir öfke, standart bir sevgi olabilir mi ya da kabına sığan bir aşk gördünüz mü? Hiçbir pazarda rüzgâr satıldığını, dalgaların çuvallara sığdırıldığını gören olmamıştır... Hele zaman… Tüm varlığınızı adasanız da onu geri getiremezsiniz!

Bugünün değerler sisteminin yaratıcısı kapitalizm, tüm çirkinlikleri maskelemekte. Bir taraftan kutsadığı tüm değerleri (aile, ahlak vs.) öte yandan alınıp satılan bir “mal” haline getirmekte.Onun için aslolarak tek kutsal yasa vardır: Kâr yasası. Bu değer erozyonunu öyle doğal ve kılıfına uygun gerçekleştirir ki geçmişin tüm saygın değerleri alaşağı olurken insan kitleleri nostaljik bir yıkımın seyircisi olmaktan öteye geçemezler. Hatta bazen bu yıkımın gönüllü köleleri olduklarının ayırdına bile varamazlar. Ne kadar kudretli görünürlerse görünsünler iradeleri hüküm altında olan askerlerden başka bir şey değillerdir.

21 Aralık 2017 Perşembe

BEKLEMEK

İnsan en çok neyi bekler? 

Bir sevgiliyi ya da zenginliği mi? 

Huzuru mu bekler, sağlığı, bir haberi veyahut sonsuz bir yaşamı… 

Belki de en çok zamanı bekler insan. 

Peki, bu bekleyiş öylesine bir kerteye varır mı ki artık beklemek olmasın? 

Bertolt Brecht “İyilik Neye Yarar?” adlı şiirinde beklemenin aksine “beklemeyişin” asaletini anlatır.

“İyi insan olacağınıza
Öyle bir yere götürün ki dünyayıİyilik beklenmesin.”

Beklemek, ilerleyememektir çünkü. Hayallere sığınmak, boş umutlara kapılmaktır ona göre. Her günün birbirini tekrar eden silsilesinde yıpranan, eskiyen yüzümüzün coğrafyasıdır beklemek. Beklemek durağanlıktır, yavaş yavaş çürümesidir fani olanın baki zaman karşısında.

18 Aralık 2017 Pazartesi

ACINASI BİR YETENEK



SATRANÇ USTASI DON SANDALİO'NUN ROMANI

Sevgili Felipe, sahilde sakin bir köşedeyim, denize bakan dağların eteğinde; hiç kimse tanımıyor beni burada ve şükür ki ben de kimseyi tanımıyorum. Buraya insanlardan kaçmak için geldim, doğayla arkadaşlık etmek için… Bir antropofobi (insanlardan korkma hastalığı) attı beni buralara; hayır ben insanlardan nefret etmiyorum, onlardan korkuyorum. Bazen Robenson Cruseu'ya ne kadar da benzetiyorum kendimi. O da ıssız adanın boş sahilinde dolaşırken çıplak bir ayak izi görmüştü. Donakalmıştı bu manzara karşısında, bir hayalet görmüşe döner Robinson şaşkın ve sıkıntılı bir halde barınağına yol alır, giderken iki üç adımda bir arkasına bakar; çevresindeki her harekette ürperir. Kuşkusuz benimki biraz farklı bir hissiyat, çıplak insan ayağı izleri görmekten değil, çılgın ruhların aptalca sözlerini duymaktan korkuyorum.

13 Aralık 2017 Çarşamba

GELECEĞİN ŞİİRİNİ YAZANLAR -1: NAZIM HİKMET'TE YENİ BİR DÜNYA DÜŞÜ


Nazım Hikmet’in haklı ününü elde etmesinde de etkili olan özellikle birkaç şiirden biridir “Salkım Söğüt”. Hikmet’in yazdığı şiirler özellikle özsel (anlam) boyutlarıyla öne çıksalar da bu şiirden de anlaşılabileceği gibi Nazım, hem ses (ritm) hem de biçimsel yapı üzerinde önemle durur. Estetik olanı yakalamaya çalışırken sanatsal yaratıların bu özelliklerinden de faydalanmaya çalışır.

Şiirin daha başında başlayan müzikalite, dizelerin birbirleriyle uyumu gözetilerek daha ilk baştan sunulur bize. Serbest şiir biçiminde ölçüsüz yazılmıştır şiir. Ama belirgin bir ses özelliği yakalamak için de uyağın ahenk gücüne başvurur. Bu şiir müzikle şiirin nasıl iç içe işlenebileceğinin, şiirin kendi içindeki ezgiselliğinin göstergesidir.

Ortaçağ'da Din Dışı Oyunların Dinsel Oyunlara Dönüşümü

Yaklaşık bin yıllık bir süreci kapsayan Ortaçağ, Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle başlayan ve Rönesans’a kadar olan süreci ifade eder. Bu zaman dilimi özellikle Doğu ve Batı’da siyasal, sosyal ve ekonomik anlamda büsbütün farklı bir seyirde ilerlemiştir. Hıristiyanlığın egemen olduğu Avrupa’da yeni bir değerler sistemi ve bununla paralel olarak yeni bir ekonomik siyasal sistem olan feodalite (derebeylik) sistemi öngören bu dönemin değerler sistemini de yepyeni normlar ve kurumlar şekillendirmiştir. Toplumun tepeden tırnağa yeniden biçimlendirildiği bu sürecin çok yönlü mimarı ve mutlak belirleyicisi Hıristiyanlık ve kilisedir.

ÇEHOV'UN SESSİZLİĞİ

ANTON ÇEHOV’UN SESSİZLİĞİ

Çehov’un kendi döneminin bir yansıması olmakla birlikte aynı zamanda öncülerinden olduğu realist akımın önemli bir temsilcisidir. Ancak dönemin realist anlayışını savunan yazarlar ile çehov’un realist yaklaşımı arasında önemli bir farklılık vardır. Bu farklılığı yansıtan en belirgin yan ise karakterlerin iç dünyalarını yansıtan yeni yollar arayışına girmiş olmasıdır. Özellikle oyunlarında buna dair çok sayıda veriye rastlamak mümkündür. Bu yaklaşımda çok sayıda dikkat çekici özellik olmakla birlikte “Çehov’un ‘es’leri” ya da “sessizliği” olarak tarif edilebilecek dikkat çekici bir yönü vardır oyunlarının. Söylenmek istenenin tam olarak söze dökülemediği ya da bazı noktaların okuyucuya bırakıldığı bu sessizlikler, kesik cümleler ya da üç nokta (…) ile yansıtılmıştır. Bu yazıda anlatılan sessizlik tezi “Martı” oyunu ekseninde anlatılmıştır. Yer yer diğer oyunlara da göndermeler yapılmıştır.

20 Ekim 2017 Cuma

MARTİN EDEN'İ NASIL BİLİRSİNİZ?

Üretim araçlarının gelişkinliği nasıl ki toplumsal gelişim-değişim dinamiklerini belirliyorsa, bireyin kurtuluş düşleri de o bağlamda şekillenecektir. Zaten Jack London’un yaşadığı dönem içindeki “arayışıyları” bunu bir başka açıdan değerlendirme imakanı da sunar bizlere.

Bir gemi işçisinin yaşamını, hayallerini ve bu hayallere ulaşma gayretini anlatan Jack London‘un kimilerine göre hayatıyla da özdeşleşen romanıdır “Martin Eden”. Hikaye ABD‘de, 19. yüzyılın ikinci yarısında, kapitalizmin yeni yeni palazlanmaya başladığı ve yoksul halkı baskı ve sömürü çarkları arasında azgınca ezmeye başladığı yıllarda gelişir

AİSKHYLOS: ZİNCİRE VURULMUŞ PROMETHEUS ÜZRİNE

Bilinç ver özgürlüğün simgesi olan Premetheus’u güçlü kılan bilinci ve bilgeliğidir. Bir taraftan Zeus’un öfkesinden sakınmamaktadır.

Zeus'a türlü biçimlerde meydan okumakta, bilicilik gücüyle de onu kaçınılmaz sonu karşısında telaşa düşürmektedir.

Bu güçlü mit, edebiyattan felsefeye kadar pek çok alanda derin etkiler yaratmış, sanatsal metaforların geliştirilmesinde dikkat çeken bir figür olmuştur.

ORTAÇAĞ TİYATROSU


Kostümler

Ortaçağ tiyatrosunda çoğu karakterin kostümleri gündelik hayatta kullanılan kostümlerdi. Örneğin Romalı askerleri oynayanların ortaçağ zırhlarıyla donatılması ya da Yahudileri oynayanların psikopos cüppeleri giymesi gibi işlevsel bir kostüm anlayışları var. Tanrı’nın canlandırılması var mesela… Tanrı, imparator ya da papa gibi giyiniyor. Bunlar arasında bağ kurulmasını daha önce görmüştük. Melekler, kilise giysilerine kanat takılarak canlandırılıyor. Kutsal ya da dünyevi her önemli karakter, kendini belirleyen bir simge taşıyor. Şeytanlar, yırtıcı kuşlara benzetiliyor. Başka yaratıklar var; hayvan kafalı canavarlar ya da pullu, kuyruklu, boynuzlu ya da pençeli yaratıklar.

29 Nisan 2017 Cumartesi

ANTON ÇEHOV VE MARTI OYUNU ANALİZİ

Rus gerçekçiliğinin öncü yazarlarından olan Çehov’u kendinden önceki yazarlardan ayıran en önemli etkenlerden biri, hayata geniş bir pencere açmasıdır. Özellikle oyunlarında sıradan ya da gülünç görünen; ancak tipik ve göz ardı edilemeyecek “önemsiz şey” ve durumları kapsama alanına alır. Kendisine gelinceye kadar edebiyatın dışında görülen, hayatın “ilk göze çarpan” önemsiz şeylerini edebiyata sokmuştur. Öyle ki bu yaklaşımı kendi döneminde oldukça yadırganmıştır. Bu durum, birçok eleştirmene göre toplumsal ilgisizliğin ve kayıtsızlığın ifadesi olarak görülmüştür. Şengunov bunu şöyle ifade etmiştir: “Artık Rusya o kadar boşaldı ki düşünen kişinin, bütün Rusya’da anlatmak ve açıklamak istediği hiçbir şey yoktu.”[1]

TİYATRONUN KAYNAKLARI 1


Tiyatronun kökenleri incelendiğinde ilkel toplumlara dayandırılan birtakım değerlendirmeler yapılır. Buna göre tiyatronun kökeni ilkel toplumların büyü törenlerine dayanmaktadır. İnsanların doğa ve doğa olayları karşısındaki aczi onları çeşitli eylemlere yöneltmiş, insanlar çeşitli etkinlikler ve büyü yoluyla bu doğa olaylarını etkileme ya da değiştirme çabası içine girmişlerdir. Yağmur duaları, bolluk ve bereket törenleri, ölme-dirilme törenleri bunlara örnek olarak verilebilir. Özellikle çeşitli av törenlerinde tiyatronun da temel öğeleri olan, taklit, devinim ve kolektif iş yapma unsurları ortaya çıkmaktaydı.

Başka bir deyişle tiyatronun esas kaynağı, ilkel insanların veya toplulukların doğayla, tanımlayamadıkları varlık veya durumlarla ilişki kurmak, onları değiştirmek, kendine uygun hale getirmek için giriştikleri mücadeleler vardır.

OYUN KURAMI: HOMO LUDENS VE OYUN ÜZERİNE


İnsanın, kendini toplumsal ilişkiler içerinde var etmeye başlamasıyla birlikte diğer canlılardan kendisini kalın bir çizgiyle ayırmaya başlamıştır. Bu evrimsel süreçteki sıçrama hem fizyolojik hem de doğa ile mücadele noktasında insanı diğer canlılar karşısında egemen bir konuma taşımıştır denilebilir. Bu kopuş insanın doğanın bir parçası olan varoluş sürecinden büsbütün bir kopuş anlamına gelmemektedir.

İnsan, ilksel dönemlerden bu yana, değiştirerek de olsa, taşıdığı birçok özü bağrında taşıyarak evrimleşegelmiştir. İlksel insana dair birçok bilinmezi bugünkü insanı anlama çabasında ortaya çıkarmaktayız. Bu anlamda insan, keşfedilmemiş sınırlarıyla kendisi için bir gizem olmayı sürdürmektedir.

Johan Huizinga’nın “Homo Ludens” adlı yapıtta, insana ilişkin temel varlık unsurlarının başına oyun kavramını yerleştirmiştir. Öncelikle oyunun sadece “insana özgü” olmadığını, çeşitli hayvanlardan örnekler vererek açıklamaya çalışmıştır. Ancak “kültürel oyunlar” diye tarif ettiği kategoriyi de oyunların bir üst aşaması olarak sınıflandırmıştır.

NAZIM HİKMET'İN KAYIP ŞİİRLERİ 2: "UNUTULAN"

Nazım Hikmet'in kayıp ikinci şiiridir "Unutulan" ... Aslında eski baskı kitaplarında bulunan; ancak son yıllarda yapılan bası...